İşçi sınıfı hareketini yeniden kurma iddiasında olmayanlar için şovenizme karşı mücadele “sınıf dışı” bir gündem olarak görülebilir. Üretimi parçalayarak, işçileri farklı statülerde parçalayarak ilerleyen neoliberal strateji, kimlik üzerinden bir parçalanma ile sınıf içi rekabeti derinleştirmektedir. “İşçi sınıfının birliği”ni esas alan herhangi bir çizgi, bu parçalanma “yokmuş” gibi davranamaz Sosyal medyada sanal bir eylem tertipleniyor. “İsmimizin başına TC […]
İşçi sınıfı hareketini yeniden kurma iddiasında olmayanlar için şovenizme karşı mücadele “sınıf dışı” bir gündem olarak görülebilir. Üretimi parçalayarak, işçileri farklı statülerde parçalayarak ilerleyen neoliberal strateji, kimlik üzerinden bir parçalanma ile sınıf içi rekabeti derinleştirmektedir. “İşçi sınıfının birliği”ni esas alan herhangi bir çizgi, bu parçalanma “yokmuş” gibi davranamaz
Sosyal medyada sanal bir eylem tertipleniyor. “İsmimizin başına TC ekleyelim” başlıklı kampanya ile binlerce insanın ön adı artık TC oldu. Meselenin çıkışı Sağlık Bakanlığı’na bağlı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkanlığı’nın kendine bağlı sağlık kurumlarının tabelalarında değişikliğe gitmesi ve yeni tabelanın üst kısmında TC yazısının olmaması. Konu önce ulusalcı medyanın manşetlerinde yer aldı, sonra sosyal medyada isminin başına TC koyan tipler türedi ve nihayet CHP konuya dair bir soru önergesi verdi. İddiaya göre AKP iktidarı, “Türklüğe” ve “Cumhuriyet”e olan tahammülsüzlüğü nedeniyle tabelaları değiştirmişti.
“TC Sağlık Bakanlığı” Türkiye’deki köklü dönüşümün izlenebileceği bir kurum. Sağlıkta dönüşüm programıyla sağlık hizmetleri bir işletme mantığı ile örgütlenmeye başlandı. Bu programın son adımı olarak Kamu Hastane Birlikleri ile beraber, işletmeleşmiş hastanelerin başına birer CEO atandı. Ama tabelalar değiştirilip hastanelerin isminin sonuna AŞ ibaresi gelmediği için midir, ilerici-sol toplumsal muhalefet dışında pek kimse sesini çıkarmadı.
Sağlık hizmetlerinin piyasalaşmasına, hastanelerin şirketleşmesine paralel olarak çalışanların güvencesizleştirilmesi operasyonu işletildi. Bakanlığa bağlı çalışan personelin önemli bir bölümü taşeron firmalar üzerinden istihdam edildi. Taşerona bağlı çalışanların sayısı 150 bini buldu. Taşeron zulmüne karşı örgütlenen sağlık çalışanları “insan ihaleyle çalıştırılmaz” dedi. Sayıları on bini aşan işçinin Dev-Sağlık İş sendikasına üyeliği “TC Çalışma Bakanlığı” tarafından yok sayıldı. TC Sağlık Bakanlığı’ndaki kurumlarda çalışan sağlık emekçilerin ihalelere karşı açtığı davalarda TC Adalet Bakanlığı’na bağlı mahkemeler muvazaa (hile) tespit etti ama bu mahkeme kararları uygulanmadı. Ve sağlık emekçileri bu düzenin adını koydu: “TC: Taşeron Cumhuriyeti”.
TC Sağlık Bakanlığı kendine bağlı kurumların tabelalarından TC’yi kaldırdı diye köpürenlerin kaçının bu öyküden haberi vardır bilinmez ama TC Sağlık Bakanlığı, Taşeron Cumhuriyeti adı verilen yeni çalışma düzeninin ve bu düzene karşı mücadelenin simgesi haline geldi. Bu mücadeledeki işçiler, işçi sınıfının kendi ayrıcalıklarını korumaya çalışan kesimleri değil, aksine tüm ayrıcalıklardan arındırılmış kesimlerini, yeni işçi kitlesini temsil ediyorlar. Diyarbakır’da, Samsun’da, Adana’da, İstanbul’da aynı kavgayı veriyorlar: Güvenceli bir iş.
Ya da TC Sağlık Bakanlığı’nın tüm sağlık kurumlarını işletmeleştirip, tabelaların sonuna görünmez bir AŞ yazmasına karşı mücadele edenler… Onlar da sağlık hizmetinin tüm yurttaşlar için (ayrıcalıklılar için değil) eşit-parasız olarak sunulması gerektiğini savunuyor, insanca bir yaşam kavgası veriyorlar. Ancak bugün ulusalcı muhalefet TC Sağlık Bakanlığı’ndaki dönüşüme bu neoliberal yıkım üzerinden değil tabeladaki TC üzerinden itiraz ediyor. İddia o ki Türklük tehlikede!
Türklüğü savunmak: Irkçı, şoven bir manipülasyon
“PKK özgür, Türklük yasaklanıyor” sloganı sürecin en popüler milliyetçi sloganlarından. Şubat ayının son günlerde kendine “Türk Solu” adını veren “nasyonal sosyalist” grubun “Türklük yasaklanıyor” sloganıyla çağrı yaptığı eyleme Nazi sembollerini taşıyan kişiler de katılmıştı. Dergilerinde Kürtlerin memleketten sürülmesini, onlardan alışveriş yapılmamasını, Kürt işçi çalıştırılmamasını öneren küçük ama mide bulandıran bir grup fazlaca önemsenmeyebilirdi ama devamı geldi. Türklüğün yasaklandığı iddiası daha güçlü politik aktörler tarafından dile getirildi. Birgül Ayman Güler’in Kürt sorunu olmadığına, “Türk sorunu” yaratıldığına dair tezleri ve müdafaa çağrısı hatırı sayılır bir taraftar buldu. AKP’nin Türklük ile sorunu olduğu, Türklüğün tehlikede olduğu tezleri için her gün yeni malzemeler üretildi. Hatta Gürsel Tekin’e yakınlığı ile bilinen bir internet sitesinin editörü, bir tanıdığının Türk kahvesi istediği için ırkçılıkla suçlanıp saldırıya uğradığını yazdı. Yakın tarihte gerici-faşist saldırılarda kullanılan “solcular cami yakmışlar” gibi provokatif söylem kalıplarının benzerleri her gün yeninden üretilmeye başlandı.
Yasaklandığı iddia edilen Türklüğe sahip çıkmaya yönelik eylem ve söylemler sadece küçük bir ırkçı grubun hezeyanı olmaktan çıkmaya ve kitleselleşmeye başladı, sosyal demokrat tabanı kuşattı. Daha da ötesi, İslamcı AKP karşısında değerlendirilebilir bir savunma mekanizması olduğunu düşünerek bu reaksiyoner eğilimlere tepki göstermemeyi tercih eden sosyalistler dahi türedi.
Peki Türklük gerçekten yasaklanıyor mu ve bu milliyetçi tepkilerden ilerici sonuçlar çıkar mı?
İlk sorudan başlayalım. Bu ülkede Türkçe eğitimin ve sağlık hizmetlerinin yasaklanmadığı, Türkçe kursu düzenleyen Belediye Başkanlarının hapse atılmadığı, Türklerin meclise girmesini engellemek için yüzde 10 barajının konulmadığı, ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olan adının değiştirilmediği, “Cumhuriyet Bayramı’nda neden Kürtleri temsil eden bir bayrak asılmadı” diye afra tafra yapılmadığı, Türk Silahlı Kuvvetleri NATO operasyonlarında başka bir isimle görev almadığı, ortak kimliğe dair tartışmalarda en “ileri” önerinin “Türkiyelilik (Türk ülkesi vatandaşı) olarak tanımlandığı koşullarda “Türklük yasaklanıyor” iddiası komik görünebilir.
Öte yandan iddia çok da “mesnetsiz” değildir. Çünkü ulus devlet inşasında ortak kimlik kimi içerdiği kadar kimi dışladığı ile de belirlenir. Cumhuriyetin ortak kimlik olarak sunduğu Türklük başlarda gayrimüslim kesimleri dışlasa da son 30 yılda büyük oranda “Kürt düşmanlığı” üzerinden şekillenmektedir. Ancak Kürtlerin Türkleştirilebildikleri ölçüde yer edinebilmesine dayalı bu düzen derin bir krizdedir. Kürtlerin, kendi kimlikleriyle eşit yurttaşlık hakkı talebi, bugün milyonları peşinden sürüklemektedir. Bu koşullar altında, Kürt hareketinin silahlı eylemlere son vermesinin öngörüldüğü “süreç”, milliyetçi kesimlerce Kürtlere eşit yurttaşlık haklarının verildiği bir taviz süreci olarak okunmaktadır. Bu nedenle “Türklük yasaklanıyor” diye yollara düşenler aslında Kürtlerin eşit yurttaşlık haklarına kavuşması olasılığına tepki göstermektedir. Milliyetçiler ve liberaller bir kez daha aynı tezden hareket etmekte, Kürtler’in eşit yurttaşlık haklarını alacağına dair iddialar liberallerce AKP’yi alkışlamanın, milliyetçilerce “hain” ilan etmenin gerekçesi haline getirilmektedir.
Hiçbir olgu bu düşman kardeşlerin ortak iddiasını doğrulamamaktadır. Ancak yine de yığınlar bu umut ve korku siyasetlerinin etrafında saflaştırılmaktadır. Sürece umutlu bakanlar AKP’nin, süreçten korku duyanlar ise çeşitli şovenist akımların etrafında toplaşmaktadır.
Sosyal şovenizm tehlikesi
AKP’nin her attığı adıma hiç sorgulamadan övgüler düzenleri bir kenara bırakarak, ikinci sorumuza gelelim. Bu milliyetçi reaksiyonlardan ilerici sonuçlar çıkar mı? Soru ortalama bir sosyalist için “abesle iştigal” sayılabilir. Ancak hafife almaya gelmez; şovenizm toplumda yaygınlaştıkça solun çeşitli kesimlerine de sirayet edebilmekte, bu kesimleri öyle ya da böyle etkileyebilmektedir. Özellikle solun son yıllarını ipotek altına alan liberal ideolojik kuşatmaya karşı kimi reaksiyoner yaklaşımlar, madalyonun diğer yüzünü, sosyal şovenizmi yaratmaktadır. AKP karşıtlığı ile Kürt karşıtlığını eşitleyen bir çizgi sosyalistlerin en yakın kitle temeline kadar sızmaktadır.
Sosyal şovenizmi tehlikeli kılan, kavramın başındaki “sosyal” yönüdür. Lenin’in ifadeleriyle “Kendi burjuvazilerinin ayrıcalıklarını ve onların sömürgelere sahip olma, küçük ulusları ezme, vb. ayrıcalıklarını savunan” sosyal şovenizm, 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkarken de saf şoven, ırkçı tezler olarak yaygınlaşmamıştı. Yine Lenin’in ifadeleriyle “Sözde sosyalist, pratikte şoven olan” bu kesimler, kendi uluslarının egemenliğinin “geri ulusları ilerlettiğini”, ezilen ulusların isyanlarının “farklı emperyalist güçlerin tezgahı olduğunu” söylüyorlardı. Yani sosyal şovenizm hep sinsi bir biçimde, yüzünde maske ile sol saflara sirayet etti.
Bugün de sosyal şovenler bir ayrıcalık savunmasını, anti-emperyalist ve ilerlemeci maskeleriyle gizlerken, sosyalistlerin bu tehlikeyi küçümseme eğilimleri sosyal şovenizmin sol saflarda güçlenmesini kolaylaştırmaktadır. Bu küçümseme yer yer sosyal şovenizmin kavramlarıyla düşünmeyi dahi beraberinde getirmektedir. Aydınlık dergisi patentli “Barzanistan” teorilerini ve daha da kötüsü ırkçı Türk Solu dergisinin 2006’da kapak yaptığı “Kürt-İslam sentezi” tezlerini kolayca ödünç alabilmek, kavramların masum olmadığını gayet iyi bilen sosyalistler için, en iyimser olasılıkla sosyal şoven tehlikeyi küçümsemekten kaynaklanmaktadır. Daha kötü olasılık ise, milliyetçi tepkilerden “ilerici” sonuçlar çıkma ihtimalini düşünmektir.
Kürt hareketi ile AKP arasındaki eşitsiz güç ilişkisi nedeniyle sürecin AKP lehine gelişeceğini, Kürt hareketinin İslam soslu Büyük Türkiye projelerine eklemleneceğini öngörerek, cepheden Kürt hareketi karşıtı tutum almak sadece Kürtlere yönelik sosyal şoven bir önyargının suyuna gitmek değildir. Bu aynı zamanda sola hakim olan stratejik yenilgi duygusunun ürünüdür. Bu yenilgi duygusu, sürece bakarken çelişkilerin değil egemenlerin kudretinin görülmesine, devrimin karşı devrim ile beraber ilerlediğinin unutulmasına, karşı-devrimci gelişmenin içinde yeşeren devrimci olanakların kavranmamasına yol açmaktadır. Stratejik yenilgi duygusunun esaretinde, emperyalizmin ve kapitalizmin tarihsel gelişimi, kendi karşıtının, mezar kazıcılarının, “devrimci öznenin” doğduğu bir süreç olarak değil bir “komplolar” tarihi olarak okunmaktadır. Dünyayı anlamaya çalışırken, “değiştirme” iddiası es geçilmektedir. Oysa sosyalist olmak, AKP’nin ve emperyalistlerin kusursuz planlarının tedirgin yorumcusu olmayı değil, o planların hangi krizlerden türediğini ve krize devrimci müdahalenin olanaklarını açığa çıkarmayı gerektirir.
İşçi sınıfı hareketinin kurucu unsuru olarak anti-şovenizm
Devrimci müdahale deyince başladığımız yere, TC Sağlık Bakanlığı’nın tabelasına geri dönelim… Neyin kavgasını vereceğiz? Tabeladaki TC’nin kalmasının mı, yoksa 150 bin taşeron işçinin örgütlenmesinin mi? Ulusalcıların sol kesimlerinin ve solun ulusalcı kesimlerinin en büyük hayali işçi sınıfının TC’ye sahip çıkması ancak öyle bir ihtimal artık yok. İflas etmiş olan cumhuriyeti tüm günahlarıyla savunarak veya cumhuriyete hiçbir zaman sahip olmadığı sosyalist vasıflar takıştırarak işçi sınıfının birliğini sağlamak olası değil. İşçi sınıfının birliği ancak sallanmakta olan eski düzenin yıkılıp yerine sosyalist bir cumhuriyetin kolektif inşası etrafında mümkün olabilir. Mevcut cumhuriyetin korunmasına yönelik çizgi ise sınıfının birliğini sağlayamayacağı için “devrimci özne” olarak NATO ordusunda yurtsever subaylar aramaya devam edecek. Mevcut cumhuriyetin savunması üzerinden sınıfın birliğinin sağlanması mümkün değil çünkü işçilerin önemli bir bölümü için TC sadece Taşeron Cumhuriyeti anlamına gelmiyor. TC onlar için Dersim demek, 33 kurşun demek, Diyarbakır hapishanesi demek, Roboski demek, yok sayılmak demek, katmerli sömürü, katmerli yoksulluk demek. Kürtlerin de ötesinde ezilenlerin geniş kesimleri için Maraş demek, Sivas demek, 12 Eylül demek, işkence demek, yargılı-yargısız infaz, milli güvenlik adına grev yasağı demek…
Bu nedenle işçilerin kardeşleşmesi, TC simgesine sahip çıkma üzerinden değil güvencesizliğe karşı ortak mücadele üzerinden sağlanabilir. Bu mücadelenin Kürt-Türk bir arada yürütülebilmesinin koşulu da şovenizme karşı tavizsiz bir duruşu, uzun yıllardır toplumun tüm hücrelerine yayılan ayrımcılığı sendikal düzlemde yeniden üretmemeyi teminat altına almayı gerektirir. Bu nedenle şovenizme karşı mücadele, güvencesizliğe karşı bir eksende yeniden kurulan işçi sınıfı hareketinin kurucu bir unsurudur.
Hastane tabelalarında göremediğimiz sadece TC değil, aynı zamanda AŞ. Yine aynı soruyu soralım: Neyin kavgasını vereceğiz? Tabeladaki TC’nin mi yoksa her yurttaş için eşit-parasız sağlık hakkının mı? TC’ye sahip çıkmak devletin sadece karakol olarak görüldüğü ancak bir sağlık ocağı olarak görülmediği Kürt köylerini ne kadar kapsayacaktır? Ya da eşit sağlık hizmeti, anadilinde o hizmeti almayı gerekli kılmaz mı? Kendi derdini kendi dilinde anlatamayan ve kendi dilinde tedaviyi öğrenemeyen birisi eşit hizmet almış olur mu? (Soruya dair şüphesi olan en iyi bildiği yabancı dilde bir psikologa kendisini anlatmayı denesin.) İşte bu nedenle anadilde kamu hizmeti, eşit-parasız kamu hizmeti talebinin ayrılmaz bir parçası olmak zorundadır. Ve şovenizme karşı mücadele, neoliberalizme karşı hak mücadelelerinin de kurucu bir unsurudur.
Çok dilli bir devrimci kuruluş projesi
İşçi sınıfı hareketini yeniden kurma iddiasında olmayanlar için şovenizme karşı mücadele “sınıf dışı” bir gündem olarak görülebilir. Üretimi parçalayarak, işçileri farklı statülerde parçalayarak ilerleyen neoliberal strateji, kimlik üzerinden bir parçalanma ile sınıf içi rekabeti derinleştirmektedir. “İşçi sınıfının birliği”ni esas alan herhangi bir çizgi, bu parçalanma “yokmuş” gibi davranamaz. Bu parçalanmaya karşı geliştirilecek strateji bunu yok saymak olamaz. Aksine parçalanmış sınıfsal katmanları, ortak kuruluş sürecinin etkin kurucu öznesi olarak örgütlemeye, birlikte mücadele etmeye yönelik adımlar atmak gerekmektedir. Bir zamanlar “sınıf dışı” sayılan taşeron işçiler bugün nasıl sınıf mücadelesinin sürükleyici halkası olduysa, yine bir zamanlar “sınıf dışı” sayılan kent yoksulları bugün nasıl sermaye işgaline karşı dişe diş bir sınıf mücadelesi veriyorsa, etnik-cinsel parçalanmanın en altındakiler, kadın işçiler, Kürt işçiler de benzeri bir potansiyeli taşımaktadır. Türkiye kapitalizminin gelişim sürecinde yeni proleterleşme dalgasının en çok etkilediği kesimler kadınlar ve Kürtlerdir. Bugün yükselen kadın militanlığı sendikaları kadın işçilere dair özel tasarruflarda bulunmaya nasıl ittiyse, işçi sınıfının önemli bir kesiminin Kürt olmaktan doğan mağduriyetlerine ve taleplerine yanıt vermeden de sınıfın birliği sağlanamaz.
Neoliberalizme karşı hak mücadelelerinin, güvencesizliğe karşı işçi direnişlerinin, doğanın ve kentlerin yağmalanmasına karşı isyanların taleplerinin “Kürtçeye tercümesi”, yeniden kardeşleşme için olmazsa olmaz bir görevdir. Öte yandan Kürdün taleplerinin Türkçeye tercümesi de önemlidir. Anadilde kamusal hizmet hakkını kazanmak, AKP hapishanelerini boşaltmak, AKP’nin temsil gücünü orantısız arttıran seçim barajını kaldırtmak, devletin bizzat uyguladığı veya önünü açtığı faşist eylemlerin hesabını sormak adına ortak mücadele düzlemleri yaratmak sadece Kürtlere değil tüm Türkiye halklarına çok şey kazandıracaktır. AKP’nin ısrarla gündemden kaçırdığı bu talepler, Kürtlerin eşit yurttaşlık özlemleri doğrultusundaki kazanımlarını ifade etmektedir. AKP’nin toplumsal muhalefet tarafından kuşatılmasıyla elde edilebilecek olan bu demokratik hakların kazanımının tüm ezilenler için soluk aldırıcı, ilerletici etkileri olacağı açıktır. Bugün bu demokratik haklar için mücadeleyi yükseltmek yerine Kürt hareketinin olası yenilgisi üzerine yatırım yapmak, Türk ve Kürt emekçileri arasındaki mesafenin açılmasından başka bir işe yaramayacaktır.
AKP karşısında toplumsal mücadele olanaklarını paramparça eden şoven bir çizgiye meydanı bırakmak veya devrimci bir yeniden kuruluş perspektifini çok dilli yazmak… İşte tercih bu iki seçenek arasındadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.