Aristoteles, Politika adlı kitabında dört tür demokrasiden söz eder. Bu dört tür demokrasinin ilk üçünde, iktidar yoksul çoğunluğun elindedir ama yine de yasaların üstünlüğü kabul edilir. Dördüncü tür demokrasi ise demokrasilerin en kötüsüdür. Aristoteles’e göre, demokrasilerin en kötüsü, yasaların rafa kaldırıldığı, “halkın iradesi”nin yasalardan üstün tutulduğu ve her konuda doğrudan demagogların yönlendirdiği halkın karar verdiği […]
Aristoteles, Politika adlı kitabında dört tür demokrasiden söz eder. Bu dört tür demokrasinin ilk üçünde, iktidar yoksul çoğunluğun elindedir ama yine de yasaların üstünlüğü kabul edilir. Dördüncü tür demokrasi ise demokrasilerin en kötüsüdür. Aristoteles’e göre, demokrasilerin en kötüsü, yasaların rafa kaldırıldığı, “halkın iradesi”nin yasalardan üstün tutulduğu ve her konuda doğrudan demagogların yönlendirdiği halkın karar verdiği yönetim biçimidir.[1] Bu kötü gidişin sorumlusu halkın tuttuğu siyasal önderler, yani eski deyişle “demagoglar”, günümüz ifadesiyle siyasal parti liderleridir. Aristoteles bu durumu şöyle anlatır:
Yasaların egemen olmadığı yerde demagoglar baş gösterir. Halk monarklaşır, birçok kişilerden oluşan tek bir yönetici gibi olur [yani halk diktası oluşur] …monarşik demos, yasaların denetimi altında bulunmadığı için mutlak erke erişmeyi amaçlar ve bir despot gibi olur, ancak kendisine yaltaklananları yükseltir ve şereflendirir. Dolayısıyla, monarşiler arasında tiranlığın yeri ne ise, böyle bir demokrasinin de demokrasiler arasındaki yeri tam odur; genel niteliği tıpkı onun gibidir. Her ikisi de daha iyi sınıftan yurttaşlar üstünde efendilik ederler ve birinin kararları ötekinin buyruklarıdır; tiranın dalkavuğuna karşılık, halkın demagogu vardır; bunların ikisi de kendi alanlarında etkili olurlar, dalkavuklar tiranların üstünde, demagoglar bu türden halk toplulukları üstünde. Demagogların böyle yapabilmeleri, her sorunu halk meclisine getirmeleriyle [günümüzde refaranduma gidilmesiyle] olmakta, meclisin kararları yazılı yasaların üstüne çıkabilmektedir. Bu durum onların kişisel erkini büyük ölçüde artırır, çünkü halk her şeye egemenken, çoğunluk arkalarından geldiği için onlar da halkın görüşlerine (kamuoyuna) egemendir. Üstelik halk yetkenin kendilerinde olduğu gerekçesiyle, görevlilerin yetkesine karşı çıkınca, demagoglar devlet görevlerini kaldırmak için bunu fırsat bilirler [böylece zamanla, yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanır].[2] Böyle bir demokrasinin hiç de bir anayasa olmadığını söylerseniz, bence yerden göğe haklı olursunuz. Yasaların egemen olmadığı yerde, anayasa yoktur. Yasa her şeye egemen olmalı ve devlet görevlileri bireysel örneklerde hüküm vermeli (yasayı uygulamalı), işte o zaman bir anayasanın varlığından söz edebiliriz. Dolayısıyla, eğer demokrasi tanınan anayasalardan biriyse, her şeyin halkın kararıyla yönetildiği böyle bir düzenin gerçek bir demokrasi olmadığı apaçıktır; çünkü hiçbir kararın evrensel geçerliliği olamaz.[3]
Dolayısıyla demokrasinin en kötü biçimi, Atina demokrasisini “bilginler ve hatipler tarafından idare edilen gayet despot [tyrannique] bir aristokrasi” olarak değerlendiren Rousseau’nun deyişiyle “halkın sesi Tanrı’nın sesi” olarak kabul edildiğinde[4], yani halkın iradesi, çoğunluğun arzu ve istekleri veya inanç ve değerleri her şeyin tek ölçütü yapıldığında ortaya çıkar. Böylesi bir demokraside, çoğunluk ne isterse o olur; örneğin çoğunluk faşizmi istiyorsa faşizm, İslam şeriatını istiyorsa şeriat gelir. Anayasa askıya alınır; hukuki konularda neyin hak neyin hak olmadığına, kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna bizzat halk ya da halkın iradesini temsil ettiğini söyleyen demagoglar karar verir. Örneğin, türbanın bir insan hakkı olup olmadığı konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karar veremez, ancak din uleması karar verebilir Eğer mahkeme karar verecekse de İslam alimlerine danışmak zorundadır.[5] Kısacası, eğer halkın iradesinin üstünde başka bir güç yoksa ve bir ülkede halkın çoğunluğu örneğin Sünni Müslüman ise anayasa maddeleri bu çoğunluğun inancı esas alınarak hazırlanabilir. Bu tür bir durumda mevcut yasalar engel teşkil ediyorsa, yüksek yargı organları halkın iradesinin tecelli etmesini engellemekle suçlanır; gerekirse referanduma gidilerek “yüksek yargıda halkın iradesinin tecelli etmesi” sağlanabilir. Eğer, karşı çıkan tek tek kişilerse onlar da halkın düşmanı, kendi çıkarını düşünen elit azınlık veya demokrasi karşıtı olmakla suçlanır. Dolayısıyla, hükümet halkın iradesini temsil ediyorsa, hükümetin aldığı her türlü kararın, ki bu karar aslında halkın çoğunluğunun zararına bile olsa, anayasa mahkemesi ve diğer yüksek yargı organlarının denetimine tabi olmaması, yani hiçbir denetleyici gücün var olmaması istenir.
Ancak, unutmamak gerekir ki, aslında bütün bunlar, halkın iradesi söylemi arkasına sığınarak bir devlette yasama, yürütme ve yargı erkini tek başına ele geçirmek isteyen kişilerin tiranlık özleminin birer yansımasıdır. Buna karşılık, tiranlık özlemiyle yanıp tutuşan hiç kimse “ben bir tiran veya diktatör olmak istiyorum” demez; tam tersine, ben halkın sesiyim, ben özgürlüklerin savunucusuyum, ben yoksul ve mazlum halkın kurtarıcısıyım, der. Bir gün Kürt Açılımı yapar, bir gün Roman Açılımı yapar; özgürlük aşıklarının ağzına bir parmak bal çalar; bir gün “bu halk isterse şeriatı bile getirir”, ertesi gün “laiklik olmadan demokrasi olmaz” der; bir gün demokrasiyi bir trene, amacına ulaştıracak bir araca benzetir, bir başka gün ise ileri demokrasiden söz eder. Herkese her konuda özgürlük vaadinde bulunur.
Gelgelim, Platon’un belirttiği gibi oligarşiyi “doymak bilmeyen, zenginlikten başka şeye değer vermeyen” tutkunun yıkması gibi, demokrasiyi yıkacak olan da en büyük değer saydığı, doymadan arzuladığı şey olan bu “özgürlük” isteğidir. Özgürlük, hayatın her alanına yayılmak ister; ailelerin içine, hatta hayvanlar arasına bile girer. Böyle bir devlette baba oğuldan, öğretmen öğrenciden çekinir; öğrenciler öğretmenleriyle alay eder; yaşlılar da gençlere hoş görünmek için, genç tavırları takınırlar.[6] Hatta, “demokraside atlar, eşekler, öyle serbest, öyle mağrur yürümeye alışırlar ki, yollarından kaçmayana çarpar geçerler. Her yerde dolup taşan bir hürriyet kısacası”.[7] Bu tür bir demokrasi de halkı yönetenler, zamanla, her özgürlük isteğini karşılayamaz olunca, halk onları suçlamaya başlar. Özgürlük isteği, sınırları zorlar, hızla gelişir ve sonunda demokrasiyi köleliğe çevirir; “aşırı özgürlüğün tepkisi, insanda da toplumda da aşırı bir kölelikten başka bir şey” değildir.[8] Yoksulluktan, adaletsizlikten ve verilen sözlerin tutulmamasından bıkan halk, bir kurtarıcı aramaya başlar. Sonuçta da çoğunluğun yönetiminden, ondan daha bozuk olan bir devlet düzeni olan tiranlık doğar.
Demokrasi gibi tiranlığın da türleri vardır ve tiranlığın en kötü biçiminde tiran, “hesap vermek zorunda olmayan, hepsi kendisine eşit ya da kendisinden üstün uyruklar üstünde egemenliğini sürdüren ve yönetimi, onların [uyrukların] çıkarlarını değil, kendi çıkarını gözeten” ve tek başına egemen olmak isteyendir.[9] Eskiden “halk önderleri ile askeri önderler aynı kişi olunca demokrasiden tiranlığa doğru bir değişme olurdu; gerçekten, eski tiranların çoğu demagog olarak başlamışlardır… Bugün söylevcilik sanatının yayılması sonucunda, yetenekli konuşmacılar halk önderleri oluyorlar” (s.150).
Hitabet gücü yüksek olan tiranların iktidarlarını korumak için başvurduğu bazı yollar veya dalkavukların verdiği bazı öğütler vardır. Bunlardan birisi, halk arasında öne çıkan, sivrilen kişileri yok etmek ve “bağımsız görüşleri olan adamlardan kurtulmak”; yurttaşların “toplumsal, kültürel ya da benzeri amaçlarla derneklerde toplanmalarına izin verme”mektir; çünkü bu tür yerler, bağımsızlık fikirlerinin ve kendine güvenin gelişip serpildiği yerlerdir. Benzeri şekilde, tiranlara verilen ikinci öğüt, şudur: “insanların birlikte bilgi edindikleri okullara ya da başka kurumlara izin verme ve genellikle birbirlerini iyi tanımamalarını sağla, çünkü bu aralarında güven yaratır” [günümüz koşullarında, üniversitelerin içini boşalt, akademisyenleri ve öğrencileri birbirine düşür ve sustur]. Üçüncüsü, toplumda olup biten her şeyden haberdar olmak için halk arasına casuslar gönder. Eğer böyle yaparsan, halk söylediklerini onların kulağına gitmesinden korkar ve daha az özgürlükle konuşmaya başlar (Aristoteles, Politika, s.170).
Bunların dışında, “bir başka geleneksel yol, tiranlığa karşı çıkabilecek kimseler arasında çatışmayı kışkırtmaktır; yalanlarla dostu dosta, sınıfı sınıfa, varlıklıları birbirine düşürmek” ve uyruklarını “kendi gündelik işlerinden başalıp da ayaklanmaya zaman bulamasınlar diye yoksulluk içinde tutmak”tır. Örneğin, Mısır’da firavunların yaptırdıkları piramitler ve “Samos’lu Polykrates’in zamanında girişilen bayındırlık etkinlikleri” bu tür girişimlerdendir. Geçimini sağlama derdine düşen ve ağır vergiler altında ezilen yurttaşlar, kendi gündelik çıkarlarını korumak dışında bir şey düşünemez olurlar. Bir diğer yol ise, sürekli savaştan söz etmek veya savaş açmaktır; “çünkü bu uyruklarını oyalar ve onları sürekli bir önder gereksinmesi içinde tutar” (Politika, s.171).
Tiranların dostu olmaz, onların sadece dalkavukları olur, hem halk hem de tiran dalkavuğa büyük değer verir; “demokrasilerde halk önderi, ayaktakımının dalkavuğudur; tiranın sarayında ise dalkavuğun ödevi yaltaklanarak alçalmaktır. Bu nedenle tiran, insanların daha aşağılık olanlarından hoşlanır; önünde yerlere kapananları sever; bağımsız ve özgür ruhlu bir kimse ise böyle şeyler yapmaya yanaşmaz. Değerli kişiler dostluk ederler, dalkavukluk değil; ama o ünlü sözün dediği gibi, kötü adamlar kötü işlere yarar” (Politika, s.171).
“Tipik bir tiran, ciddi ve özgürlüğe eğilimli insanlardan hoşlanmaz. Kendisini tek yetke sayar; birisi kalkıp kendi düşündüklerini özgürce söylemeye hakkı olduğunu iddia ederse, tirana üstünlüğünden ve mutlak efendi olmasından bir şeyler eksiltiyormuş gibi gelir”. Ayrıca, tiranlar, kendi yurttaşlarından çok yabancılarla yemek yemeye meraklıdır; çünkü kendi yurttaşları onun gizli düşmanıdır (Politika, s.171).
Bir zorba veya tiran olarak “halkın başına geçen adam, çokluğun kendine kul köle olduğunu görünce yurttaşlarının kanına girmeden edemez. Onun gibilerin hoşlandığı lekeleme yolunu tutar, onu bunu borçlandırıp mahkemelere sürükler, vicdanını kirletir, canlarına kıyar, ağzını dilini hısım akrabasının kanıyla boyar; kimini sürer, kimini öldürtür; bu arada halka borçların bağışlanacağı, toprakların yeniden dağıtılacağı umudunu verir” (Platon, Devlet, 556a).
“Bütün bunlar, tiranlığın işaretleri [belirtileri] ve onu sürdürmenin yollarıdır…Tiran, uyruklarının (a) bağımsız kafaları olmasını, (b) birbirlerine güvenmemelerini ve (c) herhangi bir şeyi gerçekleştirecek güçleri bulunmamasını ister”; başka bir deyişle, uyruklarının güveni, gücü ve kafası olmamasını ister (Aristoteles, Politika, s.172). Bir tiran, tiranlığını sürdürebilmek için daha olumlu gibi görünen yollara da başvurabilir; örneğin, kurnazca bir kral rolü oynayabileceği gibi, bir halk önderi veya yetkisini sözde anayasadan alan birisi gibi de görünebilir. Tiranın başvurabileceği bir diğer yol, aslında “halkın emek ve çalışmasının ürünü” olan şeyleri “metreslerine, yabancılara ve kendisine hizmet eden zanaatkârlara” bol bulamaç dağıtmasıdır (s.172).
Bir tiran ilişkilerinde de dikkatli olmak zorunda hisseder kendisini; bunu yapmak çok kolay olmasa da; çünkü bir tiran insanlarda tiksinme ve aşağılama duygusu uyandırır, “her zaman zalim değil, vakur davranmalı, kendisini görmeye gelenlerde korku değil, saygı uyandıran bir kimse olduğu izlenimi vermelidir” (s.173). Fakat bunlar da yeterli olmayabilir, bu yüzden, bir tiran, “dinde her zaman başka herkesten daha ciddi (inançlı) görünmelidir –ama, beyinsizin biri izlenimi verecek biçimde değil. İnsanlar, dindar ve tanrıların bilincinde [yüreğinde Allah korkusu olan bir adam] SANDIKLARI egemenlerin kendilerini ezme olasılığının daha az olduğuna inanırlar; tanrıların onu tuttuğuna inanırlarsa ona karşı ayaklanma olasılıkları daha az olur” (s.173). Bir tiran için önemli olan bir diğer husus, üstün başarı gösteren yurttaşları bizzat kendi eliyle ödüllendirip, onurlandırmak, “verilecek cezaları ise görevlilere ve mahkemelere” bırakmaktır (s.173).
Öyleyse, halkın iradesinden daha üstün bir gücün olmadığını savunanlar aslında ileri demokrasinin değil, halk diktasının veya bir tür tiranlığın özlemini çekenlerdir. Günümüzde, demokrasiye gerçekten inanan birisi, başta anayasa olmak üzere insanlığın ortak aklının ürünü olan yasaları her zaman halkın iradesinin üstünde görmeli, bir toplumdaki çoğunluktan önce, azınlıkta kalanların hak ve özgürlüklerinin korunmasına özen göstermelidir. John Stuart Mill’in dediği gibi, “halkın iradesi, pratik hayatta halkın en aktif olan veya sayıca en fazla olan kısmının iradesi anlamına gelmektedir. Böyle olduğu için halkın…iktidarı elinde bulunduran kesimi, diğer kesim üzerinde baskı uygulayabilir” görüşü Avrupa’da bazı kesimlere hoş geldiği için yerleşip kalmıştır, ancak günümüzde “ ‘çoğunluğun diktatörlüğü’ konusu, toplumun korunmaya hazır olmasını gerektiren en önemli kötülükler arasında yer almıştır”. Çoğunluğun diktatörlüğü, “siyasal zorbalıkların çoğundan daha korkunç bir toplumsal zorbalık” türüdür; çünkü “toplumsal zorbalık, hayatın ayrıntılarına daha derin biçimde nüfuz ederek, bizzat bireysel ruhun kendisini esaret altına alır ve böylece bireye daha az kurtuluş yolu bırakır (Mill, Hürriyet Üstüne, s.33). Bu nedenle, gerçek demokrasilerde “devlet yöneticilerinin zorbalığına karşı korunma yeterli değil; aynı zamanda toplumda baskın olan duygu ve düşüncenin diktasına karşı da korunma gereklidir. Toplumun kendi düşünce ve teamüllerini, bunlara karşı çıkanlara zorla kabul ettirme eğiliminin yanı sıra; kendi gidişine uymayan herhangi bir kişiliğin gelişimini köstekleyerek ya da önleyerek tüm bireyleri toplumun genel kalıplarına uymaya zorlama eğilimine karış da korumak şarttır” (Mill, Hürriyet Üstüne, s.34)[10].
Bunlar, bir devlette çoğunluğun iradesinin üstünlüğünü savunmanın doğurduğu sakıncalardan sadece bir kaçıdır. Bir siyasetçi eğer çağdaş demokrasinin ilkelerine gerçekten inanıyorsa bu tür popülist söylemlerden vazgeçmeli ve eğer bu kişi aynı zamanda bir ülkenin başbakanı ise ve kendisini liberal-demokrat birisi olarak nitelendiriyorsa sorumluluğunun bilincinde olmalı; sadece çoğunluğun değil, toplumdaki bütün farklı kesimlerin başbakanı olabilmeli ve Mill’in şu sözlerini can kulağıyla dinlemelidir: “İnsanların mutlak olgunluğa erişemedikleri gerçeğinden hareketle, düşünce farklılıklarını nasıl olumlu karşılıyorsak, aynı şekilde farklı yaşama tarzlarının varlığını da normal karşılamak ve bir hak olarak kabul etmek gerekir. Başkalarına zarar vermemek şartıyla, farklı yaşama tarzlarına özgürlük verilmeli, kişinin benimsediği şekilde bir hayat tecrübesini edinmesine fırsat tanınmalıdır. Özetle birey öncelikle kendisini ilgilendiren konularda ‘ben varım’ diyebilmelidir. Kişi, kendi düşünce ve yeteneğinin gerektirdiği gibi değil de başkalarının arzusu istikametinde davranmaya zorlanırsa, hem bireysel hem de toplumsal ilerlemenin en temel dinamiği devre dışı bırakılmış olur” (Mill, Hürriyet Üstüne, s.105).
Sonuç olarak, demokrasi, sadece çok partili seçim sistemine ve bu sistem içerisinde en çok oyu alan, yani “halkın iradesi”ni temsil eden partinin mutlak iktidarına indirgendiğinde ve bu yolla iktidara gelenler de temsil ettikleri çoğunluğun arzu ve isteklerini yasaların üstünde görmeye başladığında o ülkede demokrasi yerine halk diktası kurulur; halk diktası da bir süre sonra yerini tiranlığa bırakır. Bu nedenle, çağdaş bir demokrasiyi, çok partili seçim sistemi ve çoğunluğun iradesinin temsili ilkelerinin ötesinde, ancak, azınlıkların, hatta bir azınlık olamayacak kadar ender ama farklı olan kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan yasaların mevcut olduğu bir demokrasi türü olarak kabul etmek zorundayız. Mevcut anayasa ve bunlardan türetilen yasalar, bu tür bir amacı karşılamaktan uzak olabilir, ama toplumsal-siyasal yaşamda devletin aksayan yönlerini düzeltmenin yolu, yasaları askıya almak, mevcut yasaların boşluklarını iktidarımızı güçlendirmek için kullanmak veya kendimizi yasaların üstünde görmek değil, toplumsal uzlaşı sağlayarak çağdaş ilkeler doğrultusunda yeni bir anayasa hazırlamaktır. Dolayısıyla, çağdaş demokrasiyi amaçlayan Türkiye gibi bir ülkenin anayasası da çağdaş ilkeler üzerine, yani insanların insanca yaşayabilmelerinin ön-koşulları olan insan hakları, temel kişi hak ve özgürlükleri üzerine inşa edilmelidir. Bu başarıldığı takdirde bu topraklarda yaşayan, inanan, inanmayan, Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Çerkez, Ermeni, Rum, Müslüman, Hıristiyan ayırımı yapmaksızın her kesimin temel hak ve özgürlükleri korunabilir ve Türkiye Cumhuriyeti’nin her yurttaşı bu ülkenin yurttaşı olmaktan gurur duyarak, kendisi gibi olmayanlarla barış içinde bir arada yaşayabilir.
[1] Aristoteles, Politika, Çev. Mete Tunçay. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1993, s.118.
[2] Günümüzden örnek verecek olursak, anayasa mahkemesini, yargıtayı ve benzeri denetleyici organları kaldırmak için bunu fırsat bilirler ve önemli konuları referanduma götürürler.
[3]Aristoteles, Politika, s. 118.
[4] J.J.Rousseau, Ekonomi Politik, Çeviren İsmet Birkan, Ankara: İmge Kitabevi, 2005, s.14.
[5] Ahmet Hakan, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=3535063 18 Kasım 2005.
[6] Platon, Devlet, Ortak Çeviri, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1998, 562c-563a.
[7] A.g.y., 563d.
[8] A.g.y., 564 a.
[9] Aristoteles, Politika, s.126.
[10] J.S.Mill, Hürriyet Üstüne, Çev.M.O.Dostel, Ankara: Liberte Yayınları, 2004.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.