Yeni bir güneş keşfetmeliyiz – başka deyişle, yeni bir fikir dünyası. Wallace Stevens’ın dediği gibi: “Gittiği her yerde, onun dünyası güneştir”
“Yeni bir güneş keşfetmeliyiz – başka deyişle, yeni bir fikir dünyası. Wallace Stevens’ın dediği gibi: “Gittiği her yerde, onun dünyası güneştir.” (Alain Badiou)
Alain Badiou’nun Yeni Bir Siyaset İçin Felsefe adlı yapıtının Türkçesi Encore yayınlarından çıktı
Kitaptan pasajlar:
Kendimizi son yirmi yılla sınırlandırırsak, toplumumuzda dört büyük küme var ki bunlar mevcut durumun iç karartıcı otoritesini bertaraf etmenin bir yolunu bulabilirler.. Bunu biliyoruz, çünkü kitle hareketinin siyaseten sınırlı ama tarihsel açıdan güçlü bir biçimini oluşturan bu kolektiviteler, ekonominin ve Devlet’in oyunlarına indirgenemez bir varoluş biçimini örnekliyor.
Kendi geleceğinden endişelenen okullu gençliğin kısa süre önce “ilk iş sözleşmesi” meselesinde zafer kazandığını hatırlayalım. Canlı ve kendinden emin bir hareket – hiç kuşkusuz su götürür bir zafer, ama yine de istikbal vadeden bir öznellik.
Polisin tacizine uğrayan, toplum tarafından yaftalanan, yoksul mahallelerde ve citésde dönem dönem yaktıkları isyan ateşiyle kitleleri galeyana getiren ve hali vakti yerinde insanları ta fi tarihinden beridir “başkaldırmak haktır” buyruğundan başka hiçbir buyruğa boyun eğmeyen o katıksız isyankâr dikbaşlılıklarıyla tir tir titreten halk gençliğini hatırlayalım
“Beraber, hep beraber” parolasıyla, kara kışta günlerce sebat edebilen, büyük kalabalıklar oluşturabilen, bazı küçük kasabalara kadar ulaşarak toplam nüfusun üçte birini seferber edebilen sıradan ücretli emekçiler kitlesini hatırlayalım.
Son olarak, on dokuzuncu yüzyıldan beri hakiki siyasetin stratejik merkezinde konumlanan, yasal tüzükleri olsa da olmasa da, haklarını elde etmek için giriştikleri köklü direnişte nasıl örgütleneceklerini, muhalefet ve işgal bayrağını nasıl yükselteceklerini iyi bilen yeni çağın Afrikalı, Asyalı, Doğu Avrupalı proleterlerini hatırlayalım.
Bu kalabalıklar arasındaki en ufak bir bağlantının, birbirlerinden asla kopmamalarını sağlayabilecek herhangi bir şeyin, yeni bir siyasi buluş sekansına kapı aralayacağını biliyoruz. Bu yüzden devletin başlıca işi, “kentler”deki genç kitleler ile öğrenciler, öğrenciler ile ücretli emekçi kitleler, ücretli emekçi kitleler ile yeni proleterler ve hatta genç kitleler ile yeni proleterler, babalar ile oğullar arasındaki en sınırlı bağlantıyı dahi koparmak için elindeki tüm imkânları –şiddete dayalı olanlar dahil– kullanmaktır. Babaların mecbur bırakıldığı ve kendi güçlerini sergileme imkânıyla ödüllendirildiği çalışma koşullarına duyulan horgörüyü ve “gençlik edebiyatı” vurgusunu ön plana çıkaran “Touche pas à mon pote” (“arkadaşıma dokunma”) ideolojisinin derdi de buydu.
Kopmayan tek bağlantı militan entelektüeller ve yeni proleterleri bir araya getiren bağlantı oldu. Bu bağlamda, parlamenter ve sendikacı lafazanlıktan azade bir siyasi yürüyüşe ilham verdiği gibi sınırlı bir eylem biçimini alan ve halen devam etmekte olan deneyler söz konusudur.
Felsefeci gözünün algılayabildiği son pırıltı, tam da bu tür deneyler yapmaya yönelik süregiden çabalardır – Devlet, sendikalar, parti önderlikleri, kitlelere yol gösteren Sol’dan mürekkep birleşik cephenin var gücüyle yok etmeye çalıştığı bağlantılar. Halihazırda bazı bileşik gruplar oluşuyor ve kendilerine kesin görevler belirliyor: Şurayı veya burayı işgal et, kindar bir pankart aç, âtıl sendikalist korteje hayat ver… Belki şimdi, belki yarın…
***
… Tarih’in barışçıl sonunun gelip çattığını söyleyemeyiz. Tam aksine kargaşa, şiddet ve adaletsizliğin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kolektif eylemlerimiz için yeni simgesel biçimler yaratmak zorundayız. Bunu yirminci yüzyılda olduğu gibi bir küresel olumsuzlama ve “nihai savaş” bağlamında yapamayız. Kendilerini bir yığın çatışmayla kuşatılmış yerel bağlamlarda olumlayan yeni hakikatlere kulak vermek zorundayız. Yeni bir güneş keşfetmeliyiz – başka deyişle, yeni bir fikir dünyası. Wallace Stevens’ın dediği gibi: “Gittiği her yerde, onun dünyası güneştir”.
***
Biz felsefeciler, sahiden yeni bir hakikatin ortaya çıktığı bir günün gecesinde kafa patlatırız. Wallace Stevens’ın başlığıyla bir resmi andıran (“Man Carrying Thing” [“Şeyi Taşıyan İnsan”]) o müthiş şiirini hatırlamamak elde değil: “Düşüncelerimize gece boyunca katlanmak zorundayız.” Ne yazık ki, felsefecilerin ve felsefenin yazgısı budur. Stevens şöyle devam eder: “Ta ki gün ışığı ortalığı buz gibi aydınlatana dek.” Evet, zamanı geldiğinde, “gün ışığı” nihai biçimiyle buz gibi ortalığı aydınlatacaktır. Bu, felsefenin son evresi olacaktır: Mutlak İdea, mutlak ifşa. Ama bu, bir son olmayacaktır. Tam aksine, mevcut hakikatler dünyasında bir gelişme yaşandığında felsefi edimi tekrar etmeli ve yeni bir varyasyon yaratmalıyız. Dolayısıyla felsefenin geleceği, tıpkı geçmişi gibi, yaratıcı bir tekrardır. Gece devam ettiği sürece bu duruma katlanmak zorundayız.
Geceye özgü bu düşünceler arasında günümüzde en endişe verici olanı siyasi durumla ilgilidir. Bunun nedeni basit: Siyaset, büyük ölçüde, geceyi ve zifiri karanlıkları mesken tutmuş bir düşüncedir. Ama filozof, geceye özgü bu konumun somut hakikatlerin üzerine çöken bir zifiri karanlık olmasını bir köşeye çekilip seyredemez. Gözlerini her zaman için uzaklara, ufka, hayal meyal görünen gün ışığına dikmelidir. Şimdi, Aiskhylos’un Agamemnon’unun başındaki gözcüyü andırmaktadır. Şu muazzam pasajı bilirsiniz:
Gecenin zifiri karanlığında, yatağıma çiğ düşmüş halde, hiç yorulmadan bakıyorum buz gibi soğuğu ve günün müstakbel sıcaklığını yüklenmiş yıldızların hareketine, bir gözcü gibi. Gökkubenin hâkimi bu pırıltılı varlıklara baka baka öğrendim şafağın ne zaman sökeceğini, günün ne zaman ışıldayacağını.
Felsefeci işte böyle bir bilimin öznesidir; geceleri Dışarı’yı gözleyen sadık gözcüdür. Ama şafak söktüğünde neşelenir. Bir kez daha Aiskhylos’a kulak verelim: “Hayra alamet olsun ki karanlığın içinden bir ışık beliriyor yine, kurtuluyoruz dertten tasadan.”