O malum fıkradır: Kilise’deki vaazda İsa’nın Yahudilerce öldürüldüğünü öğrenen Hıristiyan sokağa indiğinde gördüğü ilk Yahudi’yi tokatlamaya çalışınca şaşırıp tepki göstermiş Yahudi “neden vuruyorsun?” diye. Hıristiyan ise “siz İsa efendimizi öldürdünüz, şimdi hesap vereceksin” demesi üzerine Yahudi “iyi ama o iki bin yıl önceydi” cevabını vermiş. Hıncını alamayan Hıristiyan’ın cevabı “iyi ama ben yeni duydum” olmuş. […]
O malum fıkradır: Kilise’deki vaazda İsa’nın Yahudilerce öldürüldüğünü öğrenen Hıristiyan sokağa indiğinde gördüğü ilk Yahudi’yi tokatlamaya çalışınca şaşırıp tepki göstermiş Yahudi “neden vuruyorsun?” diye. Hıristiyan ise “siz İsa efendimizi öldürdünüz, şimdi hesap vereceksin” demesi üzerine Yahudi “iyi ama o iki bin yıl önceydi” cevabını vermiş. Hıncını alamayan Hıristiyan’ın cevabı “iyi ama ben yeni duydum” olmuş.
Bugünkü manzarada AKP’nin ve özel olarak da başbakanın siyasal tavrını gördükçe bu fıkranın sıklıkla tekrar edilmeye başlandığını hissediyor insan. Susurluk kazası sonrası 1997’de başlatılan ‘Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık Eylemleri’ için dönemin Adalet Bakanı Kazan’ın “mum söndü oynuyorlar” demesi ile bugünkü eylemler için RTE’nin “camide bira içiyorlar” demesi arasında anlayış bakımından pek fark yok. Ama aynı zamanda 28 Şubat’lı günlere giden yolun bir ‘dejavu’ misali anımsama yaratması da istenildiği kesin. Oysa tıpkı Yahudi’yi geçmişteki bir olaydan sorumlu tutan Hıristiyan gibi AKP’nin de benzer şekilde bugünkü genç göstericileri geçmişten sorumlu tutmasının iler tutan yanı bulunmuyor.
‘CeHaPe Zihniyeti’ diyerek her türlü muhalefeti bir şekilde dış mihraklara veya olmadı bir terör örgütü yaratıp ona bağlayan ve her isyanı, darbe girişimi sendromuyla algılayan siyasal iktidarın refleksine baktıkça AKP’nin artık geleneksel devlet ideolojisi ile özdeşleşmeye başladığını veyahut kendi zıddı olan Kemalist devlet mantığını devraldığını görüyoruz. Zira bu memlekette devlet ile toplum arasındaki makas ne zaman açılmışsa korku duvarları o derece yükselmiş ve meşruiyet krizleri baş gösterip korkular arttıkça da baskı ve zulüm hep irtifa kazanmıştır. Her ne kadar demokrasiyi sadece sandık fetişizmine bağlayıp onun bir yaşam tarzı olduğunu bir türlü anlamaya çalışmasa da iktidar, artık meşruiyet krizi içerisinde olduğunu son itirazlarla pekâlâ belli ediyor. Sadece muhalif cepheden kaynaklı değil bu durum, aynı zamanda farklı kesimlerin koalisyonundan müteşekkil AKP iktidarı içinde de geçerli hale gelmişe benziyor. Gülen cemaatinin Gezi Parkı direnişine dair hükümete karşı eleştirel tutumu biliniyor. Elbette cemaatin yaptığı eleştirinin arka planında sadece bu olaylar değil AKP’nin 3. döneminde özellikle bürokraside cemaatin kadrolarını tasfiye etmek istemesinin de payı bulunuyor. Son olarak bugünlerde hazırlanmakta olan MİT yasası da bu çatlağı derinleştiriyor. Keza liberaller cephesinde de köprüler atılmışa benziyor. RTE’nin tek adamlılığının parti içinde ve çevresindeki rahatsızlık böylelikle Gül etrafında bir kümelenmeyi de beraberinde getiriyor. Suriye krizi ve onun etkisi ile Kürt hareketi ile girilen Barış Süreci’nde yaşanan tıkanma ve bu sürece itirazlarını dillendiren Gülen cemaatinin tavrı, ABD’nin RTE’ye yönelik olumsuz tutumu, AB’nin rahatsızlığı gibi gelişmeler AKP’yi hayli krize sokmuş görünüyor.
Genel olarak sağı ama esas olarak Milli Görüş’ün daha esnek tabanını kendine çeken RTE için, yukarıdaki karmaşık denklem çerçevesinde yeniden kendi kadrolarını (özellikle gençliği örgütlemek için) yaratabileceği ve bu tabandan bir hareket sağlayıp var olmayı sürdürebileceği yeni bir Milli Görüş formüle etmesinden başka pek yol görünmüyor. AB ve Batı karşıtlığı söylemi ve din eksenli siyasete yoğunlaşmasının arkasında bu durum yatıyor. Nitekim 28 Şubat sürecinde kapatılan Milli Gençlik Vakfı’nın tekrardan açılması da bu adımlardan biri sayılabilir. Zaten Numan Kurtulmuş’un partiye dâhil edilmesi, geçmişle bağı yeniden kurma vesile olmuştu. AKP’nin bu süreçte seküler bir hareket karşısında dine sarılıp cemaati de, Kürt hareketini de din üzerinden imtihan etmeye kalkışması, böylesi bütünsellik içerisinde anlam kazanıyor.
Eski Milli Görüş’ten Neo-Milli Görüş’e AKP’nin fasit dairesi
AKP’nin kuruluş sürecinde “Milli Görüş gömleğini çıkarttık” diyen RTE’nin son Seküler Halk Hareketi sürecindeki tavrına, AKP siyasetinin yeni gençlik kuşağı ile kurduğu sorunlu ilişkiye ve AKP’nin son dönemdeki gündelik hayat politikasına bakıldığında o gömleğin tekrar denenmek istendiğini rahatlıkla fark edebiliyoruz. Kuşkusuz bunda dindar sağ kesimi kendi etrafında çelişleştirmek istemesinin ve bunu klasik dost-düşman ayırımı (%50) ekseninde yapmasının da payı bulunuyor. Ancak bundan sonraki ana yolun büyük ölçüde geçmişin izine yaslanmak olacağını söylemek gerekir.
Aslında AKP’nin kıyafet dolabında piyasa modası uyarınca zaten pek çok gömlek bulunuyor ve pragmatizm ölçüsünde hangisi daha çok beğeni alıyorsa onunla sahneye çıkılıyor. Lakin tüm gömlekler denendi ve eskidi. Herkese aynı gömleği giydirme ısrarı ortaya çıkınca da tepkiler arttı, isyana dönüştü. Şimdi yine o ilk gömlek giyilmek isteniyor. Ama o gömlek solgun, beden ise farklılaşmış, gömlek çok dar geliyor. Bu yüzden eskiye çekmeye başlayan AKP bu gömleği piyasaseverliğin rengi ile canlandırmaya, Ilımlı İslam’ı yeniden formülasyonu ile de bedenini genişletmeyi istiyor. Bütün bunlarla birlikte geleneksel/eski Milli Görüş ile “Neo-Milli Görüş” arasındaki farkları gözden geçirmekte yarar bulunuyor:
Eski Milli Görüş, Fatih dönemi gibi kendi öz gücü ile tarih yazmaya yeltenendi. Neo-Milli Görüş ise Yavuz Selim dönemi gibidir; Batı’dan ziyade Doğu’ya yönelen ama bunu düşmanlaştırıcı tarzda yapıp hazır bir otorite gücü ile (Hilafet) kullanandır.
Eski Milli Görüş stratejik düşünendir. Ekonomik modelini, ittifaklarını, kültürel örüntüsünü bu siyasal davranışa göre ilmik ilmik örebilendir. Neo-Milli Görüş ise eskinin örgütlenme tarzı üzerinde büyüyen ama uzun soluklu bir stratejik yönelim yerine günü kurtarmaya yönelik eski argümanları yeri geldiğinde kullanan taktiksel siyasettir.
Eski Milli Görüş, Sultanbeyli’dir; İstanbul’un yeniden fethine açılan kapı misali yüksek inançla hayata sarılandır; dışlanan gecekondudur; varoşudur. Neo-Milli Görüş ise Başakşehir’dir; artık İstanbul’un sütünü üreten değil kaymağını yiyen tabakadır, gökdelenlerdir, muhafazakâr-dindar elitlerdir.
Eski Milli Görüş, sağ siyasetin kıyısında köşesinde kalandır. Muhafazakarlığı, dindarlığı ve yerliliği kendine özgü olandır. Neo-Milli Görüş ise Türk sağının melez desenedir. Son geldiği nokta Türk-Kürt sağının Sünni bloğudur. Erbakan’ın nevi şahsına münhasırlığından ziyade Erdoğan, biraz Menderes, biraz Demirel, biraz Erbakan ve biraz da Özal’dır. Dahası bunların toplamıdır. Bundan dolayıdır ki “böyle lider, yüz yılda bir gelir” diyen AKP’lilere hak vermemek elde değildir.
Eski Milli Görüş mühendisliktir, mücahitliktir. Neo-Milli Görüş ise müteahhitliktir, her duruma müsaitliktir, ‘İnşaat Ya Resulullah” diyendir.
Eski Milli Görüş, İslam birliğidir, anti-emperyalizmdir, ekonomik cihaddır. Neo-Milli Görüş ise İslam farklılığına yaslanandır, ekonomik birliktir, neo-liberalizmdir, emperyalizmler arası gidip gelmelerdir, bölgesel emperyalizmdir.
Bu karşılaştırma uzatılabilir. Lakin en nihayetinde AKP’nin bu rotası da yenilgiye mahkûmdur. Zira kendisi küresel kapitalizmin çemberi içindeyken kafası dışarıda bir duruşu uluslararası düzen bile sindirmek istemeyecektir.