Yukarıdaki başlık bana ait değil. Birinci Körfez Savaşı günleriydi. Aylık olarak yayımlanan Demokrat dergisi savaş karşıtı bir dosyayla çıkmıştı okuyucunun karşına. Yazı kimin imzasını taşıyordu şimdi hatırlamam mümkün değil ama başlığı böyle atılmıştı. Başlıktan da anlaşılacağı üzere kızgın bir yazıydı; nasıl kızgın olunmaz ki, Türkiye adım adım savaşa sürükleniyordu. AKP’nin öncül saydığı Cumhurbaşkanı Özal, bir […]
Yukarıdaki başlık bana ait değil. Birinci Körfez Savaşı günleriydi. Aylık olarak yayımlanan Demokrat dergisi savaş karşıtı bir dosyayla çıkmıştı okuyucunun karşına. Yazı kimin imzasını taşıyordu şimdi hatırlamam mümkün değil ama başlığı böyle atılmıştı. Başlıktan da anlaşılacağı üzere kızgın bir yazıydı; nasıl kızgın olunmaz ki, Türkiye adım adım savaşa sürükleniyordu.
AKP’nin öncül saydığı Cumhurbaşkanı Özal, bir koyup üç alma hesabı içindeydi. Bir koyup üç almak için Türkiye’yi savaşa sokmak istiyordu. Hiçbir şey umurunda değildi; savaş, acı, gözyaşı, ölüm, yıkım, düşmanlık… Dini imanı para olanlar, insan hayatını önemser mi? Ne de olsa kendileri askere gitmeyecek, savaşa katılmayacaktı; ölenler, öldürenler başkasının çocukları olacaktı. İlla ki gençler ölecekti; Türkiyeli, Iraklı, ABD’li…
Bugünden bakıldığında öyle kolay olduğu sanılmasın; Ankara’da, Abdi İpekçi Parkı’nda barış için insan zinciri oluşturulmuştu. 1990 ya da 1991 yılıydı, yaz aylarından biriydi; yüz kişi kadardık parkta. Yüzlerce çevik kuvvet polisi vardı etrafımızda, o zamanlar daha toma icat olunmamıştı.
12 Eylül’ün olanca ağırlığı ile hükmünü sürdürdüğü zaman diliminde kendimizi var ettiğimiz ender kurumlardan biriydi İnsan Hakları Derneği; biz de orada toplanıp gitmiştik parka. Savaşa karşı çıkıyor, Özal’ın emperyalizmin koçbaşı olmak için can attığını, canları hiçe saydığını düşünüyor, bu nedenle olana bitene karşı çıkıyorduk. Açıkçası elimiz rahattı; o yıllarda İHD’de ağırlıkla 12 Eylül faşizminin mağdur ettiği sosyalistler vardı. Bölgeyi ateşe atacak bir savaşın yaratacağı kaostan medet ummuyor, Saddam’ın yıkılmasının stratejik hedefleri yakın kılacağına dair hesap yapmıyorduk. İşin doğrusu stratejik hesabımız arasında emperyalizmin tetiklediği bir savaş yoktu; kelimenin gerçek anlamıyla, barış ve insan hakları savunucularıydık.
Birinci Körfez Savaşı sonrası hayatımıza dahil olan 36. enlem, bilmem kaçıncı boylam türü adres bildirimlerinin coğrafi bilgi sistemlerine dahil terimler olmadığını, Türkleri, Kürtleri, Suriyelileri, Nusayrileri, Iraklıları, İranlıları, Mısırlıları ve dahi bütün Ortadoğu halklarını ateşe atacak işaret fişeği sayıldığını sonradan öğrendik. Elbette emperyalizmin ne menem bir şey olduğunu biliyorduk ama savaştan medet umma halini havsalamız almıyordu.
Hepsini sonradan öğrendik; Afganistan ve Irak’ı kapsayan savaş tamtamları bütün bir bölgede duyulacak, Körfez ülkeleri savaşa dolaylı dolaysız katılacak, Kuzey Afrika ülkeleri yeni düzenlemeden payını alacak, sıra Suriye’ye gelecek, sonraki durak İran olacaktı. Kürtlerin stratejik bir öneme sahip olacağını dair tezler ise bizim açımızdan, bu kadarı da olmaz kıvamındaydı.
Hepsi oldu oysa. Denildiği gibi, savaş tamtamları Suriye için çalmaya başladı. İç savaşla sonuç alamayacağını anlayan Amerika ve şürekâsı Suriye’ye saldırmaya hazırlanıyor. Belli ki, Libya’da yaşananın bir benzeri hayata geçirilmeye çalışılacak.
AKP aynı öncülü gibi, “bire üç” hesap peşinde. Göz göre göre bu ülkeyi savaşa sokacaklar ya da en iyi ihtimalle ABD’nin biçtiği sınırlarda savaşa dahil edecekler. Bundan sonra başımıza gelecekleri ABD tayin edecek; üsleri açmakla mı yetineceğiz, Türkiyeli gençleri Suriyeli gençleri öldürmek için cepheye mi süreceğiz?
Savaşın nasıl bir felaket olduğunu yazmaya gerek var mı? İki Dünya Savaşı ve çok sayıda bölgesel savaş yaşamış yer kürede savaşın kötülüğü üzerine söz söylemek tuhaf kaçmaz mı?
O nedenle tıpkı Demokrat yazarı gibi kızgınlıkla; savaş isteyenlere, savaştan medet umanlara, gençleri ölüme sürükleyenlere, hâlâ stratejik hesap peşinde koşanlara “çölün dibine kadar yolunuz var” diyelim. Ama’sız, fakat’sız antiemperyalist olalım, savaşa karşı çıkalım.
Savaşta ağlayacakların, savaş öncesi ağlayanları unutmamasını temenni edelim. Bir başka büyük acının meşruluğunu sağlamak için gözyaşı bile dökülebileceğini görelim.
Başbakanı, döktüğü gözyaşlarını hep hatırlayalım.
Zeynep Tanbay’ın 25 Ağustos 2009 tarihli Taraf gazetesinde “Tayyip Erdoğan’a teşekkür ederim” başlığı ile yayımlanan şu satırları hiç ama hiç unutmayalım: “Barak Obama’nın Amerikan Başkanı seçilmesi sonrasında yaptığı o muhteşem konuşmayı ertesi gün gazetede okurken gözyaşlarına boğulduğumu hatırladım. Sadece, en sonunda Amerika’nın siyah bir başkanı olması değildi o anki heyecanım. Bir siyasetçinin değil, bir “insan”ın konuşması olduğu içindi. Bu kadar insanca bir konuşmayı, Amerika’nın siyah başkanının yapmasıydı ve çok uzun yıllardır biz normal insanlardan esirgenmiş bir duygu ve gerçeklik taşımasıydı o konuşmanın. Yıllardır Bush’un tüm dünyada estirdiği negatif söylemin, nefret ve savaş siyaseti karşısına, tertemiz, kirlenmemiş, tüm içtenliği ve samimiyetiyle barışın sesini getiren bir “insan” çıkmıştı ortaya. Ve bu insan Amerika’nın Başkanı olmuştu. Heyecanımın ve mutluluk gözyaşlarımın arkasında, o an hissetmediğim ama, daha sonra fark ettiğim başka bir neden daha vardı: bu muhteşem konuşmada benim de bir payım vardı! Evet, benim. Dünyanın bu köşesinde, İstanbul’da yaşayan, yurttaş Zeynep’in!”
O vakit bir kez daha yazalım: Obama’ya ağlayanlar, Erdoğan’ın gözyaşlarına aldananlar, karşı karşıya kaldığımız kötülükte pay sahibi olanlar “çölün dibine kadar yolunuz var.”