Federal Rezerv’in (FED) 3. Parasal Gevşeme Hamlesi (PGH), büyük miktarda düşük faizli likiditeyi hisse ve tahvil piyasalarına boca ederek spekülatörlerin, ucuza borçlanıp ardından yüksek temettü getirisi ya da faiz getiren hisse senetleriyle tahviller satın alıp arbitraj kazançları elde etmelerini kârlı hâle getiriyor. %0,15 (yüzde birin altıda biri) ile borç alıp, dünyanın dört bir yanında bolca […]
Federal Rezerv’in (FED) 3. Parasal Gevşeme Hamlesi (PGH), büyük miktarda düşük faizli likiditeyi hisse ve tahvil piyasalarına boca ederek spekülatörlerin, ucuza borçlanıp ardından yüksek temettü getirisi ya da faiz getiren hisse senetleriyle tahviller satın alıp arbitraj kazançları elde etmelerini kârlı hâle getiriyor. %0,15 (yüzde birin altıda biri) ile borç alıp, dünyanın dört bir yanında bolca hisse senedi, tahvil ve gayrimenkul satın almak suretiyle arbitraj olarak getiri farkını toplamak, prensipte mümkündür. 2. PGH’nin 800 milyar dolarının neredeyse tamamı yurtdışına, ağırlıklı olarak yüksek getirili tahviller için BRICS’e[1] giderken (%11 ile Brezilya ve %5+ ile Avustralya başı çekiyordu), bu taşıma ticaret[2] karşılığı para girişi aynı zamanda döviz primi sağlıyordu.
Bu finansal mühendislik, bildiğiniz balonlardan değildir. 2000 sonrası balonunun anahtarı gayrimenkuldü. Geçtiğimiz bir buçuk yılda meskûn ve ticari emlak fiyatlarında bir ölçüde toparlanma olduğu doğrudur. Ama fevkalade bir şey yaşandı. Bu yeni, borca batmış, düşük faiz ortamında, riskten sakınma [hedge] fonları ve toplu satın alma [buyout] fonları[3], yaklaşık yüz yıldır görülmemiş olan bir şeyi yapıyorlar: Bu fonlar, bankaların icralık fiyata elden çıkardıkları, haczedilmiş ipotekli emlak stoklarından başlamak üzere, nakit karşılığı bolca emlak satın alıyorlar.
Asla kendi parasını kullanmamak –ya da en azından kendi parasının olabildiğince az kısmını kullanmak, II. Dünya Savaşı’ndan beridir gayrimenkul yatırımcılarının çalışma ilkesi olagelmiştir. Borç kaldıraçlama,[4] bankalara ödenen kira gelirini faiz olarak bırakır. Namevcut malik,[5] balon gökkuşağının sonundaki sermaye kazancının peşindedir. İşte, balon ekonomisi böyle bir şeydir. Ama yatırımcıların, bugünkü düşük oranları aşan cari getiriler elde edebilmelerinin tek yolu, varlıkları doğrudan nakitle satın almalarıdır.
Bir balon ekonomisinde, düşen faiz oranları (örn. 1980’lerden bugüne), sermaye kazançlarını neredeyse garanti altına alır. Ama bugünün sıfıra yakın faiz oranları artık daha fazla düşemez. Sadece artmaları söz konusu olabilir ki bu sermaye kayıpları tehlikesini ifade eder. FED’in 3. PGH’nin sıfıra yakın faiz oranı rejimini sona erdirmekten söz etmesi, işte bu nedenle tahvil ve hisse senedi piyasalarında paniğe yol açıyor. Dolayısıyla, tahvil satın almayı teşvik edecek pek bir şey yok. Faiz oranları yükseldiği zaman “balon karşıtı” bir ekonomiye girmiş olacağız. Sermaye kazançlarının, Alan Greenspan tarzı “servet yaratımı”nı sürüklemesi yerine varlık fiyatı deflasyonuyla karşılaşacağız.
Balon ekonomisinde aileler, alabilecekleri en pahalı evi almak için olabildiğince borçlanmanın, servetlerini artırmanın yolu olduğu kanısına varırlar ve varlık fiyatı enflasyonu dalgasına kapılıp giderler. Ama 2008’den beridir tüketiciler, 5 trilyon dolarlık kişisel borç ödediler. Bu, ipotekleri, öğrenci borçlarını, otomobil borçlarını, kredi kartı borçlarını ve diğer banka kredilerini ödeyip azaltmak için ücretlerini ve diğer gelirlerini kullandıkları anlamına geliyor. Böylece, tipik bir ailenin maaş gelirlerinin ancak dörtte birinin, Finans, Sigorta ve Gayrimenkul (FSG) sektörünün yanı sıra ücretlilere ve tüketicilere yüklenen vergiler ödendikten sonra mal ve hizmetlere harcanmak üzere geriye kaldığını görüyoruz. Şirketlerin satış hacimlerinde, dolayısıyla da kazançlarında görünüm karanlık. Yani borç-kaldıraçlı varlık fiyatları enflasyonu yerine bütün bir ekonominin borç deflasyonu söz konusu.
Bu bakış açısının içine yerleştirecek olursak, 1945’ten faiz oranlarının zirve noktasına çıktığı 1980’e gelinceye değin tahvil fiyatlarının neredeyse sürekli düşüş gösterdiği bir 35 yıl geçirdik. Faiz oranlarının 1945’teki düzeylerine, hatta onun da altına gerilemesi, Balon Ekonomisini körükledi. Kredi, (2000’deki dot.com balonunda zirve yaparak) hisse senetleri almak üzere ve ardından da 2001-2008 gayrimenkul balonunu şişirmek üzere finansal piyasalara aktı.
Böylece, şimdi Balon Ekonomisi’nin mirasıyla karşı karşıya kaldık. Bunu 2. Evre olarak düşünebiliriz: Hacizlerle birlikte geri ödeme zamanı geldi. Borç deflasyonunda bu yaşanır. Obama Yönetimi, 2008 seçim kampanyasında Kongreye ve seçmenlere verdiği sözü, yani ipotek borçlarının nominal değerini, ödeme gücüne ya da gerçekçi kira değerlerini yansıtacak piyasa fiyatlarına göre düşürme sözünü tutmamıştır. Borç mirası olduğu gibi kalmış, değerinde düşüş olmamıştır.
Bu borç yükünü taşımak, mali krize neden olmuştur. Finans ve gayrimenkul balonu, sermaye kazancı vergileri getirerek, eyalet ve yerel idare maliyelerinin borçlarını ödeyebilir durumda kalmasını sağlamıştır. Bunlar artık geçmişte kaldı –temerrüt ya da haciz durumundaki emlak sahipleri, vergilerini ödeyemiyorlar. Kamu emeklilik fonları %8+ getiri oranına sahipken, şimdiyse %1’den daha az getiriyorlar. Bu, emekli maaşlarını yetersiz kaynakla bırakmış, bazı yerel idareleri çaresizce türev ürünlerde[6] kumar oynamaya itmiştir. Ama her zaman Wall Street kumarhanesi kazanır ve çoğu şehir, kendilerine tavsiyelerde bulunan yatırım bankacılığı üçkâğıtçılarına epey para kaptırmıştır.
Finans seçkinleri, yeni bir balonun yerine borca batmış hükümetlerden toplu özelleştirme satışları yapmalarını talep ediyorlar. Sanat müzelerinde bulunan en değerli resim ve heykelleri satması için Detroit üzerinde büyük bir baskı kuruluyor. Sanat eserlerini, onları ganimet olarak alacak kodamanlara satıp, elde edilecek parayla tahvil sahiplerine ödeme yapılması isteniyor.
Aynı dinamik Avrupa’da da cereyan ediyor. Avrupa Birliği ve Avrupa Merkez Bankası, Yunanistan’dan en önemli turistik yerlerini, limanlarını, ulaşım sistemlerini ve kamusal alandaki diğer varlıklarını (ve belki de Partenon tapınağını) satmasını istiyor. Dolayısıyla, genel varlık yağmasının parçası olarak temel altyapı için bir neo-rantiye kapkaçıyla karşı karşıyayız.
Bu, saf finansal balonlarda gördüğümüzden farklı bir enflasyon türü. Paralı yollara dönüştürmek için karayollarını, (Chicago’nun berbat uygulamasında olduğu gibi) parkmetre haklarını, hapishaneleri, okulları ve diğer temel altyapıyı satın almaya can atan yeni bir neo-feodal rantiye sınıfı yaratıyor bu. Amaç, finansal ücretleri ve karayolu gişe rantlarını, şimdiye dek kamu hizmetleri olan bu temel hizmetlerden faydalanmak isteyenlerden talep edilecek fiyatlara yedirmek. Fiyatlar, maliyetler ve ücretler arttığından değil, tekel rantları ve diğer rant-sızdıran faaliyetler yüzünden artıyor.
Balon sonrasının bu borca batmış kemer sıkma ortamı, finans sektörünü güçlendirerek, onun 19. yüzyılın toprak ağalarına oldukça benzer bir oligarşi hâline gelmesinin yolunu açıyor. Para ödünç vererek değil (ekonomi zaten “krediye boğulmuş” durumda), doğrudan mülkiyetle ve ekonomik rant alarak kazanç elde ediliyor. Dolayısıyla, finansallaşmış balon ekonomisinin “ekonomik çöküş” aşamasındayız. Bu mirasın ve finansal güç kapma girişiminin üstesinden gelmek, 21. yüzyılın geri kalanının büyük siyasi kavgası olacaktır.
Michael Hudson, The Bubble and Beyond ve Finance Capitalism and Its Discontents kitaplarının yazarıdır. Hopeless: Barack Obama and the Politics of Illusion kitabına katkıda bulunmuştur. mh@michael-hudson.com e-posta adresine yazarak kendisiyle iletişime geçilebilir.
[World Economic Association’daki İngilizce orijinalinden Tuncel Öncel tarafından Sendika.Org için çevrilmiş]
[1] Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika –çev.
[2] Carry Trade: Düşük maliyetli para ile borçlanıp bunu getirisi yüksek yatırım araçlarına yatırma –çev.
[3] Buyout Fund: Bir şirketin çoğunluk hisselerini satın alarak kontrolünü ele geçirmeyi amaçlayan fonlar –çev.
[4] Debt leverage –çev.
[5] Absentee owner –çev.
[6] Derivatives -çev.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.