Bu iki fotoğraf Milliyet gazetesinde aynı gün yayımlandı. Bu iki fotoğrafa iyi bakın. Türkiye’de son dönemde yaşananları resmediyor ikisi de; toplumsal yarılmanın taraflarını görünür kılıyor. ‘Aynılar aynı yerde’ buluşuyor. Devrimciler cezaevine gönderiliyor, diğerleri devletlû tarafından ağırlanıyor. Bir tarafta muktedire ve onun iktidarına kafa tutan, cesur gencecik bir çocuk var; ismi Sıla. Üniversite öğrencisi. Halkevi üyesi. […]
Bu iki fotoğraf Milliyet gazetesinde aynı gün yayımlandı.
Bu iki fotoğrafa iyi bakın. Türkiye’de son dönemde yaşananları resmediyor ikisi de; toplumsal yarılmanın taraflarını görünür kılıyor. ‘Aynılar aynı yerde’ buluşuyor. Devrimciler cezaevine gönderiliyor, diğerleri devletlû tarafından ağırlanıyor.
Bir tarafta muktedire ve onun iktidarına kafa tutan, cesur gencecik bir çocuk var; ismi Sıla. Üniversite öğrencisi. Halkevi üyesi. Dikmen’de Ahmet Arif Parkı’nda gözaltına alındı.
Gözaltına alınması sırasında arbede yaşandı. Dikmenliler vermek istemedi onu polislere; tıpkı mahallelerini korudukları gibi, tıpkı Ahmet Arif Parkı’ndaki çiçekleri korudukları gibi, tıpkı Dikmen semalarındaki kuşları, toprağındaki börtü böceği korudukları gibi, tıpkı hayatlarını, onurlarını korudukları gibi, tıpkı Ergun Atacan’ın*, Erdal Eren’in bıraktığı geleneği korudukları gibi korumak istediler Sıla’yı. Bir polis silah çekti, diğerleri yüklendi, almayı başardılar; Sıla’yı Dikmen’den koparttılar.
Fotoğrafa iyi bakın. Gencecik bir çocuk emniyetten adliyeye götürülürken polislerin arasında slogan atıyor. Slogan atmanın, basit bir bağırma olduğunu sanıyorsanız, aldanırsınız. Hayatı savunmaya devam edeceğini bildiriyor. Karşınızda eğilmeyeceğim, sizden korkmuyorum diyor. Dikmenlilerle kurduğu gönül bağının kesilmesinin mümkün olmadığını yüksek sesle beyan ediyor.
Bütün bunlar yürüyüşüne, yüzünün ifadesine yansıyor; yüz ifadesine dikkat edin.
Sonra tutuklanıyor. Ben bu satırları yazmaya başladığım sabah, Sıla şimdiden ne kadar süreceğini kestiremediğimiz cezaevi hayatının ilk gününe başlıyor.
Diğer fotoğrafa iyi bakın.
Yılmaz Erdoğan akil insanlar toplantısında başbakanla tokalaşıyor; yumuşak eller birbirini kavramış. Başbakan her zamanki gibi, onu anlatmaya hacet yok. Yılmaz Erdoğan, Tayyip Erdoğan’a müteşekkir, akil insanlar grubuna dahil edilmekten duyduğu mutluluğun aynen devam ettiğini karşısındakine hissettiriyor; ağırlanmaktan haz aldığını belli ediyor; ne de olsa bu işleri bilir; beden dili, yüz ifadesi erbabıdır.
Yılmaz Erdoğan’ın yüz ifadesine dikkat edin.
Karşılaşma anında ne demiş olabilirler birbirlerine? Merhaba demişler midir acaba? Yani, benden sana zarar gelmez anlamına gelen bir merhaba? Yılmaz Erdoğan başbakana “benden sana zarar gelmez” diyor kısacası. Bunun devletlû tarafından daha önce fark edildiğini ve bu yüzden ağırlandığını biliyor; huşu yüz ifadesine yansıyor. TDK huşuyu, “Tanrı’ya boyun eğme, gönlü korku ve saygı ile dolu olma” diye tanımlıyor; bizim “huşu” tespitimizin doğruluğu kanıtlanıyor.
Yılmaz Erdoğan korkuyor, boyun eğiyor; Sıla korkmuyor, boyun eğmiyor.
Aslında iki fotoğraf arasında sonsuz farkı yukarıdaki tek satır özetliyor.
Fotoğrafa dikkatle bakın. Yılmaz Erdoğan’la Tayyip Erdoğan arasında bir zat-ı muhterem var. Gözlüklü, ince uzun; akil insan, KESK Başkanı Lami Özgen.
KESK’in, Taksim Gezi Parkı merkezli başlayan ve sonra özgürlük isyanına dönüşen süreçte neden bu kadar etkisiz kaldığına dair soruların yanıtı bu fotoğraftadır. Bir sendika başkanı, devletlûnun karşısında ceketinin önünü iliklemiş, hafifçe öne kaykılmış halde merasim halindeyse, başka bir neden aramaya gerek yoktur.
Gün Zileli, “Danışmanları, vekilleri, akilleri, Hepsi halka karşıdır” diyor demesine ama hiç olmazsa, biraz vicdani, biraz insani nedenlerle, Dikmenli akil insan Lami Özgen, Başbakanın karşına geçip, “Dikmen’de günlerdir terör estiriliyor; Dikmenli Sıla darp edilerek gözaltına alınıyor, tutuklanıyor; bu şartlarda hangi barışı konuşabiliriz” diyemez miydi? Geç de olsa Murat Belge dedi, çıkmadı karşısına Başbakanın.
Denmiyor, denemiyor demek ki.
Yılmaz Erdoğan, “Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum” demişti bir şiirinde. Muktedire yaklaştıkça küçüleceğini de bilmeli artık.
* Bilmeyenler olabilir. Ergun Atacan için vakti zamanında Birgün gazetesinde çıkan yazım:
Ergun Atacan Çeşmesi
Ergun Atacan Ankara’da Dikmen semtinde yaşıyordu. Dikmen yoksul Alevi halkın yoğun olarak yaşadığı bir semtti. Şimdilerde öyle değil ama, 1970’li yıllarda gecekonduya bürünmüştü ve “kurtarılmış mahaller” arasında sayılırdı. Kurtaranların başında geliyordu Ergun Atacan. O, tepeden tırnağa yoksulluktan müteşekkil mahallelinin umuduydu sanki. Ergun Atacan ve arkadaşları iktidara gelecek, açlık ortadan kalkacaktı. Ne yaz aylarının tozu ve sıcağı ne de kış aylarının çamuru, karı, soğuğu kalacaktı. Kendi çocuklarıydı hem Ergun; kendilerini iktidara yürür gibi görüyorlardı. Zaten Ergun ve arkadaşları da benzer şeyler fısıldıyorlardı kulaklarına. Gelecek güzel günlerin nesnesi değil öznesi olacaklardı. Pek bir şey anlamıyorlardı ama olsun ne de olsa Ergun onlardandı. Onların arasından çıkmıştı, eli kalem, dili bal tutmuştu. Cesaret faslında ise üstüne kimseyi tanımazlardı.
Mahallenin yüzü güneş yanığı, burnu sümüklü çocukları Ergunculuk oynarlardı, gecekonduların arasında. Halkın umudunu söndürmeyi, geleceğini karatmayı kendilerine asli görev seçenler, Ergun’u karanlık namlularına hedef olarak seçmekte gecikmediler. Yoksulların bağrından söküp aldılar onu. Elbette yas tuttu Dikmen halkı ardından. Elbette doğan çocuklarına onun ismini koydular. Ama tutup, serinlemek için uğrak verdikleri bir parka ve kana kana su içtikleri bir çeşmeye onun adını verdiler. Hayatlarından çıkmasını hiç istemediler sanki. Yıllar sonra, yani 12 Eylül’den sonra, “evleri yüksek kurduktan” sonra çeşme kurudu; parkın adı değiştirildi. Onun adını taşıyanlar kocaman delikanlı oldu. Yaşlılar terki diyar eyledi. Bir şiir kaldı geriye Ergun Atacan’dan. Şair Yaşar Miraç yazmıştı ardından, “Ergun Atacan Çeşmesi” isimli şiiri.
Bir zamanlar bağ yeri
dikmenkeklikpınar dedikleri
Şimdi üç beş ağaç kalmış
cılız mı cılız kök salmış
Birkaç kavak birkaç incir
dallar yeşil yeşil sancır
Orda küçücük koyakta
bir yiğit var ayakta
Gölgesi uzaklarda
toprak olmuş yatıyor
Çeşmesi gece gündüz
ırmak olmuş akıyor
İki gündür olucuktan
dönülmez yolculuktan
Bozkır mavilerinin
kızıl tan yıldızınca
Hey canım ışıl canım
yiğit yiğit bakıyor
Alnından gönüllüler
andı yankılanıyor
‘Bu gencecik yaşta biz
hiç yüzünden ölmedik
öldük yaşatmak için
yaşamak için öldük’
Yiğit yirmiüçünde
gece vurdular seni
yeşil gölgeler içre
kanlı buldular seni
Delikanlı halkını
bayrağını yaptın diye
Sinsi kurdu pusu kurdu
kavdı kurşunlar seni
Canım canım ata can
kırk yarandan aktı kan
Biter sandılar kanın
kanın su oldu aktı
Oğul bağında halkın
kanın bengi ırmaktı
Hey ergun, ata canım
Canım canım canım hey
kanın o güne aktı
Sendika.Org
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.