Kaç kişi Chavez’in ölümüyle onun hemen akabinde gelen Arjantinli bir kardinalin Papa seçilmesi arasındaki ilişki üzerine düşünebilmişti? Varsa da bunun sadece bir tesadüf olmadığını, Latin Amerika’da devam eden iktidar kavgasında çok önemli bir hamle olduğunu kabul edeceklerdir. Vatikan’ın geçmişini bilenler için ise bu hiç de şaşırtıcı değildi. Latin Amerika ABD’nin arka bahçesi olarak kabul […]
Kaç kişi Chavez’in ölümüyle onun hemen akabinde gelen Arjantinli bir kardinalin Papa seçilmesi arasındaki ilişki üzerine düşünebilmişti? Varsa da bunun sadece bir tesadüf olmadığını, Latin Amerika’da devam eden iktidar kavgasında çok önemli bir hamle olduğunu kabul edeceklerdir. Vatikan’ın geçmişini bilenler için ise bu hiç de şaşırtıcı değildi.
Latin Amerika ABD’nin arka bahçesi olarak kabul edilir. ABD’nin izni olmadan orada hiçbir şey yapılamaz diye bilinir. Yapmaya kalkışacaklar olursa da tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi karşılarında Pentagon eğitimli askeri diktatörleri ve Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü CIA’yı bulurlardı.
Latin Amerika’daki bu ABD kontrollü yönetimler, Bolivarcı devrimci asker Hugo Chavez Venezuella’da iktidara gelinceye kadar sürebildi. Yeni Başkan Hugo Chavez ile birlikte ABD’nin korkulu rüyası “Domino etkisi” Latin Amerika’yı bir baştan bir başa sildi süpürdü. ABD, bir ülkede iktidara gelen kontrol dışı bir ilerici veya solcu hükümeti anında yok edemezse onun tüm çevre ülkelerine tıpkı bir domino etkisiyle sirayet ederek ABD’nin bölgedeki nüfusunu yok edeceğine ve düşman bir kamp yaratacağından kaygılıydı.
ABD bu korkuyla Vietnam’ı yerle bir etmeye kalkışmış, 1953 yılında Kore’yi iki parçaya ayırmış, Küba devrimini boğmak için 50 yıl boyunca en acımasız ambargo, sabotaj ve suikastları organize etmiş, Avrupa’nın ortasına Demir Perde çekmişti. Ancak en sonunda Chavez bu kısır döngüyü kırmayı başarmış ve Latin Amerika’nın Simon Bolivar’ın devrimci geleneği ile Fidel Castro’nun devrimci saygınlığını birleştirerek kıtada radikal dönüşümün ateşini yakmıştı.
Rivayet edilir ki Chavez ABD tarafından zehirlenerek öldürüldü. Hatta bu konuda Fidel Castro tarafından dikkatli olması için uyarılmış. Castro’da aynı şekilde zehirlenmiş fakat Küba’nın dünyaca tanınmış son derece ileri tıp uzmanlığı sayesinde uzun süren bir tedavi sonucunda kurtarılabilmişti. Büyük bir ihtimalle, Castro’nun tecrübesinden elde edilen bilgilerle Chavez’in de kurtarılabileceğini düşünülerek bu defa daha değişik bir ilaç kullanıldı. Ve çok ilginç bir tesadüf, Latin Amerika’nın Chavez’den etkilenerek iktidara gelen tüm diğer liderleri şu anda kanserden muzdarip. Ve bu tesadüfün ilk olmaması da şaşırtıcı.
Daha önce ABD’nin Ortadoğu’da politikalarına karşı olan veya olabilecek tüm bölge liderleri ve entelektüelleri de yaşamlarını peş peşe birbirine benzer koşullarda yitirmişlerdi. Örneğin tam bir ABD adamı olan Bin Aliler, Şah Pehleviler, Mübarekler 30’ar yıl boyunca sağlıklı bir şekilde iktidar sürerlerken, Ariel Şaron gibi ABD’nin has adamları yıllarca bitkisel hayatlarında bile ölmeyi reddederlerken; Nasır, Kral Hüseyin, Hafız Esad, Arafat, Edward Said, Tony Judt ve Bülent Ecevit çok şüpheli koşullarda ve erken denilebilecek yaşlarda yaşamlarına veda ettiler.
Eğer diğer ilerici Latin Amerikalı liderler de Chavez gibi yaşamlarını kaybedecek olursa kıtada ciddi bir iktidar boşluğu ve bunun getireceği büyük kaosun oluşması kaçınılmaz olacaktır. İşte tam bu esnada Avrupa asıllı, Alman kökenli Papa Vatikan geleneklerinde olmayan bir tarzda, sürpriz bir şekilde istifa etmiş ve devrim coşkusuyla yanıp tutuşan bir Latin Amerika ülkesi olan Arjantin’in kardinalı yerine Papa seçilmiştir.
Seçilen Papa’nın sadece ülkesi dikkat çekmiyor. Hatta onun 1970’li yıllarda iktidarda olan faşist cuntayla ilişkileri ve onun suçlarına ortak olduğu iddiaları da belki şu aşamada ikinci planda kalıyor. Hatta onun popülist, fakirlik derecesinde mütevazi yaşam şekli de kitlelere çok fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Papa Francis ile aynı şekilde,daha önceki Papa 2.John Paul’un Avrupa’da komünist rejimleri yıkmak göreviyle işbaşına getirildiği akla geliyor. Tarihsel bir görev için işbaşına getirildiğini ve bu görevin Papa’nın mensup olduğu vatandaşlığından öte ideolojisi tarafından belirlendiği söylenebilir. Papa Francis, Cizvit kimliği ile daha önce Arjantin’de Kurtuluş Teolojisi’ne karşı başarıyla yürüttüğü savaşımının ardından, şimdi Bolivarcı Devrimleri sabote etmek ve rayından saptırmak için iş başına getirilmiştir. Papa 2. John Paul da ilginç bir şekilde kendisinden önce seçilen Papa’nın birkaç hafta içinde aniden yatağında ölü bulunması üzerine bu göreve getirilmişti.
2. John Paul’un komünizmi yok etmek misyonu basında açıkça yazılmış ve hatta kendisinin Reagan ve Thatcher ile “Komünizmi sen mi ben mi bitirdim” kavgalarına girdiği bile yazılmıştır. Komünizme karşı ortak zafer kazanıldıktan sonra ise ABD ile giriştiği nüfus kontrol politikalarına karşı mücadelesi ile zaman içinde eski itibarını kaybetmiştir. Buna rağmen ölünceye kadar ciddi sağlık sorunlarına rağmen görevine devam etmiş ve üstüne Aziz ilan edilmiştir. Reagan kendisine ABD’ye hizmetlerinden ötürü “Özgürlük Nişanı” vermiştir. Ayrıca Hıristiyanlığı Yahudilikle barıştırmak için yaptığı hizmetlerden, Yahudi ve Hıristiyan İlişkilerine katkısından ötürü de “Ulusal Yahudi Kitap Ödülü” ile onurlandırılmıştı.
Kurtuluş Teolojisi (Liberation Theology) ve Cizvitler
Katolik Kilisesi’nin Cizvit fraksiyonu 1534 yılında Aziz İgnatius tarafından kuruluyor. Fraksiyon misyonerliğe ve akademik çalışmalara verdiği önemle tanınıyor ve bu amaçla üniversitelerle de sıkı bağlar kuruyor. Bunlar arasında ABD’deki Georgetown Üniversitesi ön planda. Üyelerinden beklenen, gösterişten, şaşaadan uzak, fakirlik derecesinde mütevazi bir yaşam. Ancak yeni Papa’nın Francis adını almasının arkasında yatan asıl neden, mütevazi yaşamda devam edeceğinin altını çizmekten başka bir anlam ifade ediyor. Assisili rahip Aziz Francis, Katolik Kilisesi’nde kendini fakirlere adamış din adamı olarak anılıyor. Yeni Papa onun adını alarak kendisinin de fakirlerden yana olacağının mesajını vermek istemiş. Yani amaç Latin Amerika fakirlerini Bolivarcı devrimleri desteklemekten alıkoymak. Ne var ki Cizvitler’in fakirden yana olmaları, acıları avutmak anlamında olup Kurtuluş Teolojisi’nin amaçladığı gibi yoksulluğa son vermek değil.
Cizvitler’in Papa ile birlikte fraksiyonlarının kurucusu Aziz İgnatius’a sadakatleri aynı derecede. Yani Vatikan’dan bağımsız davranma eğilimleri olabiliyor. Bunların Kurtuluş Teolojisi ile yakın ilişkileri geçmişte 2. John Paul’u çok kızdırmıştı. Kurtuluş Teolojisi, Tanrı’nın fakirlerden yana olduğu düşüncesini savunmakla dine sosyal içerik atfetmekte, buna karşı muhafazakar Vatikan düzeni ise bireyi ön plana çıkartmakta. ABD Kurtuluş Teolojisi’ni bu anlamda Latin Amerika’yı Marksist yapacak bir hareket olarak görüyor. Dünyanın ilerici hareketlerini yok etme konusunda and içmiş ve hayatları boyunca derin ve yakın işbirliği içinde olan John Paul II ve Ronald Reagan, Kurtuluş Teolojisi’ne karşı da ortak çalıştılar. 2. John Paul, Kurtuluş Teolojisi militanlarına nefes bile aldırmadı. Kilise’nin her kademesinde gerici din adamlarına görev verdi. Reagan ise Ulusal Güvenlik Konseyi (National Security Council) aracılığı ile Kurtuluş Teolojisi’ni ABD için açık bir tehdit olarak ilan etti. Bunu komünizmi yeryüzünden yok edip bitirmeyi hızlandıracak stratejinin bir parçası olarak gördü. Kurtuluş Teolijisi’ne karşı mücadele Alman Papa Benedict zamanında da aynı tutkuyla devam etti.
ABD Kilise üzerindeki etkinliğini CIA aracılığı ile sağlıyordu. ABD’de yayınlanan Motherjones adlı dergi, CIA’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında çok sayıda papaz ve piskoposu parayla satın aldığını, hatta bunlardan bir kısmını resmen casusu olarak kullandığını ortaya çıkardı. CIA’nin özellikle Vatikan ile ilişkileri ve ortak çalışmaları için kurduğu özel bir branşı bile varmış. 1970’li yıllarda CIA radikal din adamları hakkında topladığı bilgileri paylaşmış ve bunun arkasından 850 kadar rahibe ve rahip işkence görmüş, öldürülmüş veya hapse atılmışlardı. Bunlar arasında en ünlüsü El Salvador’un ünlü Kardinali Oscar Romero’nun 1980 yılında dini ayin sırasında öldürülmesidir.
CIA’nin stratejisi Kilise’de radikal ve ilericilerle muhafazakarlar arasına duvar çekmekmiş. CIA bu arada Latin Amerika’da muhafazakar unsurları destekleyip finanse etmiş ki bu gruplar arasında Şili’de faşist Pinochet rejiminde görev alan, İspanya’da faşist Franco zamanında kurulan Opus Dei üyeleri de bulunmaktaymış.
ABD Vatikan’ı çok uzun zamandır Latin Amerika’ya yönelik dış politikasının bir aracı olarak görmektedir. ABD bir yandan latin Amerika’da Vatikan ile birlikte çalışırken, diğer yandan tamamen kendi yarattığı ve kontrolünü elinde tuttuğu Evangelist misyonerliği de desteklemektedir. Moris Farhi’nin “Yabana Yolculuk” (Journey Through The Wilderness) adlı romanında çok detaylı olarak hikayeleştirdiği Latin Amerika’nın Evangelistler tarafından işgali sonucunda, bundan 50 yıl öncesine kadar yüzde 90 Katolik olan Kıta’da Vatikan’ın etkisi önemli ölçüde azalmıştır. Yine de dünya Katolik nüfusunun yüzde 40’ı hala bu kıtada yaşamaktadır.
Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi’nin kitleler tarafından benimsenmesinde bir neden, Kıta’nın ABD emperyalizmi tarafından aşırı sömürüsü ve bununla birlikte gelen faşist rejimlerin insan hakları ihlalleri karşısında halkın ızdıraplarına sözcülük yapmak zorunluluğu ise, diğer bir neden de 1962 yılında toplanan 2. Vatikan Konseyi’nin Kilise’yi halka yaklaştırma çabasıyla attığı popüler adımlar olmuştur. Konsey bir yandan Hıristiyanlığı, Yahudiliği ve Müslümanlığı ortak İbrahim Peygamber’in takipçileri olarak gördüğünü açıklayıp “Dinlerarası Diyalog”u başlatma kararı alırken, diğer yandan da Afrika ve Latin Amerika’daki mensuplarına Latin dili dışında kendi dilleri ve sembolleri ile dini merasimlerini yapabilme serbestisini getirmiştir.
Ancak Latin Amerika’nın sorunlarına ne 2. Vatikan Konsey’i ne Cizvitler ne de Kurtuluş Teolojisi çare olabilmiştir. O nedenle bu kıta halkı en sonunda Bolivarcı devrimci geleneklerine sahip çıkıp kaderini ellerine almaya karar vermiştir. ABD darbelere durdurmadığı bu gelişmelere karşı şimdi Vatikan kartını oynamış bulunmaktadır. Sonucunu hep birlikte göreceğiz.
İrfan Taştemur/Londra
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.