İnsanı insan olmaktan ve rasyonel akılla geliştirdiği haklar paradigmasından kaynaklı ”değerli ve onurlu” bir varlık değil de bağnaz dinsel bagajları mucibince ”Sünni, dindar ve kindar” olmasından ötürü ”değerli bir mahluk” addeden sofu paradigmanın bu topluma verebileceği tek şey yeni zorbalık ve iktidar biçimleridir Çocukluğum, iki göz odası ve küçük salonu olan bahçeli bir evde geçti. […]
İnsanı insan olmaktan ve rasyonel akılla geliştirdiği haklar paradigmasından kaynaklı ”değerli ve onurlu” bir varlık değil de bağnaz dinsel bagajları mucibince ”Sünni, dindar ve kindar” olmasından ötürü ”değerli bir mahluk” addeden sofu paradigmanın bu topluma verebileceği tek şey yeni zorbalık ve iktidar biçimleridir
Çocukluğum, iki göz odası ve küçük salonu olan bahçeli bir evde geçti. İçinde üzüm, zeytin ve incir ağacı olan orta boy bir bahçe ve bahçenin diğer tarafında büyük annemin evi vardı. Aşağı yukarı 15 yılımı geçirdiğim bu evde aklımda kalan ilk şeylerden biri dış kapımızı kilitleyecek hemen hemen hiç anahtarımızın olmamasıydı. Dahası, yaz aylarından itibaren, küçük bir sokağa bakan dış kapımız hemen daima açık kalırdı ki tek önlemimiz kapıyı örten küçük bir tül perdeydi. Buna rağmen hatırımda kalan tek bir hırsızlık vak’ası yok…
Varsıl aileler miydik? Hayır… Perişan sayılmazdık; ama kendini ancak geçindiren mütevazı bir mahalleydik. Kimi işçi, kimi esnaf, kimi rençber, kimiyse çiftçiydi. Arsız da değildik; çocukluğa ilk geçtiğimiz günlerde bol miktarda gördüğümüz turist ablaları/abileri merakla rahatsız etmekten daha büyük bir günahımız yok denebilir. Bir de mahalle okulunda top oynarken kırdığımız okul camları…
Çocukluğumdan kalan ikinci en önemli hatıraysa sıklıkla dut, yemiş ve zeytin ağaçlarının üzerine çıkmamızdı. Hiç abartmıyorum, şu yaşımda çıkmaya sahiden korkacağım 15-20 metre boyundaki ağaçlarda korkusuzca oyun oynardık. Akşam güneş batmaya yakın, okul bahçesindeki zeytin ağacının üzerinde, içimizde garip bir huzurla çocukça sohbetler ettiğimiz dün gibi aklımda. Bir türlü tatmin olamayan ve kolayca ”sıkılganlık” geçiren kent insanının dramı da galiba burada yatıyor: Doğal yaşamın tabii rehabilitasyonunu çoğu kere hiç yaşamıyorlar çünkü…
Diyarbakır Lice’deki cinayeti ilk duyduğumda aklıma çocukluğum ve çocukluğumun geçtiği mahallem geldi. 90’ların başından beri sayısız felaket yaşamış-tam iki defa devlet tarafından yakılıp yıkılmış- bu kent insanları, kendi doğal dokularına, yaşam alanlarına ve tabii varoluşlarına tamamıyla yabancı adeta bir ur’u yıllardır reddediyorlar. Çocukluğumun geçtiği mahallelerde, bizlere otorite ve gayrı tabiiliğini sıklıkla hissettirecek sun’i bir doku, beni ve mahallemi nasıl rahatsız edecekse; doğal yaşam alanlarının tam ortasına dikilmiş kanserojen bir savaş aygıtı da bu insanlar ile onların hayatlarını yıllardır adeta zehirliyor. Gezi Parkı direnişiyle iyice ayyuka çıktığı gibi, Kürt Sorunu kapitalist ”rantsal” modernitenin insanlığa, onun doğal yaşam alanlarına ve tabii kültürüne dayattığı kanserojen atık sorunudur. Toplumun eko-sistemle kurduğu dolayımsız ilişki biçimlerini iktisadi bir ranta havale eden rantsal modernite, AVM sembolüyle simgeleşen ”medeniyet”iyle 18 yaşındaki Liceli Medeni’yi üstelik kaçarken sırtından vurarak katletti. Lice toplumsal belleğinde ”karakol” imgesi, 90’lı yıllardan beri bizzat evlerini, mahallelerini yakıp yıkan bir ”zorba aygıtı” olduğu gibi bu aygıt insanların evleri ve mahalleleriyle sınırlı kalmamış, civar bölgelerde bulunan ağaçlık alanları da yok etmiştir. Hegemonyanın ”zor gücü” karakol, zora dayalı kültürel bir silindir aygıtıdır; zira askeri kurumlar halihazırda ”kolluk gücü” olmanın ötesinde baskın ve egemen kültürün temel eğitim sahalarından biridir. Bu bağlamda, Doğu’da devletin asimilasyon ağının temelini kurumsal bazda askeri varlıklar temsil eder. Köy baskınları, yol kontrolleri, adam kaçırmalar, dayak vb durumlarda; kolluk gücünün saldırdığı ilk şeylerden biri, kurbanın ”dili, kimliği ve kültürü”dür çünkü. İdeolojik hegemonya aynı zamanda toplumsal rızayı gözetmek zorunda olduğu için, baskı ve kültürel silmeyi yalnızca zor gücüyle yapamaz. Bölgenin gelişim düzeyine göre farklılaşan askeri, siyasi ve iktisadi aygıtları da devreye sokar. Karakolun ”kale”-kol olması, geleneksel kolonyal rejimin hem bir devamı hem de yeni bir makyaj çalışmasıdır.
Gezi ve Lice’nin kesişim kümesi: Ekoloji ve tabii kültür
Hegemonya her yerde aynı gerekçeyle saldırmaz; ama yapılan özünde aynıdır: Sulukule, Tarlabaşı, Dikmen ve son olarak Gezi’de görüldüğü üzere saldırının başat gerekçelerini ”ayyaşlık, başıbozukluk ve serserilik” oluşturur. Saldırıların zihni arka planını kronolojik bir sırayla takip edecek olursak gelinen son noktada ”İki ayyaşın yaptığı yasa” sözleriyle birkaç sembol isim üzerinden aslında bütün bir toplumsal kültür ”düşman” safına konulmuştur. Ayyaşlık, serserilik ve başıbozukluğun yerine önerilense ”efendilik” temelli AVM adlı rantsal kültür bileşkesidir ki bunu da ”Topçu Kışlası” simgesiyle gizlemeye çalışmaktalar.
Lice’deyse, kullanırlığı hala gündemde olan ”terör ve güvenlik” gerekçeleri mevcut olup saldırının asıl hedefi egemenler açısından da tarihsel bir arka planı olan ”asi LİCE” imgesidir. Gerek Gezi Parkı gerekse Lice’de, hegemonyaya duyulan antipatinin militarizm kökenli ”kışla” imgeleriyle somutlanması tarihin garip bir ironisi midir bilinmez. Garp ve Şark cephelerinde farklı gerekçelerle başlayan rahatsızlıklar ”kışla” imgesiyle ortaklaşsa da, asıl benzerlik ranta dayalı neo-liberal rejimin evirildiği yeni otoriter konumlanıştır. O konumlanış ki Kürt Siyasasının ne ekoloji paradigmasıyla ne de barış iradesiyle herhangi bir uyumluluk arz eder. Yapılan, neo-iktisadi evirilmeye zaman kazandıracak ”geçiştirme ve idare etme”den daha fazlası değildir. Roboski Katliamı’nda görüldüğü üzere dava dosyası, ”yargı reformu”(?) hede-hödölerine inat, askeri yargıya havale edilerek sumen altı edildiği gibi Doğu Cephesi’nde dünden bugüne değişen tek şeyin ”katiller” olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Ethem Sarısülük davasında da, apaçık ”cinayet” kanıtlarına rağmen, fail değil yargılanmak kurban ”terörist” ilan edilmiştir. Kısmen de olsa iyileştirme var, yargı değişiyor ve sivilleşiyoruz diyerek bu zorbalığı takdir eden ”demokrasi kanaatkarlarına” en güzel cevabı aleni katliamları pervasızca sahiplenen ”iktidar” cevap vermekte: ”Ne değişmesi, devlet ve statüko benim!”.
Sözün özü; insanı insan olmaktan ve rasyonel akılla geliştirdiği haklar paradigmasından kaynaklı ”değerli ve onurlu” bir varlık değil de bağnaz dinsel bagajları mucibince ”Sünni, dindar ve kindar” olmasından ötürü ”değerli bir mahluk” addeden sofu paradigmanın bu topluma verebileceği tek şey yeni zorbalık ve iktidar biçimleridir. Ve bu iktidarın, ”insan” dendiğinde aklına gelen El-Kaide fanatiklerinden biraz hallice ”mezhepli yurttaş”; medeniyyet dendiğindeyse AVM-kışla arası bir yerde konumlanmış ”kalekollar” aklına gelebilir. Gezi İsyanı’nda fark edildiği üzere binbir zahmetle ve mecburen makyajladıkları zihinsel arka planları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıp ”bunnlarrr” işaret zamiriyle imledikleri herkesi kolayca ”düşman” bellerler. Biraz daha sıkışacak olurlarsa”Sünni ve dindar yurttaşlar” dışında, insanlığın kendi şahsında değerli tüm kategorik var oluş biçimleri yok edilesi ”artıklar” olarak görülür.
İnsan aklının yüzyıllarca önceki feodal bir evresinde saplanıp kalan bu varoluş biçimi, özünde günümüz bireyinin modern değerlerle harmanlaya gayret ettiği özgül dinsel var oluşlarının; yani bizatihi ”dinlerin” de düşmanıdır. Panik ve korkuyla camiye sığınan yurttaşlara ”içki içip fuhuş yaptılar” tezviratıyla iftira atan bu zihniyet; çok değil yalnızca birkaç yıl içerisinde gerçekleşen ”cinsel saldırı” gibi sapkın vak’alarda çocukları ve kadınları değil ”ağız ucuyla olsun korumak” neredeyse, fail-sapıkların eylemlerine kılıf bulma, kurbanı linç etme hevesine düşmüşlerdir. Tecavüz bebeklerini bile savunup sapıklığı meşrulaştıran bu zihniyetin iki sözünden biri ”kadın bedeni ve mahremiyeti” olup tüm toplum vicdanını yaralayan tecavüzler ve sapkınlıklara bir tek laf ettiği görülmemiştir!
Belki pek yeri değil; ama şöyle bir fıkrayla bağlayalım:
‘Bir mecliste anayasadan söz açılıp, sohbet koyulaşmıştır.
Anayasanın eşsizliğinden ve olağanüstülüğünden bahsedilirken, odanın bir köşesinde kendi halinde çubuğunu içmekte olan bir Bektaşi söze karışır:
“Evet, anayasa kelamı cidden eşsizdir. Amma, yazısı biraz karışıktır!…” der.
Dinleyenlerden biri hayret ve biraz da hiddetle sorar:
-Karışık mıdır? Nerden biliyorsun?
Bektaşi sakin bir tavırla cevap verir:
-Alnımın yazısından!”
Geldiğimiz nokta açık değil mi? Kalekol demokrasi, kalekol yargı ve kalekol iktidar…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.