Sosyalizm ilk ortaya çıkışından bugüne çeşitli çevreler tarafından farklı biçimlerde yorumlandı. Kimilerine göre salt bir paylaşım toplumuydu; kimilerine göre ise Tanrı’nın dünyamızda tasavvur ettiği cennetti. En son ve en devrimci sınıf olan işçi sınıfının gelişiminin belirli bir aşamasında, maddi zeminin de gelişimiyle birlikte, ütopistlerle kesin bir ayrışmaya gitme zorunluluğu kendisini gösterdi. Çeşitli tartışmalarda bilimsel sosyalizmin, […]
Sosyalizm ilk ortaya çıkışından bugüne çeşitli çevreler tarafından farklı biçimlerde yorumlandı. Kimilerine göre salt bir paylaşım toplumuydu; kimilerine göre ise Tanrı’nın dünyamızda tasavvur ettiği cennetti. En son ve en devrimci sınıf olan işçi sınıfının gelişiminin belirli bir aşamasında, maddi zeminin de gelişimiyle birlikte, ütopistlerle kesin bir ayrışmaya gitme zorunluluğu kendisini gösterdi. Çeşitli tartışmalarda bilimsel sosyalizmin, sınıf gerçekliğinin ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin tam rahminde konumlanan, sınıfsız topluma doğru giden bir ara geçiş toplumu olduğu dile getirildi. Sosyalizm, ne zenginliklerin paylaşımı, ne de basit bir öc alma olarak mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesiydi. Tüm bunları kısmen ve başka türlü kapsayan bir süreçti: özel mülk dünyasının yaratmış olduğu üretim ilişkilerinin, üretim ilişkilerinin yarattığı sınıf ilişkilerinin, sınıf ilişkilerinin yarattığı sosyal ilişkilerin ve sosyal ilişkilerin yarattığı fikirlerin tümden devrimcileştirilmesi süreci olarak, Marx ve Engels tarafından bir hipotez olarak ortaya konmuştur.
Şüphesiz Marx ve Engels sosyalizme dair bir yandan keskin, bir yandan ise hayranlık uyandırıcı öngörülere sahipti. Ancak tek yaşadıkları deneyim, 71 gün sürmüş olan Paris Komünü’nden ibaretti. Her ne kadar o dönemde Marksistler arasında üst yapının önemine dair çeşitli tartışmalar yürütülmüş olsa da, esas itibariyle üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanmasının, sosyalizmin garantörlüğünü sağlayacağı düşünülmekteydi. Diğer taraftan, bu analizin ekonomik indirgemeci bir yanı da vardı: 2. Enternasyonal bu indirgemeciliği aşamadı, hatta daha da derinleştirdi. Bu gidişata dur diyen Lenin oldu. Lenin, proletaryanın sınıfa bilinç taşıyan siyasal organizasyon ile iktidara gelebileceğini, dolayısıyla politikanın özgünlüğünü ve belirleyiciliğini analize katarak Marksizme muazzam bir incelik getirdi. Diğer bir deyişle Marksizmin elinin erişemediği yerlerdeki tozu alarak, daha berrak bir sosyalizm anlayışı ortaya koydu. Lenin, ünlü önermesi olan “tüm iktidar sovyetlere” perspektifiyle, geniş halk kitlelerini harekete geçirdi, böylelikle ilk sosyalist devletin mimarı oldu. Lenin, Ekim Devrimi’nin 72. gününü büyük bir coşkuyla kutlamıştır; çünkü O, devrimin yapılmasından öte sürdürülmesi meselesinin “kültür devrimi” niteliğinde olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Ekim Devrimi sonrasında 1949’da yeni bir devrimin bu sefer bir üçüncü dünya ülkesinde, Çin’de gerçekleşmesi, ezilen dünya halklarına büyük bir umut verdi. Bu aynı zamanda o döneme kadarki Marksist teorinin de ezberini bozdu: yalnızca işçi sınıfının değil köylülüğün de devrimci bir güç olabileceğini gösterdi. Demokratik Halk Devrimi, 1952 yılı sonrasında sosyalist inşa sürecine dönüştü; büyük kitle kampanyalarıyla, halk kitlelerinin doğrudan parçası olduğu, karar alma süreçlerinde üretenlerin belirleyici hale geldiği bir dönüşüm gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Mao Zedong, Komünist hareketteki sorunları tahlil ederek sosyalist toplumun da sınıflı bir toplum olduğu ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin bir an dahi ertelenmemesi gerektiği sonucuna vardı. Stalin sonrası Komintern’deki “halk devleti” “sosyalizme barışçıl geçiş” gibi yönelimlerin, sosyalist toplumun dinamiğini anlamadığını dile getiren Mao, 1957 Deklerasyonu ve 1963 Polemikleri’nde, sosyalizmin can alıcı sorunlarına değindi. SSCB’de gerçekleşen geri dönüşümün ve devlet kapitalizminin Çin’de de yaşanabileceğini görerek, 1966 Ocak ayında Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlattı. Mao, kafa-kol emeği çelişkisinin, cinsiyetler arası çelişkinin, yöneten-yönetilen çelişkisinin ve sınıflı topluma ait diğer çelişkilerin, sosyalist rejimde dizginlenebildiğini ama sönümlenmediğini fark ederek, zihinlerin dönüşümü için köklü devrimlerin proleterya diktatörlüğü altında sürdürülmesi gerektiğinin altını çizmiştir.
Sosyalizmdeki tüm bu gelişmeler şüphesiz ülkemiz sosyalist hareketinin de gündemine girmiştir. Özellikle 1970’li yıllarda Kültür Devrimi’ne ilişkin yoğun tartışmalar yapılmıştır. Ancak ne yazık ki bir sosyalist dönüşüm hareketi olan Büyük Proleter Kültür Devrimi hakkında pek de fazla derli toplu çalışma yoktur. Alandaki bu boşluk, Kültür Devrimi’nin yeterince bilinmemesine ve dolayısıyla devrim tartışmalarının bir ayağının boşta kalmasına neden olmaktadır. ABD’li Devrimci Araştırmalar Grubu’nun hazırlamış olduğu, Patika Kitap tarafından geçtiğimiz günlerde Türkçeye kazandırılan Çin Kültür Devrimi adlı eser bu boşluğu doldurur nitelikte. Eser, kronolojik bir tarih okumasının ötesine geçip okuyucuyu sınıflı bir toplum olan sosyalizmin can alıcı sorunlarıyla yüzleştirmektedir. Kitabın ele aldığı konular salt bir dönem ile ilgili olmayıp sosyalist toplumun niteliği, Komünist Parti’nin rolü, önderliğin tayin ediciliği, üst yapı-alt yapı ilişkisi ve tüm bunların dünya sahnesindeki önemi hakkında derinlikli tartışmalar yürütmektedir. Böylelikle Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin, özlü bir analizini okuyucuya sunmaktadır. Geleceği örgütlerken geçmişi anlamak isteyenler için Çin Kültür Devrimi mutlaka okunması gereken bir kaynak kitap.
Çin Kültür Devrimi, ABD Devrimci Araştırmalar Grubu, çev. Sinan Jabban (Patika Kitap, 2013)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.