Eğer iktidarın özünde “sıkıyönetim” ya da olağanüstü hal ilanı yatıyorsa, politikanın klasik tanımı bizim tarafımızdan yaratılabilecek “karşıt bir olağanüstü hal”i yaratmaktır
Eğer iktidarın özünde “sıkıyönetim” ya da olağanüstü hal ilanı yatıyorsa, politikanın klasik tanımı toplumu değiştirmek, bizim tarafımızdan yaratılabilecek “karşıt bir olağanüstü hal”i yaratmaktır
1 Mayıs İşçi Bayramı’nda, polisin göstericilere karşı vahşi tavrını izlerken hepimiz bir kez daha şoke olduk. Ortalıkta uçuşan gaz bombaları, sürekli inip kalkan coplar, “1 Mayıs’ta Taksim yassah hemşerim!” diye naralar atan bir Vali ve onu destekleyici açıklamalar yapan, daha önceki vukuatlarını da çok iyi bildiğimiz bir İçişleri Bakanı. Nasıl da birbirlerini tamamlıyorlar, görevlerini büyük bir gönül rahatlığıyla yaptıklarını ekranlardan cümle âleme ilan ediyorlardı, bir bilseniz. Aslında “Gazcı Kardeşler” gerçekten de görevlerini yapmışlardı, tıpkı diğer kamp görevlileri gibi. Çünkü eğer kent adı altında modern bir toplama kampında yaşıyorsanız, o kampın kuralları olmalıydı. O kampta bunlar yaşanmalıydı.
Bu yazıda temel amacım, kent diye bildiğimiz ve içinde yaşadığımız alanların aslında birer kamptan ibaret olduğunu göstermek. Kamp kavramıyla Nazi döneminin acımasız toplama kamplarını kastetmiyorum tabii; modern toplama kampı, Nazi dönemi toplama kampları mantığının 21. Yüzyıl teknolojisiyle donatılmış hali olarak anlaşılmalı. Bunun için referans noktam ise, eş zamanlı olarak ortaya çıkan politika ve kent gerçeklerinin yine eş zamanlı olarak yok oldukları. Bu da şu demek aslında: Süreklileşmiş bir “olağanüstü hal”in egemenliği altında yaşamamız, bildiğimiz anlamda kentin sonu demek. Bu ilişkinin ekseninde ise – Agamben’le beraber düşünürsek – günümüz Batı Uygarlığı’nın temelini oluşturan biyopolitik paradigmanın kent değil, kamp olduğu görüşü var.
2013 1 Mayıs’ını değerlendirmeye bu noktadan başlamak mümkün. İlk olarak, özellikle bugünlerde Taksim’de toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanmaya çalıştığınızı düşünün. Siz orada eylem yapmayı düşündüğünüz andan itibaren kendi yaşam biçiminizden uzaklaşmış, hukuksal açıdan “çıplak” bir insan olmaya adım atmış biri haline gelirsiniz. Her türlü copu/dayağı yiyebilir, üzerinize biber gazı sıkılıp, o da yetmez vücudunuzun herhangi bir yerine hedef gözetilerek gaz bombası atılabilir. Bu duruma girdikten sonra, “insan hakları” gibi haklar – paradoksal olarak sizin gibiler düşünülerek meşrulaştırılmış olsa da – artık sizin için geçerli olmayacaktır.
İkinci olarak, yine İstanbul’u düşünün: İstanbul artık bir mega kent ve sayıları hızla artan güvenlikli siteler, rezidanslar ve AVM’lerle adeta kuşatılmış durumda. Hepsinin temelinde, artan oranlarda özelleştirme ve neoliberalizasyon, güvenlik sorunsalının had safhada olması ve bunun politik sorunların yerine geçmesi, toplumsal bağ yerine toplumsallığın bilinçli olarak çözülüşü, kamusal hayattan kaçış gibi ortak özellikler yatıyor. Gerek özel güvenlik elemanlarıyla, gerek halka açık kamusal mekânların çoğunu kasklarıyla/coplarıyla/otobüsleriyle doldurmuş resmi ve sivil polisleriyle; dikenli telleriyle, rahatça girip çıkamayacağınız, basın açıklaması yapamayacağınız, giderek daralan meydanlarıyla; militer ve kitsch mimarisiyle, hiç bitmeyen güvenlik arayışıyla, kentten “kurtarılmış bölge”leriyle, süreklileşmiş olağanüstü hal hukukunun simgesi olan yapılarla dolu bir kent haline geldi İstanbul. Peki, bu noktada şu soruyu sormak anlamlı olmaz mı? Fragmanlardan oluşan, kentin evrenselciliğini, kamplaşmanın dışlayıcı özellikleri için kolaylıkla feda eden ve hızla hem coğrafi hem de ideolojik olarak yaygınlaşan bu yapı ne kadar kent olarak adlandırılabilir? Mesela, girişi çıkışı herhangi bir siyasi gösteriye yasak olan Taksim Meydanı, İstanbul’un ne oranda anlamlı bir parçasıdır? Taksim neden -polis, asker ve taraftar yürüyüşleri dışında- her türlü siyasi gösteriye kapalıdır? Taksim neden bu kadar militaristleşmiş ve güvenlikleştirilmiştir?
Bu soruların cevabı neoliberal muhafazakârlığın hayat tasarımından bağımsız değil, çünkü neoliberal muhafazakârlık için her türlü toplumsal mesele bir güvenlik ve savaş meselesi olarak ele alınır. Mekân da bunun önemli ayaklarından biridir. Ne demişti Henri Lefebvre: “Mekân, ideoloji ya da siyasetten arındırılmış bilimsel bir nesne değildir; her zaman politik ve stratejik olmuştur.”
Dolayısıyla neoliberal muhafazakârlık için kentleri “yeniden düzenleme”nin adı, bir bakıma hayatı yeniden düzenlemedir. Kim nerede yaşayacak, kim merkezde, kim altta kalacak, kim yerinden edilecek; buna dair verilmiş kararların hayata geçirilmesidir. Kısaca, her mekân sorunu aynı zamanda siyasi bir sorundur. Hayatı bir muharebe alanı olarak algılayan neoliberal muhafazakârlık için mekân ve kentler de birer muharebe alanı olarak ele alınır, çünkü sürekli tehdit algısıyla yönetimsellik diri tutulur. Bu noktada sendikaları “Taksim fetişisti” olarak sunmayı görev bilen liberal ve muhafazakâr zevatın sergilediği aymazlığın temel amacının, Taksim’in toplumsal direnişlerin kolektif bellekteki yerini itibarsızlaştırmaya ve tırpanlamaya yönelik gayet bilinçli bir tutum olduğunu kayda geçelim. Burada niyet, siyasi bir gösterinin iktidar için tehlikeli olacak ve sosyal meselelerin siyasallaşması için dile getirilen radikal eleştirileri anlamlı kılacak görünür olma pratiklerinin toplumsal meşruiyetini yok etmektir.
Gerek iktidarın, gerekse onların emirleriyle hareket eden Vali, İçişleri Bakanı ve İstanbul polisinin 1 Mayıs 2013 günü izlediği strateji, neoliberal muhafazakârlığın güvenlik politikalarında yeni bir evreye girildiğini gösterdi bize: Tıpkı Boston saldırılarından sonra ABD’nin yaptığı gibi, süreklileşmiş olağanüstü hal hukuku yardımıyla (kriz anlarında) İstanbul itinayla kapatılıp, modern bir toplama kampına dönüştürüldü. Sırf 1 Mayıs Taksim Meydanı’nda kutlanmasın diye, bütün kaynaklarını seferber ederek 15 milyonluk bir kenti paralize etmekte, kapatmakta bir beis görmedi siyasi iktidar. 2013 1 Mayıs’ı, toplumsal muhalefetin her türlüsünü ölümüne düşman olarak kodlayan neoliberal muhafazakârlığın nasıl küstahlaşabileceğini bir kez daha gösterdi. Örneğin, İstanbul polisinin eylemcileri “düşman kuvvetleri” olarak görüp, onlarla savaşan askerileşmiş bir teşkilat haline geldiğini gördük. Hak arayanların itibarsızlaştırıldığı, sendikaların ve onlara destek veren STK’ların terörist olarak damgalandığı bu savaşta, AKP’de cisimleşen kapitalist otoriteryen muhafazakârlığın hayat tasarımı bütün vahametiyle bir kez daha ortaya çıktı. Tüm engelleme ve baskılara, bir şehrin tümüyle kapatılmasına rağmen 1 Mayıs’ı barışçıl bir şekilde kutlamaya çalışan insanların “halledilmesi gereken düşman unsurlar” olarak görülmesi, polisin kendisini savaşan asker, kenti de savaş alanı olarak gördüğünün en açık kanıtıydı. Şu açıktır ki, bugün polis AKP’nin kurumsallaştırdığı neoliberal ve muhafazakâr güvenlik devletinin en önemli baskı ve şiddet aygıtıdır. Kordona alınıp kapalı mekânlara sıkıştırılan kitlelere karşı kullanılan gaz bombası, polisin savaş algısının hangi boyutlara ulaştığının ve düşman kuvvetlerine karşı savaşan “askerileşmiş bir teşkilat gibi” davranmasının en iyi örneklerden biridir.
Bununla beraber, bir polisin bir sivile saldırısı ya da ona yakın mesafeden gaz bombası atması, “asimetrik savaş” kavramına da iyi bir örnektir. Burada temel hedef, saldırılan tarafı hukuksal ve sosyal haklarından arındırarak salt “biyolojik bir varlık”a indirgemek, “çıplak insan”a dönüştürmektir. Böylesi bir şiddetin özünü oluşturan “biyopolitik strateji”, yaşam biçimini ya da kimliği insansızlaştırma prensibine dayanır. Ki bu da, farksızlaşma prensibinin çıkış noktasıdır. Çünkü Agamben’in deyişiyle, bugün kentsel yaşam, iç ve dış, kent ve barbarlık, biyoloji ve politika gibi birbirinden farklı alanlar arasındaki farkların ortadan kalkması, bir farksızlaşma süreci olarak yaşanmakta. Farksızlaşma sürecinin prototipi ise kamp. Bu noktada Agamben’in temel tezi ise şu: Kamp, modernitenin gizli kalmış matriksi, modernitenin nomos’u. Özellikle olağanüstü hal ilanı ile birlikte, yer/lokalizasyon ile düzen arasındaki ilişki kopar. Daha da önemlisi, “olağanüstü hal” süreklilik kazanır. Nitekim Nazi toplama kampları lokalize edilemeyenin, yani olağanüstü halin sürekli ve görünür bir yer edinmesi biçiminde ortaya çıkmıştır. İstisnanın süreklilik kazanmasıyla birlikte, lokalizasyondan mahrum bir düzenle (yani yasaların askıya alındığı olağanüstü hal durumuyla) düzenden mahrum bir lokalizasyon birbirleriyle çakışır. Yasa-dışının yasanın içinde bir yer edinmesiyle birlikte toplum altüst olur ve biyopolitik bir alana dönüşür. Örneğin, iktidar şimdi Taksim’e açıkça bir eylem yasağı dayatıyor, meydanda irili ufaklı siyasi gösteri yapma hakkını kullananları bile gaz bombaları ve tazyikli suyla püskürtmeye çalışıyor. Dolayısıyla insanlar Taksim’de her eylem yapmaya kalkıştıklarında olağanüstü hal devreye giriyor, istisna süreklilik kazanıp kurala dönüşerek gündelik hayatın geneline yayılıyor, yasalar yasa yardımıyla ihlal ediliyor ve “yasal yasa-dışılık” bu anlamda Taksim’i -genelde ise bütün kenti- modern bir kamp haline getiriyor. Kamp ise bu anlamda, olağanüstü halin kurallaşmasından başka bir şey değil. Bugün kutsal insan ve onun çıplak bedeni, şehrin merkezine kadar inmiş durumdadır.
AKP uzun süredir kentsel dönüşüm ve “yenileştirme” adı altında İstanbul’un çeşitli bölgelerini yeniden “inşa” ediyor. Öyle ki, kentsel dönüşüm, süslü ibarelerle yürütülen sınıfsal operasyonlar dizisinin adı haline geldi. Yani, rantsal bölüşüm yanında ideolojik ya da siyasi bir işle de karşı karşıyayız. Özellikle sözde Taksim yayalaştırma projesiyle daha da belirginleşen bu istek, sermaye yoluyla mekâna el koyup önemli mahallelerin ve bölgelerin alt sınıflardan, yoksullardan temizlenmesi, AVM ve rezidanslarla piyasa mantığının rasyonelleşmesi ve her türlü siyasi gösterinin yasaklanması anlayışı üzerine kurulu. Bu bağlamda Beyoğlu’ndaki mutenalaştırma sürecinin iki ana amacı olduğunu söyleyebiliriz: Özellikle İstiklal Caddesi’nde yoğunlaşan toplumsal direnişi kırmak ve büyük ölçekli projelerle sermayenin kâr maksimizasyonunu sağlamak. Özetlersek: İktidarın amaçladığı, toplumsal mücadelelerin merkezi mekânlarından Taksim’i sermaye yardımıyla sterilize edip tümüyle siyasi gösterilere kapatmak; böylece toplumsal muhalefeti şehrin en görünür ve siyasal ve toplumsal bellek için en önemli alanından sürgün etmek. Neoliberal muhafazakârlığın Beyoğlu’nda olmasını istediği insan tipi gösteri yapıp hak arayanlar değil; daha ziyade alabildiğine tüketenler. Emek Sineması’nın kapatılmasına karşı yapılan eylemleri küçümseyip, sinemacıların, oyuncuların ve yönetmenlerin yediği gaz bombalarını gülerek ve alaycı gözlerle “oh olsun” tadında izleyenler, tam da bu yüzden iktidarın sermaye aracılığıyla Taksim’i fethedip, toplumsal mücadeleleri bölgeden kovma isteğini kavrayamadıkları için ciddi bir yanılgıya düşüyorlar.
Bizler hepimiz, analitik başlangıç noktası olarak “kutsal insan”a indirgenmiş, biyopolitik iktidarın önemsiz nesneleri haline gelmiş (özne değil nesne!), Taksim’de basın açıklaması hakkı (olağanüstü halin sürekli ve canlı kılınmasıyla) elinden alınmış, kent adı altında her türlü yasa-dışılığın egemen olduğu modern bir toplama kampında yaşayan bireyleriz. Çünkü bugün, kamptan kente dönüş yok. Çünkü bugün toplum yok, dolayısıyla toplumsallık da yok. Fakat biz adındaki özne, yaratıcı, üretken bir çokluk aynı zamanda. Kampta yaşayan kutsal insan ve çokluk, bir madalyonun iki yüzü. İkisi arasındaki ilişkinin ne olacağını tayin edecek şey ise, strateji ve afyonun (sarhoşluk) içsel birlikteliğini sağlayan politika. Başka bir deyişle politika aynı anda hem strateji ve rasyonel düşünme, hem de afyon işlevi görür. Eğer iktidarın özünde “sıkıyönetim” ya da olağanüstü hal ilanı yatıyorsa, politikanın klasik tanımı toplumu değiştirmek, bizim tarafımızdan yaratılabilecek “karşıt bir olağanüstü hal”i yaratmaktır. Bütün tehditlere karşın Taksim’e çıkmak için kıyasıya mücadele veren, polisin kullandığı onca gaz bombasına, uyguladığı baskı ve şiddete rağmen geri adım atmayarak saatlerce direnen binler, bahsettiğim birlikteliğin en canlı örnekleriydi. Tüm bu zorluklara rağmen eylemci kitlelerin inadı, strateji ve devrimci sarhoşluğun bir karışımı olarak anlaşılmalıdır; ki bu kombinasyon dünyayı değiştirmek ve devrimci oluşları yaşamak için anahtardır.
1 Mayıs’ta siyasallaşmış öznelerin gösterdiği kararlılık ve direnç, karşıt bir olağanüstü halin yaratılabileceğine dair inancı pekiştirdi. İşte bu nedenle, 1 Mayıs’ta gösterilen siyasal kararlılık ve direnç bugün de sürmeli. Siyasallaşmış özne, var olan toplumla olağanüstü bir ilişki içinde olmak zorundadır. Bu nedenle devrimci politikanın ön koşulu, alternatif bir olağanüstü hal yaratılabileceğine olan inancı sürekli besleyip ilişki kurabilmektir; kampın kurduğu ve istisnanın kuralı haline gelen ilişkisizliğin ve pasifliğin yerine devrimci bir örgütlenme için inanç ve cesaret aşılamak olmalıdır. Bunu yapmanın yollarından biri, kamusallık ve sokak arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmekten ve devrimci politikanın kent mücadelelerine olan yabancılığını üzerinden atmasından geçiyor.
Sheffield Üniversitesi,
Doktora Öğrencisi,
(Katkıları için Onur Avcı’ya çok teşekkür ederim.)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.