“(…) Kimi gün öylesine yalnızdım Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. Annem Ki beyaz bir kadındır. Ölüsünü şiirle yıkadım. Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım. (…) ’’ Böyle diyor merhum şair Didem Madak, boşandığı kocası tarafından katledilen Meral Güneri’nin çığlığını sanki hissederek. Tablo vahim: 2002-2009 verilerine göre 5 binden fazla […]
“(…) Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım. (…) ’’
Böyle diyor merhum şair Didem Madak, boşandığı kocası tarafından katledilen Meral Güneri’nin çığlığını sanki hissederek. Tablo vahim: 2002-2009 verilerine göre 5 binden fazla kadın, kocaları, ağabeyleri, babaları, sevgilileri sair yakınları tarafından katledilmiş. 2009’dan bu yana da tablo farklı değil. Sebepler muhtelif, ama bazıları özellikle belirgin: Boşanma, ahlaksızlık, açık saçık giyinme, başkalarıyla konuşma, çalışmak isteme, ailenin onaylamadığı ilişki vb…
Oysa terbiye diyor, herif-i ihtiyarın biri! Büyük Türk mutasavvıfı İMİŞ, söyleyenlerin yalancısıyım: Nam-ı diğer Ömer Tuğrul İnançer. Terbiye diyor: “Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırı…” Üstelik ekliyor: “böyle karınla sokakta gezil-MEZ!” Pınar Öğünç, ilk teşhisi koyuyor: “Ne kadar öfkeli; yüzünün konuşurken çizgilerine çöken, düpedüz nefret gibi görünüyor buradan. Elini karın gibi şişirip ‘Böyle karınla sokakta gezilmez’ derken sondaki –mez’i öyle bir tonluyor ki, tartışmaya mahal vermesin, bu fasılada edilecek daha da laf kalmasın istiyor.”
Meral’in annesi ise başka bir zorunlulukta ve aslında meseleyi özetliyor : “Dokuz bıçak bir hayvana bile vurul-MAZ!…” “Kanatlısı kanatsızı tv’lerde uçuşmakta; bunun adı realizm değildir” diye de hayıflanan büyük tasavvufçu ise “realizm ve estetik” meselesinde fiktif kaygılarımıza derman olmakta(!) Soru(n) şu: Hangi zorunluluk–maz/mez kipi daha “gerçekçi”?
Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serpil Aytaç, üniversitede 591 kız öğrenci arasında yaptıkları araştırmada, öğrencilerin yüzde 86.9’unun kampüs içinde cinsel tacize uğradıklarını belirttiklerini kaydetti.”
Çocuklarımızı, kardeşlerimizi eğitim alsınlar diye akademilere yolluyoruz; ama akademilerde kadın kardeşlerimizin/çocuklarımızın yüzde 87’si sözlü/fiili/psikolojik bir şekilde tacize uğramakta! “(…) Araştırma sonuçları bizi pek şaşırtmadı. Beklediğimiz sonuçları aldık” diyor Prof. Serpil Aytaç. Doğrusu bu ya, bizi de bu “terbiye” hiç şaşırtmadı.
Bu kadarı zihinleri yeterince açmadıysa, şu realizme ne dersiniz : “CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, Çocuk Esirgeme Kurumu Sosyal Hizmetler, Emniyet Çocuk Büroları, adli sicil bültenlerinden 2012 verilerini derleyerek, Türkiye’de çocuklara ve kadınlara yönelik tecavüz, cinsel taciz ve cinsel istismarın “bilançosunu” çıkardı. Bilanço ağır. İşte, Türkiye’nin “tecavüz ve taciz” karnesi:
2012 rakamlarına göre Türkiye’de her dört saatte bir tecavüz veya tecavüze kalkışma suçu işleniyor.
Tecavüz ve cinsel istismar konusunda en korunmasız kesim, sokaklarda yaşayan çocuklar. Sokaklarda yaşayan yaklaşık 50 bin çocuğun 30 bininin çeşitli yıllarda cinsel istismar kurbanı olduğu tahmin ediliyor. Yılda ortalama 7 bin çocuk cinsel istismara uğruyor.Son 20 yılda aile içinde birinci yakınları ve akrabalarının ensest istismarına uğrayan çocuk sayısı, 350-400 bin. Çocuğu istismar eden kişilerin yüzde 80’i çocuğun ebeveyni ya da çocuğu yakından tanıyan kişiler.”
Devamı da var: İnternette çocuk pornosu aramalarında dünya birinciliği, cezaevlerindeki çocukların yüzde 84’ünün çocukken tacize uğramışlığı… “Terbiye” diyorduk değil mi? Bu gönlü de aklı da mühürlenmiş ezeli ihtiyarlara soralım: Peki, duvar deliklerinden bile tahrik olan; ördek mi, eşşek mi yoksa kadın mı ayırt etmeyen ve dahası uzuvlarını gaza kılıcı zanneden bir AKIL’la sokakta gezmek caiz midir?
Ortodoks Gardrop Tasavvufçuluğu
İslam itikadının doğuşuna koşut onun ana-akım/Ortodoks biçimlerinden farklı ezoterik ve idealist yorumlar özünde Tasavvuf üslubunu oluşturur. Bu dünyayı “geçici” ve “sınav”; dini ve Kur’anı da Yaratıcı büyük gücün normları/kanunu; cennet/cehennem ve dahi öte dünyayı tek HAKİKAT olarak yorumlayan Ortodoks versiyonun aksine; Tasavvuf, bir tür Platoncu idealizm ve sembolizmle bu dünyanın belki bir “ayna” yani görünenin (hakikatin) bir aynası olduğunu iddia eder. Ancak, Tasavvuf mistisizm görünenle hakikat arasında keskin sınırlar çizmez ve adeta bir tür Pan-teist savruluşla her ikisini de aynı gerçekliğin bir bütünü olarak idrak eder. Ortodoks versiyonda dünya ve insan yaşamı adeta araçsallaşıp insanın varoluşu “kulluğa” indirgenirken; Tasavvuf mistisizminde, varoluşun özünü “aşk” temsil edip insan yaşamı beşeri olanda da anlamlı, değerli ve amaçlı bir bütündür. Ortodoks versiyonda varoluşun “ilk oluş ve amacı” hakkında net bir izah yer almazken ve cari normlar önem kazanmışken; Tasavvuf mistisizmi, ilk oluşa ve amaca ilişkin aslında net bir tanım koyar: AŞK. O sebepledir ki büyük Tasavvuf mistiklerinden Yunus Emre bir şiirinde “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil; Yetmiş iki millet dahi /Elin yüzün yumaz değil” diyerek, meselenin cari normlar değil “gönül” olarak kodladığı aşkın davranış ve tutumlar olduğunu vurgular. Yine Yunus başka bir şiirinde “Hakiykat bir denizdir şeriattır gemisi /Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar” diyerek cari normlar ile tutumlar/aşk arasındaki meseleyi özetler. Başka bir mutasavvıf Nesimi ise şöyle der: “…Sofular haram demişler, bu aşkın şarabına/ Ben doldurur, ben içerim, günah benim kime ne; Kâh giderim medreseye, ders okurum hak için/Kâh giderim meyhaneye, dem çekerim aşk için…” İslam kültürü edebi dairesinde, bu vb zahid/sofu ile aşık çatışmasının sayısız örneğini bulmak mümkündür.
Bir başka açıdan tasavvuf, aydınlanma çağı ve insan haklarının henüz zuhur etmediği bir süreçte “insanın yaşamına” dair, bir tür haklar manzumesini de içinde barındırır. Varoluşunun ve yapıp-etmelerine bir mana ve ondan da öte bir meşruiyet kazandırmak isteyen insan aklı, benzerleri birçok toplumda görülebilecek bir mistik inanç formunu geliştirmiştir. Öyle ki, bu mistisizm belki de İslam coğrafyasındaki ilk “sivil itaatsizlik örneği” olarak da okunabilecek Halac-ı Mansur anlatısını ortaya çıkarmıştır. En-el Hak (ben Hakk’ım) dediği için feci biçimde öldürüldüğü rivayet edilen Mansur, özünde imparatorluk inancı hegemonluğunu kazanan Ortodoks teistlerin öfkesini fazlasıyla çekerken; anlatıdan bize kalan şeyse varoluşuna (aşk) beşeri anlamda da sahip çıkan isyankar bir duruştur. İslam Tasavvufu mistisizmini, özünde daima ana-akım geleneklerin dışında bir yerde konumlanmış; böylece, örneğin Anadolu’daki Mevlevilik, Bektaşilik, Alevilik vb geleneklerde çok derin bir şekilde nüfuzunu korumuştur.
Beşerin ve yaşamın biricikliğini, üstelik yaşarken kutsayan bir sofist idealizmine karşın gebe bir kadının şişkin karnında kılıç artığı ve darbesi arayan garabet bir cinselliğe gelmiş durumdayız. Cinselliği ve dahası “aşk”ı bir fetih; kadın bedenini ise fethedilecek günahkar bir kale olarak tasavvur eden bir zeka ürünü, doğaldır ki gebe bir karnı “düşmanın bağrına saplanmış bir hançer bakiyesi” olarak idrak etmekte. İnsanı “eşref-i mahluk” (yaratılmışların en şereflisi) gören bir anlayışın kadın bedeni söz konusuyken idraki şaşarak “eşşek-i mahlukat” noktasına gelmekte. Eşşek olana semer vurmanın “hak” bilindiği bir ülkede, büyük mutasavvıf erkeğin “penis”i, idrak-i mucibince ucundan pislik fışkıran bir silah değil midir?
Beden simsarlığı Aşk’ı ne bilsin?
Cari kıymetler borsasının şer’i kitabına göre sindiremediğiniz “kayıt dışı” görüntülere olan öfkenizin sebebini anlıyoruz elbet. Zahir bir beden simsarlığının kisvesinde eski ve lanetli bir öyküdür bu: Kölelik! Oysa aşk, sizin cari kıymetler kanunlarınıza uymaz; cins/sınıf/renk ayırt etmez bayım! Töresel erkeklik jargonuyla aşka belirlenen kanuni sınırlar, harici bir deli gömleğinden daha kıymetli değildir. Cins-i uzuvlarını havan güllesi, kadın bedenini kutsi ceng sahası addeten erkek dehanız, sevişmek olarak isabetle kodladığımız eylemin özünde karşılıklı merhamet, saygı ve aşka dayalı efsunlu bir dans olduğunu da bilmez. Çünkü siz, “dokunmaktan” n’anlarsınız bayım? Ahir ömrünüzce öğrendiğinizin, esasında boğazınıza kadar şirk ve riyaya mündemiç bir alış-veriş biçimi olduğunu da yazık ki bilmemektesiniz. Size göre erkek, kadın bedeni karşısında davranış ve tutumlarında sorumluluktan azade na-çar çocuklar gibidir. Sorumsuz “çocuklar” gibi kodladığınız erkeklik varoluşu, yine size göre ezeli “zaaflarla” donatılmıştır; bu onun fıtratıdır! Bu öyle bir kahrolası fıtrat ki, 20 yılda 400 bin çocuğu taciz ve tecavüzle istismar etmesine karşın zinhar, SORUMLULUK dairesinde, kimliğinize iliştirilmiş “büyük tasavvufçu” dikkatinizi kat’a celp etmeyi başaramamakta: Zağar, erkektir, yazıktır öyle mi? Sahi siz çocuktan n’anlıyorsunuz bayım? Ve hala tüm bu riyakar, sınanmamış ve üzerinde kafi miktarda düşünülmemiş “bilgeliğinizle” tasavvuftan; yani AŞK’tan bahsetmeyi harcınız mı sanıyorsunuz?
“…
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!
…
(Didem MADAK)”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.