Türkiye sosyalist solunun önemli bir kesiminin 1990’larda yaşadığı ÖDP deneyimi sol içerikli bir demokratikleşme programı üzerine bina edilmişti. Buna göre programatik olarak birincil mesele askeri vesayet rejiminin ve devlet aygıtının militarizasyonunun aşılması doğrultusunda, solun öncülüğünü yapacağı, rengini vereceği ve kendisini bu süreç içerisinde örgütleyeceği bir demokratikleşme sürecinin önünün açılmasıydı. Bu programatik hattın Türkiye solunun sıkışmış […]
Türkiye sosyalist solunun önemli bir kesiminin 1990’larda yaşadığı ÖDP deneyimi sol içerikli bir demokratikleşme programı üzerine bina edilmişti. Buna göre programatik olarak birincil mesele askeri vesayet rejiminin ve devlet aygıtının militarizasyonunun aşılması doğrultusunda, solun öncülüğünü yapacağı, rengini vereceği ve kendisini bu süreç içerisinde örgütleyeceği bir demokratikleşme sürecinin önünün açılmasıydı. Bu programatik hattın Türkiye solunun sıkışmış olduğu orta sınıf kitlelerin kısıtlı bir kesiminin hassasiyetleriyle örtüştüğü 1999 seçimlerinin sonucunda anlaşılmış oldu ve daha sonra da hepimizin malumu olduğu süreç yaşandı. Bu programatik hattı ve bunun süreç içerisindeki açılımlarını ve mantıki sonuçlarını sahiplenmeye devam edenler liberal solun özneleri durumuna geldiler.
ÖDP’nin çözülüşü Türkiye sosyalist solu içerisinde bir ana gövde inşa etme sürecinin de çözülüşü anlamına geldi. Bugün için baktığımızda bu türden bir ana gövde oluşturma iddiasını sahiplenemeyecek irili ufaklı teşkilatların varlığından bahsedebiliyoruz. İrili olanların bazıları arasındaki yakınlaşma (Halkevleri-TKP-ÖDP yakınlaşması gibi) henüz programatik bir bütünlüğe oturmuş değil, fakat bu doğrultuda belirli bir dil ve vizyon birliğinin sağlandığını teşhis etmek de mümkün. Bu yakınlaşmanın örgütsel veya organizasyonel bir yakınlaşmaya gidip gitmeyeceğini bilemeyiz, zaten bu bizim meselemiz de değil. Fakat örneğin yakın zaman önce gündeme gelen ve bu aralar rafa kalkmış gibi görünen BDP-CHP ittifakının arka planında yatan aklı bu yakınlaşma çerçevesinde okumak mümkün. Rafa kalkmış olsa bile Türkiye solunda hâkim olan bazı anlayış ve kodları ortaya çıkarabilmek açısından verimli bir “örnek olay” niteliğinde.[1]
Bu çerçeve aslında, 1990’larda ÖDP’nin ortalamasını anlatan çerçeve ile şaşırtıcı benzerlikler gösteriyor. Bir kere her iki yönelim de sosyalist solun inşasının, daha geniş bir program içerisinde gerçekleştirilmesi gerektiğinden hareket ediyor. ÖDP döneminde bu askeri vesayete karşı demokratikleşme mücadelesi biçiminde tezahür ederken, yeni dönemin yaklaşımı AKP’nin temsil ettiği sivil vesayet rejimi karşısında belirli bir cepheleşmeyi öngörüyor. Dönemsel olarak ortaya konan bu farklı cepheleşme siyasetleri, en azından ilk elde, daha çok her iki vesayet rejimine karşı çeşitli derecelerde alerjileri olan orta sınıflara ulaşmayı hedefliyor. Yeni durumda ortaya çıkan Kürt hareketi vurgusunun 1990’larda da olduğunu, bu yönelimin de kendisini “Kürtlerden Alevilere, sosyal demokratlardan sosyalistlere kadar” tariflediğini unutmamak gerekiyor. Elbette ki bu iki yönelim farklı siyasal duruşları ve söylemleri içerisinde barındırıyor, bunları eşitlemek gibi bir niyetimiz yok. Velakin her iki yönelimin Türkiye siyaseti içerisinde sosyalist solu örgütlemek ile ilgili benzer bazı “ontolojik duruşları” ortaklaştıklarını da atlamamak gerekiyor. Belki de şöyle ifade etmek daha doğru: Bu iki stratejik yönelimin arasındaki farkı, Türkiye’ye dair bir sosyalist stratejinin düşünülmesine yönelik olarak kullanılacak haritanın kendisi değil, bu haritanın içerisinde kullanılacak olan koordinatlar oluşturuyor. Harita aynı harita olarak kalıyor.
Tarihsel Blok Meselesi
Oysa neoliberal dönemde Türkiye’de sosyalist bir stratejinin belirlenmesi için bizzat haritanın değiştiğini de düşünmek gerekiyor. Bu meseleyi daha etraflıca anlayabilmek için Türkiye’ye dair tarihsel blok analizinin parametrelerine kısaca bakmakta fayda var. Türkiye’deki tarihsel blok tartışmalarının İdris Küçükömer’in, içeriğini değil, ama biçimini belirlediği doğrultuda devam ettiği söylenebilir. Küçükömer’in Türkiye’de sağ ve solu yer değiştiren tezi hepimizin malûmu.[2] BDP-CHP ittifakı üzerine yazılanlara bakıldığında da aslında arka planda, Küçükömer’in “baş aşağı duran” iddiasının “ayakları üzerine oturtulmuş” versiyonu durmakta çoğu zaman: Türkiye’de sağ sağdır, sol da sol. Buna göre Türkiye’de, CHP’nin “solculaşmasından” itibaren yaklaşık olarak %40’lık bir sol, yine yaklaşık olarak %60’lık da bir sağ blok vardır. AKP bu tarihsel sağ bloğu, hegemonik bir proje altında yeniden toparlamış ve sağcı-otoriter bir rejim kurmaya doğru yelken açmıştır. Buna karşın %40’lık sol blok dağınık durumdadır, üstelik bu dağınıklık artık ulusal bir eksene de oturmuş durumdadır. Dolayısıyla BDP-CHP ittifakı bu tarihsel sol bloğu yeniden toparlamaya ve sağ karşısında sola yeniden bir iktidar olanağı sunması açısından önemlidir. Sosyalist sol da bu blok içerisinde yeniden aktif bir özne olabilme, kitleselleşebilme ve bu bloğun dengesini giderek daha sola doğru çekebilme gibi olanakları yakalamış olacaktır.
Bu oran hesabı tutar mı tutmaz mı bir kenara bırakalım. Zira daha temel bir sorun, bu bakış açısının Türkiye’nin 1980’den sonra yaşadığı derin toplumsal ve buna bağlı siyasal kaymaları ve 1980 öncesine bakarak tarif edilen “tarihsel sağ ve sol bloklardaki” niceliksel değil, niteliksel dağılmayı görmezlikten gelmeyi tercih etmesidir. “Görmezlikten gelmeyi tercih etmek” gibi bir ifade gerçekten gariptir, ama buradaki durum ancak böyle açıklanabilir. Zira aslında bu kaymaların gerçekleştiğini herkes bilmektedir, neoliberal dönüşümün temelidir zira bu kaymalar. Fakat her nedense bu bilgi Türkiye’de sosyalist bir stratejinin yeniden düşünülmesiyle ilgili düzeye çıkarılmamakta, salt sosyolojik bir bilgi olarak dimağlarımızda küflenmeye devam etmektedir. Birçoğumuz için bu “60’a 40 altın oranı” Türkiye’de siyaseti düşünmekle ilgili bir tür “ontolojik varsayım” olarak varlığını sürdürmeye ve işlemeye devam etmektedir.
%60 ve %40’ın, neoliberal dönem öncesi ve sonrasında hangi kitlelerden oluştuğuna bakarak basit karşılaştırmalar yapalım. Eski %40’ın kabaca ve büyük oranda şehirli orta sınıflar ve profesyonellerden, çocukları bu şehirli orta sınıfların çocuklarıyla aynı sınıflarda okuyan işçilerden, kent yoksullarından, Alevilerden ve kısmen Kürtlerden oluştuğu söylenebilir. Bugünün %40’ının ise –yine kabaca ve büyük oranda- önemli bir kesimi işçi sınıfından mekânsal ve iş süreçleri açısından kopmuş ve yalıtılmış kentli üst orta sınıflar ve profesyonellerden, “kaybeden” ve işçileşen orta sınıfların bir kesiminden, işçi sınıfının küçük bir bölümünden ve Alevilerden oluştuğunu söylemek mümkün. %60’a baktığımızda ise konfigürasyonda daha köklü bir değişim olduğunu görüyoruz. Bu değişim temelde iki olguya bağlı. İlki, hem Anadolu’da artan sanayileşmeye paralel olarak büyüyen işçi sınıfının en başından itibaren, hem de Türkiye’nin sanayi üretimini tarihsel olarak yoğunlaştığı İstanbul, İzmit, Adapazarı, Bursa gibi şehirleri içerisine alan havzanın geniş işçi sınıfı kitlesinin süreç içerisinde AKP’nin temsil ettiği sağ bloka hemhâl olmasıyla ilgilidir. Üstelik neoliberal kapitalizmin ürettiği yeni kent yoksullarının da büyük oranda bu blokun madun kesiminin önemli bir bileşkesi olduğunu da unutmamak gerekir. İkinci farklılaştırıcı olgu, bu sağ blokun nicelik ve nitelik olarak giderek önem kazanan sermaye sahiplerini ve bunların eteklerinde gelişen profesyonel orta sınıfları ihtiva etmeye başlamasıdır.
Bir paragrafa sığdırılan bu genel ve kuşbakışı karşılaştırmalar bize şunu söylemektedir: Hem %40 hem de %60 o eski %40 ve %60 değildir. Konfigürasyonlarında niteliksel olarak köklü dönüşümler yaşanmıştır. Bu dönüşümdür ki Türkiye’nin kültürel ve siyasal coğrafyasını hallaç pamuğu gibi yerle bir etmiştir. Ve bu dönüşümdür ki İslami-muhafazakâr siyaseti dönüştürüp, içerisinden AKP gibi bir aktörü çıkarmıştır. Büyük analizler yaptığımızı düşündüğümüzü zannetmesin kimse. Dedik ya, aslında bu dönüşümü herkes “görmektedir”. Ama demek ki “görmek” her zaman “bilmek”e dönüşmemektedir. Zira her ne hikmetse hala %40 o eski %40’tır, %60 da o “gerici, faşist, karanlık” %60’dır. Hayır, maalesef değildir! Durum daha karmaşık, girift ve zordur.
Tabi eğer tarihsel blok meselesini salt bir seçim bloğu meselesine indirgemiyorsak. Tabi eğer o bloğun içerisindeki sınıfsal konfigürasyon bizim için hâlâ önem atfediyorsa. Tabi eğer sosyalist strateji meselesini salt “gericilikten ilericiliğe yöneliş” olarak anlamıyorsak.
Derin Yenilgi
Bu “tarihsel bloklar” içi dönüşüm ve kaymalara, sınıfsal güç ilişkilerine dair belirli saptamaları da eklemek gerekir. Sermaye sınıf(lar)ının yoğunluğunun, netliğinin, alan hâkimiyetinin inanılmaz ölçüde artmış olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Sermayenin iktidarının hem lokal ulus-devletlerde hem de küresel düzeyde bu kadar örgütlü, bu kadar etkili bir tarihsel dönem olmadığı pekala söyleyebiliriz. “Karşı taraftaki” bu netlik, “diğer taraflardaki” bulanıkla paralel gitmektedir. Sınıf bilinci havadan kapılan bir şey değildir, maddi şartları vardır. Gerek yaşadığı gerek çalıştığı yer itibariyle mekânsal olarak görece bir bütünlüğe sahip, sosyal ve ekonomik ilişkilerinin tarif edilebilir mekânlarda (mahalle-dayanışma derneklerinden sendikalara) yoğunlaştığı bir işçi sınıfı, sınıf bilincinin maddi zeminine sahip olacaktır. Neoliberal kapitalizmin ilk olarak giriştiği bu görece bütünlükleri dağıtmak ve işçi sınıfının bir sınıf olabilme, bir sınıf olarak davranabilme kapasitesini dağıtmak olmuştur. Sendikaları “kırmaktan” (ekonomik örgütlülüğün dağıtılması) kentsel dönüşüm projelerine (yaşamsal-mekânsal bütünlüğün dağıtılması, işçi sınıfının kentin kamusal alanından uzaklaştırılması), taşeronlaştırmadan (çalışma mekanı bütünlüğünün dağıtılması) güvencesizleştirmeye (işçi sınıfının toplumla ve kendi saflarıyla bağının bulanıklaşması) kadar bir çok siyasanın doğrudan etkisi budur. Tüm bunların doğrudan sonucu işçi sınıfının bir sınıf olarak eyleyebilme kapasitesini, yani aslında onun politik kapasitesinin merkezi ögesini ortadan kaldırmak olmuştur. Neoliberal otoriterizmi, örneğin faşizm gibi diğer baskı rejimlerinden ayırd eden önemli hususlardan biri de, her ne kadar değişik düzeylerde baskı kullanımını işlevsel olarak yedeğinde tutsa da, esasen, işçi sınıfının kapasitesizleştirilmesini sermaye birikimi sürecinin bir parçası haline getirmesidir.
Bulanıklığın farklı biçimlerini orta sınıflar denen amalgam kitlede de görmek mümkündür. Artık bu kesimler sadece öğretmenler, avukatlar, doktorlardan oluşmamaktadır. Bunların yanı sıra işletmeciler, bankacılar, sosyal-kültürel projeciler de vardır. Hatta artık öğretmen veya mühendis dediğimizde dâhi neyi kast ettiğimiz tam olarak belli olamamaktadır. Bir özel okulun öğretmeninden mi bahsediyoruz yoksa bir kenar mahalle ilkokulundaki devlet memurundan mı? Şantiye mühendislerinden mi bahsediyoruz yoksa büyük şirketlerin yönetici konumundaki mühendislerinden mi? İçeriği giderek değişen bu kesimlerin çalışma biçimleri de giderek değişmektedir. Bazıları (özellikle özel yetenek kullanabilen kesimleri) esnek çalışmayı bir hayat biçimi haline getirebilmekte ve bununla barışık yaşayabilmekteyken, sayıları giderek artanlar giderek güvencesiz işçi statüsüne doğru evrilmektedirler. Tüm bu karmaşık süreç bu kesimlerin hem kendi kesiminden olan insanlarla hem de işçi sınıfı ile bağlarını belirlemektedir. Eskinin işçi sınıfı ile siyasal ittifak kurabilen öğretmenleri, avukatları, doktorları yerine, bugün için bazıları işçi sınıfından her açıdan uzaklaşan bazıları da giderek –spesifik biçimler altında- işçileşen kesimler vardır.
Hegemonya toplumsal formasyon üzerinde işleyen bir süreç ise, sermayenin elde ettiği hegemonyanın en önemli koşulu, kendisi dışındaki kesimleri bu şekilde bulanıklaştırabilme, dağıtabilme ve bir araya gelebilmenin maddi şartlarını ortadan kaldırabilme kapasitesidir. Türkiye’de bu sürecin 80’ler itibariyle başlasa da, 90’lar itibariyle epey bir yol alındığına ve AKP döneminde de büyük oranda olabilecek en yüksek hâline eriştiğini görüyoruz. Bunu işçi sınıfının “derin yenilgisi” olarak görebiliriz. Popüler bazı göndermeler üzerinden anlatmak gerekirse; artık karşımızda Adile Naşit ve Münir Özkul’un ebeveynliğinde yoksul ama başı dik ve umutlu bir hayat süren büyük proleter aileler yerine, Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”undaki gibi parçalanmış, neredeyse birbirlerine düşman kesilmiş bireylerden müteşekkil küçük proleter aileleri vardır. “Oğlum, kızım üniversite okusun, benim gibi el kapısında çalışmasın” diye dile getirilen işçilikten kurtulma arzusu, yerini “oğlumu, kızımı meslek lisesine vereyim de en azından bir işi olsun, düşmesine”e bırakmıştır. Bunlar elbette sadece “göndermeler”dir ve abartı barındırmaktadır. Elbette gerçeklik bundan çok daha zengin ayrıntılara sahiptir ve elbette direnişin nüveleri işçi sınıfı içerisinde–belki de bu zengin ayrıntıların içerisinde- hâlâ mevcuttur. Ama bu “göndermelerin” tümden yanlışlanabilir olduklarını söyleyebilir miyiz? Neoliberalizmin başarmaya çalıştığı, salt işçi hareketinin örgütlülüğünü kırmak değil, bu örgütlere zemin oluşturan ve sınıfın kendi tarihsel deneyimlerinden hareketle ürettiği toplumsal talepleri, bizzat sınıfın tarihsel dimağından kazımak olmuştur. Türkiye’de de bu hususta epey yol aldığını söylemek mümkündür ve AKP döneminde giderek üzerimize çöken neoliberal otoriterizmin gerçekliğini de işte tam bu “derin yenilgide” aramamız gerekir.
İktidarın Yeni Yüzü
Dolayısıyla Türkiye’ye dair geliştirilecek her iktidar analizinin bu “derin yenilgiyi” dikkate alması gerekir. Öte yandan, bu yenilginin iktidar yapılanması düzeyindeki sonuçlarına dair yapılacak tahliller de sosyalist bir stratejinin oluşturulması açısından kritik bir konudur. Bugünün yeni stratejik yönelimi içerisindeki aktörlerin AKP ile ilgili olarak “faşizm” tahlilini yapmaları ve boş geçilmemeli. Zira tam da bu tahlildir ki AKP’nin yıkılmasına yönelik yeni bir “acilcilik” inşa edilebilmekte ve cephe genişletilebilmektedir. Bu anlamda bugünün “AKP vesayeti/faşizmi”, 1990’ların “askeri vesayeti ve 12 Eylül faşizminin” kavramsal ve işlevsel boşluğunu doldurmaktadır. Bizim iddiamız, Türkiye sosyalist solunun, her iki dönemde de bu “vesayet rejimi ve faşizm” tahlilleri üzerinden, neoliberal kapitalizm ve otoriterizme karşı sahici bir toplumsal ve politik alternatif üretme görevinden kaçmayı tercih ettiği yönündedir.
İlerleyebilmek için şu sorudan başlayalım: AKP neyi temsil ediyor? AKP, kapitalizmi aşmayı hedefleyen devrimci bir siyasal çizgi açısından, her şeyden önce, siyasal stratejiyi donatacak olan somut taktiklerin ilişkili olacağı kertelerden önce, neyi temsil etmektedir? Konumu ve işlevi nedir?
Bu temel soru ile ilgili olarak, AKP döneminde, birbirleriyle çok sıkı ilişkili, fakat yine de özgün müdahale ve mücadele alanları oluşturan üç farklı iktidar kertesinin geçirdiği temel dönüşümler kabaca şu şekilde belirlenebilir;
– Düşük katma değerli ürünlerden orta derece teknoloji yoğun sektörlerde üretime ve ihracata başlayan, uluslararası pazar seçeneğini artıran, küresel sermaye grupları ile stratejik ortaklıklara giren, bankacılık gibi alanlarda yabancı sermaye katılımı önemli bir orana ulaşan ve önümüzdeki süreçte sanayi stratejisi, emek piyasası ve eğitim reformunu gibi alanları bütünleşik olarak biçimlendirmeyi önüne koyan bir sermaye yapılanması;
– Kendi içerisindeki “çok başlılığı” tasfiye eden ve -başkanlık sistemi üzerinden olsun olmasın- iktidar kullanımını yürütmenin kilit aktörleri etrafında giderek yoğunlaştırmayı hedefleyen; içerisinde konumlandığı emperyalist zincir içerisindeki organik konum ve işlevini yükseltme iddiasını (beceriksizce de olsa) bölgede izlediği somut politikalarla ortaya koyan bir siyasal iktidar yapılanması;
– Bu iktidar yapılanmasını “sivil toplum” içerisindeki ayakları ile tahkim eden ve -Ergin Yıldızoğlu’nun çok yerinde olarak altını çizmekte ısrar ettiği gibi- “uygun bir ‘beden disiplini’ politikası (biyo-politik) ile birlikte, eğitimden günlük yaşamın mikro dinamiklerine” kadar siyasal iktidarın derinliğini arttıran bütünleyici iktidar yapılanması.
AKP, siyasal İslamın, MÜSİAD’ın vs’nin temsilcisi olmaktan önce, her şeyden önce, birbirleriyle ilintili olarak dönüşen iktidar ilişkilerinin yapılanmasındaki siyasal aktör pozisyonunu temsil etmektedir. MÜSİAD gibi yapıların temsil ettiği dinamik orta ve giderek daha da büyük ölçekli sermaye gruplarının eklemlenmesiyle içerisinde bazı gerilimleri barındırsa da, TÜSİAD sermayesinin hegemonyasındaki sermaye bloğu ile sivil ve siyasal iktidarı, Aydınlar Ocağının daha 1970’lerde ortaya attığı “otoriter demokrasi” anlayışı içerisinde yeniden bütünleştirmeye soyunan iktidar bloğunun ara yüzüdür AKP.
Eğer bir cumhuriyetten başka bir cumhuriyete geçiş olduğunu öngörüyorsak, -her ne kadar süreç tamamlanmadıysa ve kırılganlığını korumaya devam etse de, bugün artık devlet ve sermaye bütünlüğünün daha organik bir karakter kazandığı bir dönem içerisinde olduğumuz söylenebilir. Küresel kapitalizme sıkı sıkıya entgre olmuş, bu entegrasyonu devlet aygıtı içerisindeki güç dengesini dönüştürerek konsolide etmiş, bu yapısal dönüşüme uygun ideolojik ve siyasal hegemonyayı sağlamış bir iktidar var karşımızda.
Bu “iktidarlaşma” sürecini yürüten siyasal güç, Türkiye açısından yeni ve otoriter bir “hakikat rejimini” oturtmaya uğraşmaktadır ve bu yönde epey mesafe kat etmiştir. Fakat AKP önderliğinde yürütülen bu yeni otoriterleşme dalgası, her ne kadar özgünlükler barındırsa da, genel küresel gidişattan azade değildir. Bu anlamda AKP otoriterizmini biricikleştirmemek gerekir. Troçki’nin, faşizmin Avrupa’da kendisini giderek konsolide ettiği yıllarda yaptığı belirlemeyi hatırlamakta fayda vardır: “Demokrasinin telleri yüksek voltajı kaldıramamaktadır. Ama zamanımızın voltajı da yüksektir.” Siyasal otoriterleşme sadece Türkiye’de, sadece AKP’nin özgün marifetiyle değil, giderek her yerde derinlik kazanmaktadır. Macaristan, Tayland gibi deneyimler Türkiye ile şaşırtıcı bazı benzerliklere sahip olmakla birlikte, kriz içerisindeki kapitalizmin Yunanistan ve hatta İtalya gibi merkez bir ülkede dâhi yönetimi teknokrasiye teslim ettiğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla içerisinden geçmekte olduğumuz zaman, liberal demokrasinin tellerinin dönemin voltajını kaldıramadığı, bu nedenle onun yerine daha kaba saba, muhafazakâr ve otoriter eğilimlerin ön plana çıktığı bir dönemdir. Biz bu genel konjonktürün Türkiye özgünlüğü içerisinde yaşıyor ve mücadele ediyoruz.
Siyasal Hat Meselesi
Şu iddia edilebilir: “Strateji bir dogma değildir. İşçiler ve yoksulların büyük bir kısmı AKP’ye oy veriyorsa yapmamız gereken siyasal bir blok örmekten vazgeçmek değil, aksine, politik olarak ulaşma, örgütleme ve bir siyasal muhalefet bloğu olarak siyasal iktidarın karşısına dikme olanağımızın daha yüksek olduğu kesim ve kitleleri yan yan getirmek, somut bir siyasal güç haline gelmek ve bu süreç içerisinde karşı bloğun ezilenlerini yanımıza çekmenin ve bu şekilde giderek ceberrutlaşan AKP’nin zeminini dağıtmanın siyasal olanaklarını kurmaktır.”
Hafife alınacak bir iddia değildir bu. Zira bugün için solda siyaset yapan hiç kimsenin Türkiye’deki politik otoriterleşmeyi göz ardı etmek gibi bir lüksü yoktur. Zaten biz göz ardı etsek de o bizi göz ardı etmemektedir. Fakat önümüzdeki meselenin bir seçim bloğu inşa etmenin ötesinde bir iş olduğunu unutmak gibi bir lüksümüz de yoktur. Bir seçim bloğu elbette belirli bir stratejik hat içerisinde ortaya konabilecek bir tercih, bir taktik olabilir. Stratejik bir hattınız olduğu müddetçe. Bu stratejik hat ezilenlerin tarihsel bloğunu inşa etme hedefi üzerine şekillenmelidir. Ancak böyle bir tarihsel blok, AKP’nin politik olarak yeniden toparlamayı becerdiği sağın tarihsel bloğunun karşısına, bir sol tarihsel blok olarak konumlandırılabilir. Yukarıda ele alındığı üzere, bu bloğun inşası 60-40 dengesinin yeniden tesis edilmesi üzerinden düşünülemez.
Evet, siyasal bir hat örmemiz gerekir; emek merkezli bir toplumsal harekete dayanmadıkça bu hattın hiçbir şeye yaramayacağını unutmadan. Dünyada tüm solun cebelleştiği bir sorunsalla cebelleşmekten kendimizi azade tutamayız: Siyasal hareket ile toplumsal hareket arasında yeni bir ilişki biçimi inşa etmek. Türkiye sosyalist solunun bu konu ile ilgili “öğrenilmiş-içselleştirilmiş” bir acizlik yaşadığını söylemek mümkün. Bu öğrenilmiş-içselleştirilmiş aczin merkezinde Türkiye solunun siyaset ve toplumsal alan çalışmasını garip bir biçimde birbirinde ayrı düşünmesi yatmaktadır. Alan çalışması yapılır, toplumsal alanlarda var olunur ama siyaset başka bir düzeyde yapılır. İkisi arasında köprüler kurmak konusunda aşılması güç bir engel vardır. Bu nedenle okulda, mahallede, alanda devrimcilik yapılır ama “siyasal alanda” kamuoyu siyaseti güdülür. Bu şizofrenik durum Türkiye solunun neoliberal dönemdeki başarısızlığının arkasında yatan en temel nedendir. Zira biraz önce belirttiğimiz gibi, bu durum Türkiye sosyalist solunu, tüm dünya solunun cebelleştiği, cebelleşirken de deneyimler yaratarak öğrendiği ve ilerlediği bir sorunsaldan uzak tutmaktadır: Neoliberal dönemde siyasal hareket ile toplumsal hareketi nasıl ilişkilendirmeliyiz? Türkiye devrimcileri ve sosyalistleri olarak bu konu ile ilgili olarak kafalarımızda, belirli bir geleneğin vazettiği “alanların özerkliği” ezberinden başka bir şey olduğunu söylemek zordur.
Türkiye sosyalist solu içerisinde emek merkezli bir toplumsal hareket perspektifinin var olduğunu söyleyebilir miyiz? Her teşkilatın kendine göre bazı çalışmaları olabilir. Ama bunların çoğunun bir tür “kadro devşirme” sürecinin ötesine geçtiğini, coğrafi veya sektörel bir yoğunluk yakalayabildiğini, sermayenin kendini çoğalttığı alanlarda bu sürecin önüne set çekebildiğini, genel ve kamusal bir hak alma mücadelesinin Türkiye’nin neoliberalleşme süreci içerisinde bir başarı öyküsü yaratabildiğini iddia edebilir miyiz? Mesele siyasal hattı bırakıp, toplumsal hareketlerin inşası işine kafalarımızı gömmek değildir. Fakat mesele, otuz küsur yıllık neoliberalleşme süreci içerisinde, toplumsal direnç ve kazanım noktaları oluşturamamış, bu anlamda rüştünü ispat edememiş Türkiye sosyalist soluna anlı şanlı seçim blokları oluşturmak olarak da tarif edilemez. Sorular şunlardır: Sosyalist solun işlevi “ilerici, bağımsızlıkçı, demokrat, yurtsever” bir hattın inşası mıdır? Yoksa emek hareketi ve toplumsal hareketler içerisinde, kendi dar kadro çıkarlarının ötesinde bir perspektifle, sermayenin derinleşme operasyonlarını kısmi de olsa durdurmaya, bu süreci geri çevirmeye ve süreç içerisinde, salt niceliksel büyüklüğü ile ölçülmeyen muktedir bir siyasal özne olarak kendini inşa etmesi midir? Bu bir içe kapanma çağrısı değildir. Aksine hem BDP’nin –özellikle BDP’nin- hem de CHP’nin kitleleri ile birlikte mücadeleler örmeye soyunmaktır. “İlerici, bağımsızlıkçı, demokrat, yurtsever” bir hattın içerisinde erimektense, bu hattı, ucu anti-kapitalizme varacak bir neoliberalizm karşıtlığı üzerinden, sosyal bir program çerçevesinde inşa etme işine girişmektir. Bir yandan çeşitli alanlarda, o alanların aktörleri ile birlikte, o alanın kısmi toplumsal talepler doğrultusundaki mobilizasyon yaratırken, diğer yandan bu mobilizasyonları genel bir anti-neoliberal hat çerçevesinde bütünleşik kılmaya yönelik siyasal organizasyonların peşine düşmektir. Bu doğrultuda rüştünü ispat eden bir sosyalist solun hızla büyüyeceğini, patlama yapacağını, ortalığı kasıp kavuracağını söyleyecek kadar saf değiliz elbette. Fakat bu yola girildiğinde sosyalist solun –tekrarlamak gerekirse- kendisini belirgin bir siyasal özne olarak inşa etmiş olacağını ve salt niceliksel büyüklüğü ile orantılı olmayan bir niteliksel sıçrama yaşayacağını söylemek hiç de hayalcilik değil.
1] Bu konuda tam bir görüş birliğinden bahsetmek mümkün gözükmüyor. Daha çok Halkevleri mahreçli olan BDP-CHP ittifakı tartışmasının arka planında yatan bazı argümanlar açısından hem TKP hem ÖDP cephesinden ciddi rezervlerin geldiğini not etmek gerekir.
[2] Sırası gelmişken eklemekte fayda var: Küçükömer bu müdahaleyi, TİP’in önemli bir siyasal aktör haline gelmesinden sonra sola hamle yapan CHP’yi saf dışı etmenin teorik art alanını yaratmak için yapmıştı. Yani beğenilse de beğenilmese de müdahalesi “politik” karakterdeydi.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.