Mutlak özgürlük yoktur, izafi esaret vardır. Bireyin esaret seviyesini ve karakterini bir başka bireyle ve meta ile olan ilişkisi belirler. İnsana ve metaya tapan birey, artık özne olma durumunu kaybetmiştir. Lucas’ın dediği gibi artık şeyleşmiştir veya Karl Marx’ın altını çizdiği gibi “mala tapınma” söz konusudur. Şeyleşen birey, emeği karşısında nesneleşmiştir. Emeğine nüfuz edemeyen ya da […]
Mutlak özgürlük yoktur, izafi esaret vardır. Bireyin esaret seviyesini ve karakterini bir başka bireyle ve meta ile olan ilişkisi belirler. İnsana ve metaya tapan birey, artık özne olma durumunu kaybetmiştir. Lucas’ın dediği gibi artık şeyleşmiştir veya Karl Marx’ın altını çizdiği gibi “mala tapınma” söz konusudur. Şeyleşen birey, emeği karşısında nesneleşmiştir. Emeğine nüfuz edemeyen ya da ona hükmedemeyen birey esarete mahkûmdur. Özgürlüğün ilk şartı emeğe sahip çıkmaktır. Bir fabrikada aymaz bir kapitaliste emeğini satarak yaşayan liberal proleter(ücretli köle), bir cezaevinde özgürce kitap okuyan mahkûmdan daha fazla tutsaktır.
Zigmund Bauman, “Özgürlük” adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Bir kişinin özgür olması için en az iki kişi gerekir.” Bu bağlamda tam aksini düşünüyorum. İkinci kişiyle birlikte özgürlük ortadan kalkar. Mutlak özgür birey sınırlama, kısıtlama ve zorlama tanımaz; hürdür, serbesttir. Özgürlük, “Ben”de mevcuttur. Öteki, Ben’deki özgürlük alanını kısıtlar. Ben’in Öteki’ye karşı duyacağı sorumluluk dahi özgürlüğü cendereye alır. İki kişi arasında ebedi bir irade eşitliği olamaz. Zamanla irade üstünlüğü yaşanır. İrade uyuşması için sevgiye ihtiyaç vardır. Sevgi, iki bireyin mutluluğu ve ortak yaşamı için kaçınılmazdır. Mutluluk için sürekli sevmek zorunda kalmak dahi salt özgürlük nosyonunu ihlal eder. İki kişilik her soyut ve somut mefhum, özgürlüğü izafi hale getirir. Mesela iki kişilik olan aşk, esaretin kendisidir. Başkasının veya Öteki’nin duygularına, hazlarına, üzüntülerine ve yazgısına ortak olmak bir nevi esir olmaktır. Dolayısıyla özgürlük kavramını “Ben temelli” işleyen Kant, haklıydı. Levinas’ın Ötekisi ulustur, ailedir, evlattır, vatandır. En somut anlamda özel mülkiyettir. Öteki varsa mülkiyet, özel hale gelir.
19. Yüzyıl hiciv şairi Ziya Paşa’nın yazdığı gibi “kendimi bezel eyledim devlet uğruna, hamiyet uğruna.” Özel mülkiyet varsa hamiyet de vardır. Vatan, ulus, aile ve evlat bu mülkiyetin kendisidir. Hamiyet eşittir teslimiyet. Silah icat oldu mertlik bozuldu, devlet icat oldu hürriyet bozuldu. Tıpkı Lenin’in yazdığı gibi “Devlet ortadan kalktığı an özgürlük başlar.”
Meta, özgürlüğü de kendi kafesine mahkûm etti. Benim kölem olmak şartıyla özgürsünüz. İşte liberalizm de budur. Özel mülkiyetle birlikte özgürlüğün hamisi değişti. Artık egemenler özgür, ezilenler bendegân. Ne diyor burjuvazinin özenle hazırladığı 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi: “Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir.”Başkası, yani sermayedar sınıf… Ona zarar vermezseniz özgürsünüz. Ne ince bir tenakuz. Ona zarar vermezseniz kendinize zarar vermiş olursunuz. O, sizin köle kalmanızı istiyor. Kapitalizmde özgürlük, sermayedara sınırsız köleliktir. Aslında özgürlük, bireyin kendisine zarar vermeyecek her şeyi yapabilmesidir. Kendisine zarar vermeyen başkasına da vermez. Karl Marx, “Yahudi Sorunu” adlı eserinde ısrarla “Başkalarını özgürleştirmek için önce bizim özgürleşmemiz gerek” diye haykırıyordu ya.
Kısmı özgürlük, hiç kimsenin köle olmadığı anda başlar. Yani üretim araçlarının ortaklaşa kullanıldığı an(iştirakiyye). Total özgürlük olması beklenemez. Einstein’in bir kitabında özgürlüğün salt olamayacağına dair Schopenhauer’dan aktardığı ve beğendiği o cümlesi hemen zihnimi okşadı: “Arzu ettiğiniz gibi davranabilirsiniz fakat arzu ettiğiniz gibi arzu edemezsiniz.” Kapitalizmde güçlü olan özgürdür. İşçi, neden tutsaktır? Çünkü iktisadi olarak zayıftır. İktidar malikleri hiçbir zaman özgürlükten şikâyet etmezler. Aksine onu dağıttıklarını düşünürler. Bir bakıma onu gasp ettiklerini de kabul etmiş olurlar. Ne demişti spasitel(kurtarıcı) Bush, “Irak halkına özgürlük getiriyoruz.” Özgürlüğün anahtarı feodalizmde monarşinin elindeydi, kapitalizmde burjuvaziye geçti. İşte sosyalizm(iştirakiyye), emperyal burjuvazinin tekeline tutsak olmuş özgürlüğün serbest kalmasıdır.
Otoriter ve sinir hastası Rus Çarı IV. İvan, kilise ahlakıyla büyümüştü. Ancak kilise yasalarını ihlal etti ve Natalya Romanova’dan sonra 6 kez evlenmişti. Bunu mujik(köylü) Şaşa yapsaydı aforoz edilmişti. Çünkü Şaşa, küçük insandı(malenkiy çelovyek). IV. İvan ise özgür biri… Gerektiğinde opriçnikleri gönderip Novgorod halkını kılıçtan geçirebilir, gerektiğinde kendi oğlu İvan’ı öldürebilir. Monarşinin özgürlüğü ne hukuki yasa tanır, ne ilahi yasa. IV. İvan’ın, Metropolit’in üstünde bir patrik istememesi daha fazla ilahi hegemonya altında kalmak istememesiydi. Monarşist özgürlük her yerde aynıdır. Osmanlı’da I. Ahmet dönemine bakıldığında karşımıza Sultan Ahmet Camii çıkmaktadır. 7 yılda bitirilen camii, 6 minaresiyle aslında geleneksel İslam öğretisini ihlal ediyordu. Kâbe’nin minare sayısı ile aynı olamazdı. Dedik ya, özgürlük monarkların elinde oyun hamuru gibi. Sonra I. Ahmet, mimarbaşı Sedefkâr Mehmet Ağa’yı gönderiyor. Kâbe’nin minare sayısını 7’ye çıkartıyor. Tek bir kişi, üstelik bir halife yüzlerde yıldır kutsanan bir dini kendi şanı ve hegemonik özgürlüğüne heba ediyor.
Tek kişinin salt özgürlüğü, halkın amansız esirliğidir. Ne diyordu Namık Kemal “Osmanlılarız biz, can veririz, şan alırız.” Evet, yoksul can verir, zengin şan alır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.