İstiklal Caddesi’nin bir ucundan diğerine yürümek, bir sürü şeyin yanında bir müzikale gitmek gibidir. Cadde boyunca insana eşlik eden parçalar, insana popüler olanı, yeni çıkanı, İstiklal Caddesi’nin gündemini gösterdiği gibi, yepyeni keşiflerde bulunmayı da sağlar… Öyle bir yürüyüştü, Ara Dinkjian’la tanışmama vesile olan. Bir dükkanın ardına kadar açık kapılarından yayılan ud ezgileri beni içeri yönlendirmişti ve elimde […]
İstiklal Caddesi’nin bir ucundan diğerine yürümek, bir sürü şeyin yanında bir müzikale gitmek gibidir. Cadde boyunca insana eşlik eden parçalar, insana popüler olanı, yeni çıkanı, İstiklal Caddesi’nin gündemini gösterdiği gibi, yepyeni keşiflerde bulunmayı da sağlar… Öyle bir yürüyüştü, Ara Dinkjian’la tanışmama vesile olan. Bir dükkanın ardına kadar açık kapılarından yayılan ud ezgileri beni içeri yönlendirmişti ve elimde adı “An Armenian in America” olan bir albümle çıkmıştım… Günlerce, gecelerce bana eşlik etti. Önce şaşırarak, sonra keyif alarak, sonra tutkunu olarak tüm parçaları tekrar tekrar dinledim. Şaşkınlıkla farkına vardım ki, yaşamıma damgasına vuran, duyunca içimin titrediği, Sezen Aksu’yu, Ahmet Kaya’yı sevmeme vesile olan, ama en çok da kendi yaşamımdan anlarla, neşe, mutluluk, acı ve vicdan yaralarımla özdeşleştirdiğim bir sürü ezgi Ara Dinkjian imzalıymış…
* * *
Şiddet dolu bir coğrafyada yaşıyoruz. Aşinayız şiddete… Şiddet soykırımlar, askeri darbeler, olağanüstü haller, işkenceler, kayıplar, cezaevleri ve idamlar olarak, gazetecilere, bilim adamlarına ve toplum önderlerine düzenlenen suikastlar olarak, özelleştirmeler, işten atılmalar, tüm hakların gaspı olarak, işsizlik ve yoksulluk olarak, bir halkın dilinin, kültürünün, kimliğinin reddi olarak, çocukların yaşı 12-13 olsa bile “terör örgütünün maşası” diye öldürülmesi ya da tutuklanması olarak, “tel’in” mitinglerinde döner bıçaklarıyla yürüyen milliyetçilik olarak, linç girişimleri olarak, çöp kutusunda patlayan bomba, belediye otobüsüne atılan molotof kokteyli olarak, mafya cinayetleri olarak, mafyöz tiplere özenen, silahla dolaşan, birbirini öldüren liseli gençler olarak, kent yaşamından dışlanmış varoşlar olarak, tinerci çocuklar olarak, baba dayağı, koca dayağı, töre cinayeti olarak çıkar karşımıza bu topraklarda… Bütün bir yaşamımızı ve insanca bir yaşam umudumuzu hedef alır…
Bu coğrafyada yaşayanlar, bizler aşinayızdır şiddete… Öyle aşinayızdır ki, on yıllardır yaşanan şiddeti görmezden gelmekle kalmayıp gerçeklerin örtbas edilmesine bizzat gardiyanlık etmiş olan medya, utangaç bir suskunluk yerine azgın bir milliyetçilikle savaş körüklüğü yapar. Şiddet, onu kutsayan ve teorize eden medya aracılığı ile, dizilerle/filmlerle, haber bültenleri ile evlerimizin salonuna kadar girer. Çocuklarımız, gençlerimiz dizi karakterlerine öykünerek, yaşama dair başkaldırılarını birbirlerine yönelen şiddet olarak açığa vurur. Aile içi şiddet, TV’lerde olağan bir şeymiş gibi tartışılır ve hepimizden kimin haklı kimin haksız olduğu tartışmasında hakemlik yapmamız, şiddetin bir parçası olmamız beklenir. Savaşın kar/zarar hesabı, maliyeti hesaplanır uzun tartışma programlarında, gazete köşelerinde… Bu topraklarda şiddet, yokluk, yoksunluk ve yoksulluktur. Şiddet adaletin yokluğudur. Şiddet barışın yokluğudur. Şiddet, eğitimden, bilimden ve kültürden yoksunluktur. Şiddet ayrımcılıktır, eşitsizliktir, yoksulluktur.
* * *
Şiddetle karşılaştığında şaşırır insan, genellikle durur, anlamaya çalışır, suç arar, suçlu arar… Ancak üzerinden yıllar geçtikten sonra ağlayabilir tanık olduğu şiddete dair. Şiddet insanı azaltır. Sadece karşı çıkamadığı zaman değil, karşı çıksa bile azaltır. Sadece uğradığı şiddet değil, tanık olduğu, şiddet de azaltır insanı. Her seferinde eksilir bir parça daha insanlığımız ve belki de budur insanı insanlıktan çıkartan… Ve benim bugünlerde hep ağlamam bundandır. yıllardır tanık olduğum onca şiddetin eksilttiği insanlığımdır ardından ağladığım… Efes antik kentinde izlenen Sting konseri ertesinde, Sivas’ta yanıp giden insanları öğrenmek, en çok da Metin Altıok’un Madımak otelinin merdivenlerinde otururken çekilmiş fotoğrafında gözlerini görmektir… Gündem gazetesinin ilk sayfasında ölen gerillaların nasıl panzerlerle yerlerde sürüklendiğinin fotoğrafları varken, o gazetenin yanı başındaki renkli, resimli gazeteye uzanan eli görmektir… Çocuk aklımla “yok ya bir insan diğerine bunu yapamaz” diye düşünürken, Nokta dergisinin sayfalarından dökülen Sedat Caner’in sözleri, bu sözlerin olup biteni aslında ne kadar usturuplu anlattığını yıllar sonra 12 Eylül dosyalarından çıkartılan haberlerle fark etmektir. Tarih kitaplarında bir halkın yaşadığı yerlerden sürülüp ölüme gönderilmesinin askeri-politik kaygılarla açıklanması, 30 yıl boyunca süren savaşın jeopolitik çıkar hesaplarıyla savunulması… ve susmaktır… ya da isyan etmek… ama hep insanlığımız pahasına…
* * *
Festival’de gösterilen Garod filmi ile tekrar karşılaştım Ara Dinkjian’la… Bu kez babası Onnik de vardı karşımda. Ara anlattıkça, babasını, çocukluğunu, müzik yolculuğunu ve yol arkadaşlarını farkına vardım ki, gençlik yıllarımın sonu ve orta yaşlılığıma damgasını vurması, neşe, mutluluk, acı ve vicdan yaralarımla özdeşleşmesi boşuna değil. Müziğinde garod yani hasret var… O hasret ki, bu topraklarda yaşayan herkesin farkında olsun olmasın paylaştığı bir şey… Bu coğrafyada adaletin, barışın, kardeşliğin, en çok da vicdanların temizlendiği günlerin hasreti… Belki bu hasret dinerse kaybettiklerimiz yeniden gelir…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.