Tayyip Erdoğan, Haziran isyanının neden vuku bulduğunu açıklarken kendisi ve uyguladığı politikalar dışında herkesi suçlamıştı. Ona göre işin arkasında marjinal sol gruplardan CHP’ye, İsrail’den Almanya’ya, Ergenekonculardan Koç grubuna kadar geniş bir ittifak mevcuttu. Ama gösterdiği hedeflerden bir tanesi AKP’lileri, özellikle AKP’li patronları bile hayrete düşürmüştü; Faiz Lobisi. Tayip Erdoğan asıl suçlunun uluslararası faiz lobisi olduğunu […]
Tayyip Erdoğan, Haziran isyanının neden vuku bulduğunu açıklarken kendisi ve uyguladığı politikalar dışında herkesi suçlamıştı. Ona göre işin arkasında marjinal sol gruplardan CHP’ye, İsrail’den Almanya’ya, Ergenekonculardan Koç grubuna kadar geniş bir ittifak mevcuttu. Ama gösterdiği hedeflerden bir tanesi AKP’lileri, özellikle AKP’li patronları bile hayrete düşürmüştü; Faiz Lobisi. Tayip Erdoğan asıl suçlunun uluslararası faiz lobisi olduğunu ilan ediyordu. Oysa AKP döneminde ona sırtını dayayarak büyüyen sermaye gruplarının asıl dayanağı bu sözü edilen faiz lobilerinden aldıkları dış borçlardı. Hatta AKP Hükümetinin kendisi de o şatafatlı projelerini (duble yollar, havaalanları, uçak filoları, AVM’ler..) gerçekleştirmek için bu faiz lobisinin sıcak paralarıyla ısınmışlardı. AKP 2002’de iktidara geldiğinde kamu ve özel sektörün toplam borcu 130 milyar dolardı, şimdi bu borç 337 milyar dolar.
Peki, ne olmuştu da şimdi düşman kesilmişti bu faiz lobisi ya da başka bir biçimde sorarsak Tayyip bu istihbaratı nereden almıştı? Aslında bütün bu hikayenin kaynağı ABD idi. (Tayyip’in bilip de söyleyemediği gerçek oyuncu) Bilindiği gibi ABD’nin 2008-2009’da yaşadığı ekonomik krizden sonra, bu krizi aşmak için keşfettiği(!) yöntem bolca dolar basarak piyasalara pompalamak olmuştu. Bu arada hatırlatmak gerekir ki dünyadaki tüm ülkeler içerisinde sadece ABD, istediği kadar doları hiçbir karşılık göstermeden basabilme hakkına sahip. ABD Merkez Bankası bir taraftan dünyaya ucuz dolar satarken diğer taraftan da ülke içindeki faiz oranını neredeyse sıfır düzeyinde tuttu. Bunun doğal sonucu olarak ABD ekonomisi üretime yönelirken, işsizlik azalırken başta Brezilya, Endonezya, Hindistan ve elbette Türkiye gibi ülkeler bolca dolar borçlandı. Nihayetinde bu süreç hep böyle gitmeyecekti ve gitmedi de. 21 Mayıs 2013’te yani Haziran isyanından on gün önce ABD Merkez Bankası, bu para politikasından artık vazgeçeceğini açıkladı. Aslında Tayyip Erdoğan’ın kulağına fısıldanan(!) istihbarat da buydu. Yaklaşık iki-üç ay sonra başına gelecekleri bilen Erdoğan, şark kurnazlığıyla olacakların suçunu Gezi direnişçilerine atıverdi.
Şimdi 1 dolar 2 tl’yi geçmiş durumda ve artmaya da devam edecek. Bu seviyelerde eklenecek her 20 kuruş, dolar cinsinden borçları ve yapılması planlanan projeleri (örneğin 3.köprü gibi) yüzde 10 arttıracak. AKP’nin projelerinin neredeyse tamamı döviz üreten, yaratan projeler olmadığı için daha büyük bir borç sarmalının oluşacağı kaçınılmaz. Merkez Bankası verilerine göre, Türkiye 12 ay içerisinde 165 milyar dolarlık dış borç ödemek zorunda. (Bunu nasıl yapacak? Daha yüksek faizle borçlanarak elbette!) Bugüne dek Türkiye’nin de içinde olduğu ülkeler kuşağının görece iyileşme göstermesinin temel nedeni, ABD’nin bu dönem uyguladığı (kendi derdine çare olmak için) ucuz dolar politikası ve kısmen de Çin ve AB ülkelerinin bu ülkelerle girdiği kısmi ticari ortaklıklardı. Ayrıca bu kuşak ülkelerde bu dönem boyunca sağlanan siyasi istikrar da dünya piyasalarında dolanan sıcak para için (paradan para kazananlar için) cazibe oluşturuyordu. Artık bu üç parametre de değişmiş durumda, özellikle AKP yönetiminde bir Türkiye için.
On yıllık iktidarları boyunca bilmem kaç bin km yol kat ettikleriyle övünen Gül-Erdoğan ikilisi Türkiye’nin ihracat portföyünü genişletemediler. Türkiye hala ihracatının üçte ikisini Avrupa ülkelerine yapıyor. “Komşularla sıfır sorun” dış politikası, “komşularla hep sorun”a dönüştüğünden beri de komşularla var olan ticaret hacmi sürekli geriledi. Örneğin 2010 yılında 2 milyar 272 milyon dolar olan Suriye ile ticaret hacmi, 3 bin atlı kaçakçının (!) icraatları dışında bırakılırsa, neredeyse sıfıra düştü. Suriye politikasının sonucu sadece ticaret hacminin sıfırlanması değil elbette.
Turgut Özal’ın neoliberal ve savaş politikalarının takipçisi olmakla övünen AKP iktidarı da Özal’ın Körfez Savaşı dönemindeki “bir koyalım üç alalım” mantığına benzer bir biçimde Suriye politikasını belirleyince Ankara’daki hesap Bağdat’tan geri döndü. İkinci bir planı olmayan AKP için Suriye’de savaş çıkartmaktan başka bir yol da yok. Bu amaç uğruna her yöntemi kullanabilir, her fırsatı(!) değerlendirebilir durumda. Kim kullanırsa kullansın bir vahşet ve insanlık suçu olan kimyasal silahların Suriye’de kullanılmaya başlanması kazanmaktan başka çaresi olmayanların neleri yapabileceğinin açık kanıtı niteliğinde. Esad yönetiminin bu yöntemi kullanmasının hiç mantıklı olmadığı düşünülse bile -çünkü böyle bir durumun kanıtlanması halinde tüm destekçilerini kaybedeceği ve açık bir hedef haline geleceği kesin- Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin faturayı doğrudan Esad’a kesmesi dış politika çaresizliğinden başka bir şey değildir. BM’den müdahale kararı çıkmayacağını bilen Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin hızla devreye soktuğu formül; 3-5 ülkeden oluşan ve meşruluğu kendinden menkul bir koalisyonun bir an önce Suriye’ye askeri müdahalede bulunması. Bilindiği gibi bu yöntem daha önce ABD tarafından uygulanmış ve ABD-İngiltere koalisyonu Irak Savaşı’nı başlatmıştı. O zaman ki iddia da Saddam’ın elinde kimyasal silah olduğuydu. Ancak anlaşıldığı kadarıyla bugün için, ABD’nin Esad yönetimini topyekun ortadan kaldırmayı hedefleyen bir amacı yok. Zaten ABD Dışişleri Bakanlığı da “Suriye’de rejim değişikliği hedefimiz yok” diyor. Yapılması düşünülen en ileri tutum, kimyasal silah kullanımına sert bir tepki göstermek ve bunun daha sonrası için caydırıcı olmasını sağlamak! AKP için bunun yeterli olmayacağı açık. Çünkü Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin dış politikayı getirdiği noktada ne B, C, D planları var ne de zamanları. ABD’nin İran ve Suriye’ye karşı bir Sünni cephe yaratma politikasına doğrudan angaje olan AKP, bu tercihin doğrusal sonucu olarak El-Kaideci katillerle işbirliği de yapmak zorundadır, Mısır’da 52 milyon seçmenin 6 milyonunun oyunu alarak cumhurbaşkanı seçilen Mursi’yi demokrasi kahramanı da ilan etmek zorundadır. Tayyip Erdoğan’ın bugün bulunduğu durumda en ufak bir sapma, kendisine oy verenler nezdinde meşruluğunu yitirme ve dolayısıyla iktidarını kaybetmeyle sonuçlanacak.
AKP’nin Suriye’ye dönük emperyalist saldırıya ortak olma çabası Haziran İsyanı’nı yaşayan Türkiye halkları için emperyalizme ve AKP işbirlikçiliğine karşı mücadeleyi temel bir gündem haline getirecektir. Bu aynı zamanda 2 yıldır sürdürdüğü iç savaş kışkırtıcılığı politikalarına karşı da aktif bir mücadele demektir.
Tayyip Erdoğan’ın en büyük başarısı, muhafazakar sağ tabanın tek bir partide temsil edilmesini sağlamak olmuştu. Başladığı dönemde yani 2002’de tüm sağ parti liderlerinin itibarsızlaştığı (Erbakan, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Mehmet Ağar,v.s) göz önüne alınırsa işi kolaydı. Daha sonraki dönemler de ise Erdoğan bu durumu korumak için çok uğraştı. Muhafazakar sağ taban üzerindeki ideolojik hegemonyasını devam ettirebilmek için görkemli inşaat projelerine, dış ilişkiler üzerinden şişirilmiş dünya liderliği prestijine ve sürekli hafızalarda canlı tutulan CHP düşmanlığına ihtiyaç duydu. Sağ’da farklı bir liderlik alternatifinin oluşmaması için de şantaj, besleme ve içerme yöntemlerini kullandı, kuşkusuz bunda Fetullah’ın da büyük yardımını gördü. Ancak eski mutlu(!) günler sona ermek üzere.
Doların yükselmesi ile şatafatlı projelerini ertelemek zorunda kalacak. Dış politika başarısızlığı da buna eklenecek. Birleşik Arap Emirlikleri, Elbistan’da yapacağı 12 milyar dolarlık santral projesinden vazgeçtiğini açıkladı bile. Erdoğan’a oy verenler, Arap ve İslam ülkelerinin halkları içinde, İsrail karşı propagandası üzerinden sağlanan prestijin yerle bir olduğunu artık çok iyi anlamış durumdalar. Artık istediği maskeyi taksın, halkların gözünde o bir savaş taciri. Fetullah, “tilkiye kümes emanet edilmeyeceğinden” dem vurmaya başladı, artık tavukları için daha güvenilir(!) kümesler arayacağı şantajını yapıyor. Tayyip’in elinde kala kala CHP düşmanlığı kaldı. O konuda başarısını teslim etmek ve elinde hala bol malzeme olduğunu da kabul etmek gerek. Ama sadece CHP düşmanlığı, sağı bir arada tutmaya yeter mi?!
Sonuç itibariyle Tayyip Erdoğan’ın ilerlediği yol, sadece kendisinin ya da AKP’nin kriziyle bitmeyecek, sağın bir bütün olarak ekonomik, siyasi ve ideolojik krizine doğru ilerleyecek. Üstelik bu durum adım adım, doğrusal da işlemeyecek. Patlamalı, çatlamalı ve sıçramalı olacak. Haziran’da yaşananlar bunun açık kanıtıdır.
Tayyip Erdoğan’ın şu an ki bütün planları ve yatırımları da bu mutlak sonu engellemek üzere değil, onu geciktirmek ve sıçramalı yaşanmasını önlemek üzerine kurulu. Artık en ufak bir kıvılcım ihtimali bile çok önceden düşünülüp önlem(ler) alınmak zorunda. Birkaç örnek; kamuda çalışan 185 bin işçiyi kapsayan toplu sözleşme (ilk altı ay yüzde 4, ikinci altı ay yüzde3)Türk-İş yönetimine alelacele imzalattırıldı, çünkü sürecin uzaması büyük risk barındırıyordu. Benzer taktik kamu çalışanları için de uygulandı. 2010’daki referandumla beraber değişen yasayla toplu sözleşme yapmak için tek imza yetkisine sahip olan Memur-Sen’e karga tulumba imza attırıldı. Toplu görüşme takvimine bağlı kalmadan hatta bayram tatilinde her şey olabilir kaygısıyla arife günü saat 12:30’da. Brüt 175, net 125 tl (yaklaşık 61 dolar, şimdilik). Bu konuda KESK’in mücadele programı ve yöntemleri de ayrı olarak değerlendirilmeli elbette. Bugün KESK başta olmak üzere tüm mücadele örgütlerinin bu süreci doğru değerlendirmesi, sermayenin ve siyasal iktidarın bu strateji ve taktikleri karşısında var olan ve artık sadece sermayeye hizmet eden tüm düzlemleri parçalayıp atacak devrimci bir yenilenmeyi önüne koymasına ihtiyaç var.
AKP’nin tek taktiği sarı sendikacılara çakma toplu sözleşmeler imzalatmak değil, elbette. Kürt siyasi hareketini hareketsiz tutmak için de büyük bir efor sarf etmek zorunda. Ayrıca bu hareketin Batıda büyüyen dinamizm ile de ilişki kurmasını engellemek de cabası. Ancak son noktayı koymak zorunda olduğu her durumda gerçek düşüncesini uygulamaktan başka yolu da mevcut değil. Yeni anayasa hazırlık komisyonunda ana dil maddesi gündeme geldiğinde MHP ve CHP ile aynı noktada birleşmek gibi.
Diğer yandan AKP hala sonunu geciktirecek formülü polisiye önlemleri arttırarak bulabileceği yanılgısından kurtulabilmiş değil, tüm baskıcı-faşist iktidar sahipleri gibi. Yeni zihni sinir projeleri, adı demokratikleşme olan yeni yasa paketinin içine anti-demokratik uygulamaları yerleştirmek oldu. Bir yandan polisi denetlemek için “bağımsız kolluk gözetim komisyonu” kurulurken –ki bu gözetimi de içişleri bakanlığı yapacakmış- diğer yandan polise savcı izni olmadan gözaltına alma (24 veya 48 saat) yetkisi verilmesi hesapları yapılıyor. Ancak birilerinin, bu yöntemlerle halk hareketlerinin engellenemeyeceğini Tayyip Erdoğan’ın kulağına fısıldaması ya da daha iyisi megafonla kulak zarını patlatırcasına bağırması gerekecek! Bunun için de toplumsal muhalefetin hızla sonbahar gündemlerine hazır olması gerek.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.