Osmanlı orduları Viyana’yı kuşattığı sırada, kilisenin büyükleri, kentin kadınlarına bekâret kemeri takmayı tartışıyorlarmış. Biri geçenlerde “kızlarla erkeklerin aynı merdiveni kullanmalarından rahatsız olduğunu” söylüyordu, ondan önce de biri “hamile kadınların sokaklarda dolaşmasından”… Şeytan da kadınların elbiselerine takmış kafayı; hep çıkarmak istermiş. Belli ki başımızda çok büyük sorunlar var. Yoksa iktidar partisinin genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Şahin, “Gezi eylemleri […]
Osmanlı orduları Viyana’yı kuşattığı sırada, kilisenin büyükleri, kentin kadınlarına bekâret kemeri takmayı tartışıyorlarmış. Biri geçenlerde “kızlarla erkeklerin aynı merdiveni kullanmalarından rahatsız olduğunu” söylüyordu, ondan önce de biri “hamile kadınların sokaklarda dolaşmasından”… Şeytan da kadınların elbiselerine takmış kafayı; hep çıkarmak istermiş.
Belli ki başımızda çok büyük sorunlar var. Yoksa iktidar partisinin genel başkan yardımcısı Mehmet Ali Şahin, “Gezi eylemleri müebbetlik suç kapsamında” der miydi? Belli ki hükümet kendi geleceğinden kaygılı. Vatandaşların önemli bir kısmı da geleceklerinden… Dışişleri Bakanı da illa Suriye’yi işgal edecek… İnsanın aklına Red Kit’in “Hâkim Ben” macerasındaki, her seferinde söze “asalım” diye başlayan savcı (aynı zamanda kasabanın ölü kaldırıcısı) geliyor.
Bu resme biraz geri çekilip baktığımızda, bölgedeki savaşlar, isyanlar, darbeler. Biraz daha uzaktan bakarsak, küresel ekonomik kriz, gerileyen hegemonyacı güç… Nihayet iyice uzaktan, örneğin uzaydan bakacak olsak mavisi solmaya başlayan bir gezegen… Bu sonuncusu çok yararlı bir perspektif sunuyor. Çünkü diğer sorunların çözülebilmesi için mavi gezegenin yaşamı destekleyecek durumda kalması gerekiyor. İşte bu noktada karşımıza “önemlinin anlamına” ilişkin zorlu bir soru çıkıyor.
Batmış bu dünya, bitmiş bu dünya
Orhan Gencebay, ciddi teolojik, siyasi sorunları çağrıştıran şarkısında, “Batsın bu dünya, bitsin bu dünya” diyordu. Geçenlerde birisi elime, al tatilde okursun diyerek “10 Milyar” başlıklı bir kitap sıkıştırdı. Uçakta okurken o şarkıyı anımsadım: Gerçekten “bitmiş bu dünya”…
Abartıyor muyum? Gelin küresel kültür endüstrisinin “geleceği” hayal eden “Kurgu Bilim-Fantezi” ürünlerine bakalım.
Yalnızca “gişe filmlerine” yoğunlaşarak yapılan hızlı bir taramayla, 2010-2013 arasında uygarlığın yok oluşunu hayal eden 20’den fazla film bulmak olanaklı. Bu filmlerde, din temalı olan az sayıda örneği (Knowing, Book of Eli, belki Prometeus vb.) bir kenara bırakırsak, karşımıza iki ana tema çıkıyor: Doğadan, insandan kaynaklanan nedenler (Melancholia, Contagion, In Time, 4:44 Last Day on Earth,) ve uzaylılar.
Diğerlerinden çok daha yaygın olan uzaylılar teması da iki alt “janr”a ayrılıyor. Teknolojik olarak çok ileri, sömürgeci, hatta soykırımcı uzaylılar karşısında insanlığın hiçbir kazanma şansı yoktur (Skyline, Oblivion, Close encounters of the 4th kind, Dark Skyies vb.) Bu “janr” içinde “4. Kind, Prometeus, Dark Skies,” insanlığın yaratılışını da uzaylılara bağlar: Yaratanlar, mühendisler, şimdi geri gelmiş. Proje başarısız olmuş, yıkıp yeniden yapacaklar. Ama yapabilecek bir şey de yok. İkincisi, insanlığın ilk karşılaşması yenilgiyle sonuçlanmakla birlikte, hayatta kalanların, “uzaylı emperyalizme” karşı halk savaşlarını anımsatan bir yöntemle bir gün gezegenlerini geri alma umuduyla savaşmaya başlamaları (Batte of Los Angeles, Host vb.)
İnsanlığın, uzaylılar karşısında zafer kazandığı çok az sayıda örneğin ise komedi “janr”ına ait olması da (Indepenence day-1996; Attack on the Block, The Watch, The World’s End) düşündürücü.
“Bunlar kültür endüstrisinin ürünleri, fazla anlam yüklemek doğru olmaz” denebilir. Ancak, bu endüstri egemen ideolojinin olduğu kadar “zamanın ruhunun”, hatta uygarlığın kendini düşünme biçimlerinin yaratılmasında büyük rol oynar. Esas amaçsa para kazanmak, kâr yapmaktır. Bu yüzden, bu mallar (estetik ürünler) üretilmeden bu malları almaya hazır bir alıcı kitlesi de şekillenmiş olmalıdır. Bu filmler “kapitalist gerçekçiliğin” insanda yarattığı umutsuzluğu yansıtır ve sömürürken yeniden üreten ürünlerdir. Son yıllarda çoğalan “Vampir”, “Zombi” fantezilerini de ekleyebiliriz bu listeye. Yerim kalmadı, ama kısaca bunların canlı olmayan, ama ölü de olmayan, canlıları tüketerek varlıklarını sürdüren canavarlarla ilgili olduğunu anımsayabiliriz. Derin bir kriz yaşayan kapitalizm, özellikle finans sermayesi gibi…
Kısacası bugün dünya halklarının, kapitalist uygarlığın doğum yeri, merkezi Batı’da egemen ruh hali, “Batmış bu dünya”, “Bir çıkış yok” biçimindedir. İnsanın sosyal bilincini sosyal varlığı belirlediğine göre, bu umutsuzluğun kaynağını da toplumsal varlığın egemen biçiminde aramak gerekiyor.
‘10 milyar’
Karşımızda iki yol var. Biri kolay, ama umutsuzluğa yol açıyor. İkincisi biraz karmaşık, uzun ama bir umuda açılıyor. Birincisi, “10 Milyar” (Dünya nüfusu yakında on milyara çıkacak) başlıklı kitapta olduğu gibi nüfus artışı sorunundan geçiyor: Gezegenin kaynaklarını, ekosistemini hızla bozuyoruz, nüfusumuz hızla artıyor. The Economist’in vurguladığı gibi “herkes bu çelişkiden yararlanarak kâr yapmak istiyor, ama sorumluluk almak isteyen yok!” Öyleyse çözüm de yok, Dan Brown’ın “Inferno” kitabındaki senaryoyu saymazsak… Bu durumda karşımıza, sorunu daha da ağırlaştıran, “Kapitalist gerçekçilik” içinde kâr, haz yapma, bugüne odaklanma eğilimi ile, sorunu çözmekten çok “öbür dünyaya” giderek kurtulma önerisini birleştiren dinci yaklaşımlar çıkıyor. Siyasal İslam da bu zeminde güçlenmedi mi?
Bir yol daha var. “10 Milyar” başlıklı kitaptaki, “nüfus artışı, atmosferde CO2 oranı, küresel ısınma, deniz sularının ısınması, canlı türlerinin, ormanların yok olma hızı, içme suyu kullanımı, deniz canlılarının tüketimi, kitlesel taşımacılık, büyük su baskınları, büyük yangınlar”la ilgili krizin derinliğini gösteren grafiklere bakınca iki şey dikkatimizi çekiyor. Birincisi, bu grafikler yüzyıllar boyu belli belirsiz bir artış sergilerken 19. yüzyılla birlikte hızla yükselmeye başlıyorlar. İkincisi biraz daha yakından bakınca, bu yükselişin 1970’lerden sonra baş döndürücü bir hıza ulaştığı görülüyor.
Kısacası, sanayi kapitalizmiyle birlikte gezegenin geleceğini tehdit eden gelişmeler başlıyor, giderek hızlanıyor. Bu hızlanma, kapitalizmin yapısal krizi ve “küreselleşme” döneminde baş döndürücü bir hıza ulaşıyor. İnsanlık bu durumun ayırdında, bu da yukarıda değindiğim “bu iş bitti” ruh haline yol açıyor.
Bu durumdan, “asrı saadet” özlemiyle geriye doğru bir çıkış yok. Tek yol ileriye doğru: Süreçleri, kapitalizmin ekonomik önceliklerinden kurtaracak biçimde siyasallaştırmaktan, kapitalizmi aşmaya çalışmaktan geçiyor. Bugün, tüm yerel sorunların cazibesine karşın “önemlinin anlamı” burada yatıyor.