Doğu Roma ve müttefiki olan güçleri yenip, on sene gibi kısa bir sürede İznik’e kadar ilerleyen “Selçuklu” denilen Türkmenler, yalnızca bu coğrafyada bir devlet olmakla yetinmediler. Türkmenler, kendilerinden sonra gelen işgalci Moğollardan çok daha farklı bir strateji izleyerek, fethettikleri yöreye yalnızca bir bey atayıp çekilmekle kalmadılar. Türkmenler, girdikleri bölgeye yoğun nüfuslarla yerleşip, diğer kültürlerle de […]
Doğu Roma ve müttefiki olan güçleri yenip, on sene gibi kısa bir sürede İznik’e kadar ilerleyen “Selçuklu” denilen Türkmenler, yalnızca bu coğrafyada bir devlet olmakla yetinmediler. Türkmenler, kendilerinden sonra gelen işgalci Moğollardan çok daha farklı bir strateji izleyerek, fethettikleri yöreye yalnızca bir bey atayıp çekilmekle kalmadılar. Türkmenler, girdikleri bölgeye yoğun nüfuslarla yerleşip, diğer kültürlerle de etkileşime geçtiler. Baskın hâle geldikçe de öteki kültür, kimlik ve diller üzerinde Türklerinki geriletici bir baskı oluşturdu. Bugün bu coğrafyada tek bir Moğol yokken, yaşadığımız ülkenin isminin “Türkiye” olmasının başat sebebi Oğuzların fütuhat ve yönetim anlayışıdır.
“Türk” kimliği doğuyor
Yaklaşık üç yüz sene varlığını pek parlak sayılamayacak bir biçimde de olsa sürdüren Selçukluların bir dizi çalkantıdan sonra nihaî çöküşü, Moğolların egemen olmaktansa yağma yapma ve vergi almaya dayanan gündelikçi siyaset algıları ve Doğu Roma’nın sürekli gerileyişi/zayıflaması ve son olarak da öteki beyliklerin iç dinamiklerinin yetersizlikleri, güçlü bir Osmanlı devletinin doğuşuna zemin hazırladı. Avrupa’da Anadolu’ya “Turchia” denilmeye çoktan başlanılmış olsa da Osmanlılar ne etnik olarak “Türk” ismini benimsediler ne de ülke adı olarak “Türkiye”yi kullandılar. Batı için “Türk”ün daha çok Müslümanı imleyen bir ad olduğunu ve öncesinde göçebe Türk-Moğol topluluklar için daha çok “Tatar” adının kullanılmış olduğunu da burada belirtelim.
Osmanlı için Türk ve Türkmen’in göçebelik yahut köylülük bildiren ve ekseriyetle tahkir içeren bir kavram olduğu artık pek çok insan tarafından biliniyor. Ki bugün bile “Türk” adı insanların kendilerini tanımlarken kullandıkları bir yerel kimlik olarak oturamıyor. Türk kökenli insanların kendilerini etnik olarak tanımlarken hâlâ “Manav”, “Kıvırcık”, “Yerli”, ”Türkmen” ve “Tahtacı” gibi adlar kullanmak zorunda hissettikleri açık. Türk’ün siyasal bir üst kimlik olarak parlatılıp, propaganda ve siyasetinin yapılması ise, Osmanlı’nın krizlerle geçen son dönemine rast gelir. Ülkeyi ayakta tutmak için kâfi gelmeyen Osmanlıcılık ve İslamcılık mefkûrelerinden sonra Osmanlı münevverlerince, sığınılacak son sığınak olarak Türkçülük fikri ortaya atılır.
Yusuf Akçura’nın 1903’te “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eserinde Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarıyla karşılaştırarak savunduğu Türkçülük, günümüzdeki Türk milliyetçiliğinin bir demosu olarak da okunabilir. Şu açık ki, Türk milliyetçiliği önemli ölçüde, daha önce anayurtlarında “Türk müyüz yoksa Tatar mı?” diye de tartışmış olan ve Rusya’dan Türkiye’ye kaçmış Akçura gibi Tatar aydınları eliyle memleketin cılız siyasal atmosferi içinde geliştirildi ve kendine taraftar buldu.
Rum, Ermeni, Arap ve diğer milliyetçiliklere göre daha geç vücut bulan Türk milliyetçiliği, yaşanan ulusal kalkışma depremlerinin de oluşturduğu uygun ortam sayesinde tez zamanda gelişti ve daha 1913’te Bâb-ı âlî baskınıyla İttihat Terakki’nin iktidarı kesin olarak ele geçirmesiyle mutlak bir biçimde muktedir ideolojisi oldu. Bu siyasal alt üst oluş dönemiyle birlikte Türkiye’de etnik ve dinî temizlik plânları programlandı ve yürürlüğe kondu. İçeride ve dışarıda saldırgan bir siyaset benimsendi, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na koşar adım girildi, genç Cumhuriyet’in tamamlayacağı orijinal yer adlarının Türkçeleştirilmesi operasyonuna Lazistan’dan başlandı, başta Ermeni ve Asurî halkları olmak üzere gayr-ı Müslim topluluklar üzerinde yok etme odaklı politika büyük oranda tamamlandı.
İşin bundan sonraki kısmı ise “Millî Mücadele” dönemi sonrası cumhuriyetin ilânıyla birlikte hızla Türklüğün ve Türk milliyetçiliğinin bütün araçlarla toplumda yerleştirilmesi çalışması ve Cumhuriyet’in Türkleştirme programının -gayr-ı Müslimler meseleden gayrı- Kürtlerin çoğunluğu dışında neredeyse hiç tepkisiz ülke ekseriyetince kabulü oldu.
Türk milliyetçiliğinin bilinçaltı
Buraya kadar Türkçülüğün daha çok bilinç düzeyiyle ilgili kalem oynattık yazının sonuna gelirken de biraz da meselenin bilinçaltından, psikolojik altyapısından konuşalım. Söylediğimiz gibi Osmanlı’nın baş döndürücü hızla gelişen ulusal ayaklanmalar ve toprak kayıplarıyla geçen son döneminde entelektüellerin çıkış arayışları sonucu vardıkları bir durak olan Türkçülük, “ihanet” (!) ve “bölünme” ekseninde gelişen bir paranoyayla dünyanın en saldırgan ve kompleksli milliyetçiliklerinden biri hâlini aldı. Özellikle dünya tarihinin en güçlü imparatorluklarından birinin “torunları” olma psikolojik itkisiyle körüklenen “büyük bir tarihe” yaslanma bilincinin yarattığı özlem ve hırs Türk milliyetçilerini her gün daha çok biledi ve milliyetçiliği biteviye keskinleştirdi. “Türk değilsen ya ölüsün; ya hizmetkâr” gibi şizoid bir dürtüyle güdülenen bu apaçık ırkçılık ve kendini bu hastalıklı anlayıştan daha farklı/birleştirici düşünüyormuş gibi pazarlayan Türk milliyetçiliğinin “diğer tonları” için “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” amentüsü yaralanmış bir millî gururun ve hastalanmış bir fikriyatın bulanık sularıyla yeşerdi. Farz-ı misal düşüncelerinin ülkücülerden ya da Nizam-ı âlemcilerden daha “demokrat” olduğunu düşünen ve savlayan “ulusalcılar” için de birlikte olabilmemiz için -tamam Allah râzı olsun ırkî köken olarak değil ama – temel bileşenin “Türk” olmak olduğunu söylersek, Türk sağının hiçbir renginin temelde ötekinden farklı olmadığını rahatça anlayabiliriz!
Bu depresif, agresif ve zımnî ya da aşikâr irredantist yerleşik ve yaygın kafa yapısı aşılamadıkça da bizim ülkemizin üzerine tüm halkların içini ısıtacak bir güneş hiçbir zaman doğamayacaktır -ne yazık ki…-
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.