Gezi direnişinin bizlere öğrettiği bir ton şeyin başında sol düşünürlerimizin ve/veya düşünüş tarzlarımızın kendi içinde bir elitizm ile harmanladığı ve Marksizmin de temel kurallarından olan “objektif şartların objektif tahlili” ilkesinden uzaklaştığı gibi aynı zamanda “eleştiri-özeleştiri-eleştiri” kuralından da bihaber olunduğu idi. Direniş süreci içerisinde oluşun birçok olay ve yaşantı bizlere aynı zamanda halkla sol siyasetlerin kuramadığı […]
Gezi direnişinin bizlere öğrettiği bir ton şeyin başında sol düşünürlerimizin ve/veya düşünüş tarzlarımızın kendi içinde bir elitizm ile harmanladığı ve Marksizmin de temel kurallarından olan “objektif şartların objektif tahlili” ilkesinden uzaklaştığı gibi aynı zamanda “eleştiri-özeleştiri-eleştiri” kuralından da bihaber olunduğu idi. Direniş süreci içerisinde oluşun birçok olay ve yaşantı bizlere aynı zamanda halkla sol siyasetlerin kuramadığı ya da sınırlı ölçüde kurduğu iletişimin nedenlerini de göstermeye başlamıştı. Direniş süreci üzerine yazılmaya devam edilenler ise bu nedenleri göstermeye devam ediyor.
Bunun bir örneğini Sendika.Org’da yayınlanan Ankara’daki turuncu bayrakların “esbab-ı mucibe”si başlıklı yazıda görüyoruz. Yazıda Tuzluçayır’da ve Dikmen’de direnişe geçen ‘Angaları bebeler’den bahsediliyor. Tuzluçayır direnişini gün gün yaşayan ve Tuzluçayırın direnişe katılımı ile ilgili olarak bir belgesel yapma amacıyla belgeleyen bir kişi olarak Tuzluçayır’da direnişe geçen Angaralı bebeler tanımlamasını yadırgıyorum. 1970’lerden bu yana sol ve alevi ailelerin yerleştiği ve o yıllardan başlayarak bölgesinde solun kalesi sayılan, 1980 öncesi çatışmanın ve polis-asker saldırısının eksik olmadığı ve halen “Küçük Moskova” olarak tanımlanan Tuzluçayır ile yazıda anlatılan Angara bebelerini bir araya getiremiyorum.
Yazıda şöyle söylenilmektedir; “Çoğu işsizdir; hasbelkader lise bitirilmiştir. Üniversite hayatlarında yoktur; sorulduğunda ya hayat üniversitesi mezunu olduğu söylenir ya da kaldırım mühendisliği. Günün hangi saatinde olursa olsun kaldırımlarda, parkların kuytu köşelerinde karşınıza çıkarlar. Ağırlıkla çekirdek çitlerler, kaldırımlarda zaman geçirirler, ucuz satılan kaçak sigaralardan içerler, o bile olmaz çoğu zaman yanlarında. Giyimlerinden tanırsınız onları; metro altı dükkanlardan ya da sosyete pazarından ucuz yollu alınmış kot giyerler; pantolonlarının belleri düşüktür, ayaklarında çakma nike olur. Saçları abartılı jölelidir, yaka bağır açıktır. Üstü açılmadık küfürleri duyarsınız yanlarından geçerken, açıkçası doğrudan bakmaktan imtina edersiniz. “Ne bakıyon la” dedikleri an, durumdan sıyrılmak sizin yeteneğinize kalmıştır.”[1]
Direniş zamanında çoluk çocuk, genç yaşlı sokağa çıkan, büyük çoğunluğunun siyasi geçmişi, sendikal mücadelesi, sol kitle örgütlerinde örgütlülüğü bulunan bu insanların, eğitimsiz, apolitik, küfürbaz vs. şeklinde tahlili yapılan Angara bebelerinin yukarıdaki anlatımları ile bizzat sokakta olanları tanımlamakta oldukça uzak kalıyor. Bunun bir sebebi sokağın izlenimlerinin sol siyasetimize, akademimize, yapışık kalmış izlenimin kendisinden uzak kalarak, masa başı çalışma geleneğinden kaynaklanmış olabileceği gibi, sokağa bakıldığında görülen kendi duruş noktasından halkın, toplam olarak bu bakışı ifade etmesinden de kaynaklanabilir. Çünkü solumuzda yapışmış -biliyor olmanın getirdiği- elitizm diğerlerini ve bakılan toplamı, bir şekilde kendisinden aşağı görmeye eğilimlidir. Tabii direnişi salt ellerde bayraklarla araba turu atmak olarak anlayan birkaç “Mustafa Kemal’in askeri” araba gücüyle kendisini görünür kılmış da olabilir. Her ne kadar bu tip hareketler halktan tepki alsa da bunlar da yok değildirler. Ve böylelikle de Tuzluçayır’da sokağa çıkan genç yaşlı, anne, baba, çocuk, solcu, alevi, ilerici insanlar, siyaset geçmişinden uzak, tarif edilen Angaralı bebeler tanımlamasına maruz kalıyor olabilirler.
Mekan ve direniş kültürü ile ilgili kısa bir şey söylemek istersek Tuzluçayır yıllardan bu yana Kızılay’da bir eylem dahi olduğunda Toma’nın, eskiden Panzer’in göbeğine dikildiği bir bölgedir. Genel olarak Gezi direnişi ise sınıf mücadelesinden kopuk bir direniş değildir. Kimi sendikal örgütler vs.nin direnişle bağ oluşturmaması işçi sınıfının direnişin içinde olmadığını göstermez. Sömürülenler direnişin içindedir. İşçiler, memurlar, işçi çocukları, sermayenin yedek işçi ordusu işsizler direnişin bileşenleridir. Örneğin Ethem Sarısülük de Tuzluçayır’da büyümüş bir işçidir.
Bunun yanında, sol siyasetler Kürt’lerin Gezi direnişine katılmadığından dem vura dursun, Tuzluçayır’da Kürtler de ilk başlarda bireysel olarak sonra da örgütlü bir şekilde BDP bayrağıyla katılmışlardır. Hatta TGB’liler tarafından bilinen saldırılara maruz kalmış ve ilçe binalarının camlarının kırılmasına kadar olaylar uzamıştır. Olayları sonlandıran ve müdahale eden ise gene Tuzluçayır halkıdır. Tuzluçayır ise geceler boyu yazıda bahsedilen turuncu bayrak da dahil çeşitli kitle örgütlerinin ve derneklerinin bayraklarıyla bir renk cümbüşü haline gelmiştir.
Peki Angaralı bebe tanımlamasına karşı çıkmak nedendir. Çünkü bizzat bu tanımlama aslında övüyor görünürken rahatsız edici, itici bir tanımlamayı yaparak Angaralı bebeleri ötekileştirmektedir de. İroni zaten esas olarak buradadır. Överken ötekileştirmek, tanımlamanın ve kategorileştirmenin bu yolla da kendinden ayrılığının ortaya konulmasıdır. Uzun bir süredir ekonomik, akademik, siyasal analizlere Dünya Bankası dilinden akıp gelmiş ‘Varoşlar’ edebiyatının, yoksulluk araştırmaları ve tanımlamalarının dilidir. Tuzluçayır’da sokağa çıkan binlerce kişinin kim olduğuna yönelik tahrifle beraber, sol siyasetlerin işte bu bebelerle -örneğin halkevlerinin- iletişim içindedir diyerek övgüsü, Halkevlerinde bulunan insanları da tam olarak analiz edememekten kaynaklanmaktadır.
Peki halkımızın çoğunluğu sosyete pazarından, metro altındaki dükkanlardan alışveriş yapmamakta mıdır? Sigaraya gelen zamlardan sonra işçi, memur, öğrenci binlerce insan kaçak sigaraya hatta tütün içmeye geçmemiş midir? Hangimiz ya da kaç üniversite öğrencisi ‘gerçek’ Nike alıp giyebilmektedir? Ya da giymeyi istemektedir? İnsanları tüketim noktalarından değerlendirmek ve bunu alıp kültürel kodlarla bir araya koymak egemen sınıflandırma türlerinin yanına yerleşen sol elitist sınıflandırma türüdür. Sen ve ben ayrımını hayatlarımızın her yanına koyduğumuz koşullarda siyasal iletişimlerde, bu sen ve ben, biz ve onlar ayrımlarından muzdariptir. Bunun övgüyle ya da yergiyle olması kategorileştirme ve ayrıştırma sonucunda pek bir fark göstermez.
Solumuza -elbette ki dünya ölçeğindeki tartışmalardan nasiplenerek-, olayları tarihsel süreçleri ile bir ele almama ve olayları parçaların bütünü oluşturduğu ve her parçanın bütünü yeniden parçalara doğru geliştirdiği şeklindeki anlayışla bakmama özelliği yapışıktır. Gezi direnişine bağımlı bağımsız birçok unsur, kişi, topluluk vs. katılmıştır. Fakat direniş birçok yenilik getirse de beslendiği öncel kaynaklar da yok değildir. Nasıl ki insanlar ilk defa bir baskıyla karşı karşıya gelip direnişe geçmemiş, bir birikimin sonunda direnişe geçmişse, direniş dinamikleri de tarihsel olarak mevcuttur. Örneğin, Gezi direnişinden daha birkaç hafta öncesine kadar taraftar grupları maç çıkışlarında birbirlerine bıçakla saldırıp kan dökerken[2], haziran direnişi sürecinde aynı taraftar gruplarının el ele, kol kola direnişlerine şahit olduk. Bu durum elbette ki birden bire ortaya çıkan bir şey de değildi. Taraftar grupları maç çıkışlarında polisle çatışmaya çoktan alışmış ve bu konuda oldukça iyi bir deneyim elde etmişlerdi. Birkaç zamandır da statlardan hükümet protestoları yükselmekteydi. Çarşı grubu ise yıllardır bilinçli muhalifliği ile ön sıralardaydı. Gezi direnişi ise bu ruhu bir araya getirdi ve geliştirdi.
Sokaklarda, mahallelerde direnişe geçen halk için de aynı şey geçerliydi. Elbette ki yeni katılanlar, Angaralı bebeler, Adanalı Allah’ın adamları, arabalarına yolda patinaj çektirenler vs. vardı. Fakat direniş ne Armutlu için, ne Gazi için ne de Tuzluçayır için yeni bir şeydi. Direnişi objektif şartların objektif tahlili ilkesi ışığında görmek ve ancak sürecin doğru tahlili neyin ne olduğunu anlamımıza yarayacak ve bizleri bir ileri noktaya taşıyacaktır. Gerisi siyasal iletişimimizde kuracağımız onlar bizlere, tahriflerimizle oluşan büyük beklentilere, halkın istediklerini doğru tahlil edememeye, halkı tahlil edenden ayrı ele alan ve onunla bir olamayan sonuçlara götürecektir.
Bu yazının yazıldığı şu sıralarda Tuzluçayır yine direniyor. Bu sefer CEM Vakfı ile Cemaatin ortaklaşa yıllardır özellikle CEM Vakfı eliyle süren Alevileri asimilasyon çabalarının bir tanesi olan Camii-Cemevi yapımına karşı direniyor. On yıllardır süren direniş geleneği, sol siyasal bilinci ile direniyor. Alevi kimliğinin asıl olarak ne olduğunun bilinciyle, yüzyılların getirdiği zalime, baskıya, yaptırıma karşı direniş kültürü ile direniyor. Derdinin çokta Tomalara diren yakışıklı çık, kızlara hoş görün olduğunu zannetmiyorum. Derdinin bu ülkenin özgürleşmesi, halkın inanışlarının asimile edilmemesi, katliamların, yaptırımların, yağma ve talanın son bulması olduğunu düşünüyorum. Egemenlerin hesap edemedikleri belki de Tuzluçayır’ın bu şekilde direneceği, Tuzluçayır’ın yıllardan beri süregelen siyasi altyapısının ne kadar güçlü olduğudur.
* Tahsin BAŞKAVAK
Ankara Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Yüksek Lisans Öğrencisi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.