Üniversite kurumunun ne’liğine ilişkin yorumlarda modern anlamda ilk üniversitelerden günümüze değin, bir kurum olarak üniversite üzerine[1], farklı düşünürlerce birbirini kesmeyen yorumlar yapılagelmiştir.[2] Üniversitelere dair yapılan dönemselleştirmelerden, üniversite çatısı altında edinilen bilginin mahiyetine, onun özerklik taşıyıp taşımadığı tartışmalarından, içinde bulunduğu toplumsal formasyondan etkilenme düzeylerine dair bir dizi tartışma süregelmektedir. Kanımca temel önemde olan üniversitenin bir kurum olarak […]
Üniversite kurumunun ne’liğine ilişkin yorumlarda modern anlamda ilk üniversitelerden günümüze değin, bir kurum olarak üniversite üzerine[1], farklı düşünürlerce birbirini kesmeyen yorumlar yapılagelmiştir.[2] Üniversitelere dair yapılan dönemselleştirmelerden, üniversite çatısı altında edinilen bilginin mahiyetine, onun özerklik taşıyıp taşımadığı tartışmalarından, içinde bulunduğu toplumsal formasyondan etkilenme düzeylerine dair bir dizi tartışma süregelmektedir.
Kanımca temel önemde olan üniversitenin bir kurum olarak ortaya çıkarken kendisi dışında harici bir nedensellik taşıyıp taşımadığıdır. Buradan kastım şudur: Üniversite, toplumdaki ekonomik ya da siyasal ihtiyaçlara koşut olarak, bu zemin üzerinden kaynağını buluyor ise; yani kendi nedenselliğini kendisi üretmiyor ise onun otonomi taşıyan bir kurum olduğu tartışması, baştan sekteye uğrar. Maddi üretim tarzının belirlenimine tabii midir, değil midir? İçinde yer aldığı toplumun gelişme düzeyiyle etkileşim düzeyi nedir? Bu etki üniversitenin oluşumu açısından esasa ilişkin midir yoksa tali bir rol mü üstlenir? (Gelişmişlik düzeyini salt iktisadi olarak ele almanın yeterli olmayacağını epistemolojik düzeyde de soyutlama düzeyinde de gelişmişlikten bahsedilebileceğini, yine otonomi kavramını üniversite bağlamında yaygın olarak kullanılan akademik çalışmaların dışarıdan belirlenmesinin önüne geçmek amacıyla kurumun iç işleyişi hakkındaki kararları kendisinin veriyor olması durumundan daha geniş ele almak kanaatindeyim.) Ne tek başına araştırma nesnemizi özgürce seçmemiz, ne araştıracağımız alan üzerine ulaştığımız vargılar adına hiçbir otoriteye hesap vermiyor oluşumuz bizi bütünüyle özerk kılmaz. Bırakalım bir şeyi bilme iddiasını, bildiğinizi iddia ettiğiniz şeyin bilim düzeyinde hiyerarşize edildiği ve diğer bilgilerin önüne geçilmesinin sağlandığı, ontolojisi gereği bilimsel olanı diğerlerinden ayrıştırmakla mükellef bir kurum üniversite. (Teoloji öğrenimini dahi bilim başlığında sunması bilgi ve inanç ilişkisini dahi bilgi lehine bozan bir kurum. Modernitenin modern bireyi bilgim dahilinde olmayan bana aşkın olan hiçbir şey yoktur iddiasındadır. Bildiğim düşündüğüm için varım. Her şeyden şüphe edebilirim ama şüphe ettiğimden değil. Şüphe ettiğimden de şüphe etse idim bilebileceğin hiçbir şey kalmazdı. Yani bilen özne olarak ‘Ben’ olmazdım. Bilen özne olarak Ben’in ilgası modern bilimin ilgasıdır. Ya da onun kurulumu, ‘Ben’in inaşı, özne-nesne ikiliği modern bilimin kurulumudur. Üçüncü bir yol yok!) Üstelik bu bilginin Kantçı anlamda (Kant pratik aklın eleştirisinde evrendeki bütün rasyonel varlıklar için bir ahlak felsefesi arar. Buradaki kibir düşünen insanın aydınlanmış bireyin kibridir,daha doğrusu insanın evreni aydınlatacağına dair iflah olmaz kibridir.) evrensellik güttüğü unutulmamalı. Platon’un Akademisinde geometri bilmeyen giremez ifadesi ise bugünkü modern bilimden üniversitas kurumundan ayrı ele almak gerekir. Menon diyalogunda bir köleye de uygun sorularla kendisinde olan bilginin açığa çıkması sağlatılabilir ve o geometri sorusunu çözmesinin önündeki engel kaldırılabileceğini işaret eder. O dönemin kuramsal dizgesinde sanat-zanaat, bilim ve bilim altı diye bir şey yoktur. Yapmanın üretmenin bilgisi olarak phronesis teknikte açığa çıkar. Bazen bir ressam tuvalinde; bazen de bir duvar ustasının elinde. İmgelemde yani üretimin açığa çıkmasını sağlayan şey bir imtiyaz ilişkisi değildir. Cehalet Antik Yunan’da da vardır, Ortaçağ’da da, Modern dönemde de! Cehalet elleriyle tutmadıkları gözleriyle görmedikleri hiçbir şeye inanmayanlardadır der Platon. Yani demem o ki bilim pratiği altında da pozivitizme gömülü kalabilirsiniz. Cehalet bayrağını elden düşürmeyebilirsiniz! Bu gibi sorunsallarıyla birlikte öğrenim süreci çatışmalı bir alan ve her tür fikir resmi tedrisatın dışına çıkmaya mümkün; düşünme işlemi söz konusu en nihayetinde ve tekillikler devreye giriyor. Kimin ne düşündüğünü bir ‘act’e yönelmediği sürece kimse gerçek manada denetleyemez. Kurum bütünüyle bir sağaltım mekanizma olarak inşa edilse dahi bu çatışmalı yapısı ortadan kalkmaz. Yine temel bir sorunsal olarak eğitim-öğrenim sürecinin temel bir ihtiyaç olarak sunulması ya da hak olarak önümüze koyulması sorunu var. Eğitim değil ama öğrenimin kişinin kendine dair sorular üretmesinin doğal bir unsuru bana kalırsa öğrenim temel bir ihtiyaçtan çok, hak nosyonu üzerinden ele alınır ise haktan kimin yararlanacağı gücü kimin muhafaza ettiğinin inisiyatifine bırakılmış olur. Herkesin mülkiyet hakkının olduğunu söylemek “herkesin”(minimum iki kişinin) aynı şeyi arzulayabileceğinin de bilgisiyle söylenmiş bir laf kalabalığıdır. Pek tabii bilinçlice söylenmiş! Bu anlamıyla toplumsal mülkiyet ve bilginin toplumsallığından bambaşka mecrada ilerlemektedir süreç.
Üniversitenin bir kurum olarak şekillenmesine dair: ticaretteki gelişmeler sonucunda büyük yerleşim merkezlerinin kurulması, kentli ve refah içinde yaşayan bu kesimin öğrenme isteği ya da öncesinde dini kurumlar üzerinden yapılagelen öğrenim ve bu kurumun sınırlılığından kaynaklı fertlerin din dışı konularda öğrenim görme isteğine varana değin durumu açıklayan seküler tandanslı açıklamalarla karşılaşmak mümkün. Bir başka açıklama ise şöyle: Orta Çağ üniversitelerinden önce Avrupa’da kilise, katedral ve manastır okulları ve bir de özel hocaların belli bir gruba ders verdikleri merkezler vardı. Bu merkezlere “Studium generale” adı verilmekteydi. Böylece Avrupa’nın birçok şehrinden çeşitli konularda eğitim görmek isteyen çok sayıda öğrenci Studium generalelerde toplanmıştır. Doğal olarak, eğiticilerden iyi olanlar daha fazla talep görmeye başlamış ve ardından da zamanla öğretmenler ve öğrenciler dernek-lonca benzeri örgütlenmelere gitmişlerdir. Studium generaleler belirli bir müfredat ya da ders programına göre eğitim vermemişlerdir. Öğrencilerin öğretmenlerini birer eğitimci olarak ve istedikleri zaman dinledikleri Studium generalelerde aynı zamanda benzer konularda eğitim veren öğretmenler bir araya gelerek örgütlenmeye başlamışlar, papa ve dönemin hükümdarları tarafından da siyasi ve maddi destek görerek kurumsallaşma aşamasına gelmişlerdir.[3]
Eğer dini kurumlara bir alternatif olarak modern üniversiteler şekilleniyorsa baştan bilginin kamusal düzeyde arandığı mekan olarak kiliselerin kabulü kaçınılmaz olduğu gibi ölçek de o dini benimseyenler ya da o hegemonyayı tanıyanlar üzerinden baştan sınırlandırılmış olur. Yani universitas evrensel bilgi tartışması kesintiye maruz kalır. Çünkü siz evrensel bilgi üretme iddiasında iseniz bu bilgiyi kiliseden de üniversitede dışından da muaf tutamazsınız. Kaldı ki bilginin toplumsal üretiminin gerçekleşeceği kamusal alanlar kendini bir kurumun ya da alanın olumsuzlaması üzerinden inşa edemez. Kilisenin etkisini sürdürdüğü dönemde de bu kamusal alanlardan biri kahvelerdi. Bir kahve-kilise ikiliğinden bahsedemesek de genel olarak bir kilise-üniversite dikotomisinden bahsedebiliyoruz. Mesele bilginin edinimi, onun tekilliği ya da evrenselliği noktasındaki tartışmadan daha boyutlu görünüyor bu durumda! Egemenlik ilişkilerinde paradigma deşikliği. Bu tartışmayı biraz daha somutlarsak temelde bir ticari örgütlenme olan loncaların üyelerinin mesleki eğitim sorumluluğunu üzerine alması tartışmayı ilerletmek açısından elzemdir. Bologna Üniversitesi gibi öğrencilerin denetimindeki bir lonca modeli ile Paris Üniversitesindeki öğretim üyeleri lonca modeli. “Kurulan ilk iki üniversite olan Bologna ve Paris üniversiteleri diğerlerine örnek oluşturmuştur. Bunlardan Bologna daha çok bir öğrenci birliği olarak, Paris ise öğreticiler birliği olarak kurulmuştur. Birlik, ortaçağda tüm meslek loncalarında olduğu gibi belli haklara sahiptir: Belli davalarda ve kriminal vakalarda yargılama, derece verme, ve tüm üniversitelerde öğretebilme hakkını (licentia ubique docendi) verme gibi.”[4]
Her ikisi de lonca modeli olması itibariyle benzer değerlendirmelerden muzdariptir. Yine Ortaçağ üniversitelerinde fakülteler birliği belirli disiplinlerle sınırlı iken sanayi devrimi ile birlikte sürekli olarak alt-disiplinlerle, uzmanlaşma gerektiren yeni bölümlerle karşılaşıyoruz. Ortaçağ üniversitelerindeki Hukuk* ve Teoloji öğreniminin yanına Modern dönemde Uluslararası İlişkiler gibi departmanlar karşımıza çıkıyor, kurulum aşamasından itibaren uluslararası olma iddiasında olan bir kurumda Uluslararası İlişkiler bölümü! Bilim kendi içinde fizik, kimya, astronomi adı altında bölündüğü gibi; felsefede benzer bir “kaderi” paylaşıyor. Bu da yetmiyor kimya mühendisliği, fizik mühendisliği gibi uzmanlaşma gerektiren bölümler yakın dönemde karşımıza çıkıyor. İşbölümü ve uzmanlaşma arasındaki moment göz önüne alındığında ve bu esasen üniversite dışında gelişen bir düzenleme olduğunu da hesaba katarsak bunun doğrudan otonom olan bu kuruma sirayet etmesini nasıl açıklayacağız? Dönemselleştirme yaparak Piyasanın koşulsuz egemenliği koşullarında eğitim sözlerine sarılarak mı? Pekâlâ yarı-özerk bir kurumda sonuçta bu özerkliğini yitirebilir. Ama bütünüyle özerk olduğu iddia edilen bir kurumun bütünüyle bağımlı hale gelmesine vurgu yapan açıklamalar aynı şeyden bahsetmediklerinin ayırdında olmalıdırlar. Ya yeni dönemde olan şirkettir. Ya da eski dönemde olan üniversitedir. Ya da kamu otoritesinin birtakım yasal düzenlemelerinden azade olmayan üniversiteleri bugün gittikçe siyasal iktidarlar ve sermaye gruplarının inisiyatifine geçmiştir. Üniversite-Kamu otoritesinden, Piyasa Otoritesi-Üniversite denklemine geçiş. Üniversite başlangıç itibariyle meta dışı ilişkilerin hüküm sürdüğü bütünüyle “özerk” bir kurumsa da bugün karşımızda olan şeye üniversite değil şirket dememiz -ki bu adlandırma salt özel üniversitelerle de sınırlı tutulmamalı- tutarlılık gereğidir. Yine bu otonomi tartışmalarıyla benim doğrudan ilişkilendirmekte sakınca görmediğim bir husus olarak beklenti meselesi var. Bu ebeveynlerin çocuklarından beklentileri olmadığı gibi sitenin yurttaşlardan beklentisi değil. Toplumun üniversitelerden beklentisi olarak tarif ediliyor. Otonom bir kurum nasıl olur da dışarıya cevaz vermek üzere kendini konumlandırır. Bunun kendinde iyi ya da kötü gibi yargılardan uzak durarak söylüyorum. Bu pozitif bir şey olarak sunulsa dahi otonominin heteronomi lehine bozulmasıdır. Gelgelelim içinde bulunduğumuz Neo-liberal döneme. Burada ki neo olan nedir diye sorulacak olursa iktidarın devlet (bürokrasi), piyasa (şirket) ve toplum (sivil toplum örgütleri) düzeyleri arasında ve piyasa lehine birbirine eklemek olduğunu söylemekle yetinelim. Noktalayacak olur isek; öğretimsel aygıtı, Kapitalist toplumsal formasyonlarda egemen DİA(devletin ideolojik aygıtı) gören Althusser bu DİA’nın işleyişine dair şu ifadelerde bulunur: 1) Tüm DİA’lar, hangisi olursa olsun, aynı hedefe yönelir: Üretim ilişkilerinin yeniden-üretimi 2) Her biri bu tek hedefe kendine özgü yoldan katkıda bulunur: Siyasal aygıt bireyleri devletin siyasal ideolojisine uydurur -bu, ya “demokratik”, “dolaylı” (parlamenter) ideolojidir, ya da “dolaysız” (plebisitçi veya faşist) ideoloji. Haber aygıtı, tüm “yurttaşları” basın, radyo, televizyon ile günlük milliyetçilik, şovenizm, liberalizm, ahlâkçılık vb. dozlarıyla besler. Kültürel aygıt da aynı şeyi yapar (şovenizmde sporun rolü en ileri derecededir) vb. Dini aygıt ölüm, evlilik ve doğum gibi önemli törenler veya vaızlarla, insanın bir yanağını tokatlayana ötekini sunacak kadar kardeşlerini sevemiyorsa, külden başka bir şey olmadığını hatırlatarak. Aile aygıtı… Fazla üstünde durmayalım. 3) Bu konserde, kimi zaman çelişkilerin (eski egemen sınıfların kalıntılarının, proletarya ve örgütlerinin çelişkileri) bulandırdığı tek bir partisyon ezgiye egemendir. Hıristiyanlıktan önce, Yunan Mucizesini, Hıristiyanlıktan sonraysa, ebedî şehir Roma’nın ihtişamını ve özel ve genel Menfaat’i vb. yaratan Yüce Atalar’ın hümanizminin büyük temalarını katan, şimdiki egemen sınıf ideolojisinin partisyonu. Milliyetçilik, ahlâkçılık ve ekonomizm. 4) Oysa bu konserde, ezgisine kulak verilmese bile, bir DİA açıkça egemen rolü oynar; öylesine patırtısızdır ki! Okul.[5]
[*]Bu ilk dönemde Hukuk öğreniminin verilmesi dahi manidardır. Nil deltasında Nehir taşkınları sonucu matematiksel denkleme ihtiyaç duyulması ile ya da gök cisimlerini gözlemleme amacıyla astronominin ortaya çıkmasından da, tıp ve felsefe öğreniminden de bambaşka bir inşa sürecine sahiptir Hukuk.
Aristoteles’in bilgi türleri arasındaki sınıflandırması üzerinden gidecek olursak techne, phronesis, episteme, sophia ; kabaca teknik, politika, bilim ve felsefe olarak adlandıracağımız bu bilme türleri içinde, benim haklarım nedir diye soru sorma etkinliğini bulamayız. Hukuk etik mekandan uzaklaşma ile normatif alanın tesisi üzerinden kendini var etmiştir. Antik dönemde de mahkemeler ve yasalarla karşı karşıya olmamız onu doğal kılmaz. Hak ve doğallık kavramları kendi içinde oksimorondur. Hak edinilen ya da bahşedilen bir şeydir sende olan değil. Bu bağlamda Ortaçağda, genel düzeyde de öğrenimin ticaret hukuku üzerinden gittiği de hesaba katılırsa perdenin aralanması ile birlikte bu ilişkinin “özgüllüğü” fark edilebilir.
Ek Okuma Listesi
MADRASA AND UNIVERSITY IN THE MIDDLE AGE, George Makdisi
[1] “Üniversite” kelimesi köken olarak Latincedir. Yani Universitas. İlk olarak bu kelimeye Cicero’nun Latince metninde rastlanmaktadır. Erken Ortaçağ’da bu kelime, colleage, toplum ve beden kavramlarının bir birleşimidir. Terminolojideki üniversite kavramı, bir grup insanın adli olarak var olmasından oluşmaktadır. 1200’lü yıllarda İlk olarak tek bir vücutta hem yöneticiler hem de öğrencilerden oluşan bir toplum anlamında 1221’de Paris’te kullanılmıştır. Yani “nos universitas magistrorum et scolarium (Yönetici ve Öğrencilerin üniversitesi)”. Ayrıntılı bilgi için bkz. Gabriel, (Trz): 282); Rait, 1918: 10. (akt. Pınar Ülgen, Geç Ortaçağ’da Üniversiteler ve Eğitim ) old.mku.edu.tr/…/Microsoft%20Word%20-%2021_Ulgen.pdf
[2] Althusser, Foucault, İllich ve okula dair pozitif değerlendirmeler taşıyan diğerleri.
[3] Ortaçağ’da İlk Üniversiteler Studium Generale, Felsefe Dünyası 2004/1 Sayı:39
[4] http://tr.shvoong.com/humanities/history/2207521-%C3%BCniversitenin-tarihi/
[5] Althusser, L (1991), İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çev.: Yusuf Alp, Mahmut Özışık, İletişim Yay., İstanbul
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.