Liberal ve muhafazakâr tarih yazımında Osmanlı-Türkiye kapitalistleşmesinin mimarı burjuvazi değil bürokrasidir. Buradaki “bürokrasi” bizim anladığımız egemen sınıfa tabi, kamu işlerinde uzmanlaşmış, ayrıcalıklı tabaka değil, Osmanlı’dan bu yana değişmemiş, kendi özel çıkarları olan, dinamizmini kendisinden alan, kapitalizmi/burjuvaziyi ve öteki sosyal sınıfları yaratıp yönlendirme yeteneğinde bir devlet sınıfıdır. Şöyle de denebilir: Devletin egemeni sıfatıyla tarihsel gelişmeye, dolayısıyla […]
Liberal ve muhafazakâr tarih yazımında Osmanlı-Türkiye kapitalistleşmesinin mimarı burjuvazi değil bürokrasidir. Buradaki “bürokrasi” bizim anladığımız egemen sınıfa tabi, kamu işlerinde uzmanlaşmış, ayrıcalıklı tabaka değil, Osmanlı’dan bu yana değişmemiş, kendi özel çıkarları olan, dinamizmini kendisinden alan, kapitalizmi/burjuvaziyi ve öteki sosyal sınıfları yaratıp yönlendirme yeteneğinde bir devlet sınıfıdır. Şöyle de denebilir: Devletin egemeni sıfatıyla tarihsel gelişmeye, dolayısıyla toplumsal maddi ilişkilere hâkim merkezi özne.
Osmanlı bürokrasisi
ATÜT’çü/Weberci analizlere göre Osmanlı toplumu Batı’ya özgü feodaliteyi yaşamadığından kapitalizme geçiş dinamiği taşımaz. Bu yüzden modernleşme ancak kapitalizmin ve burjuva sınıfının baştan ve yukarıdan aşağıya yaratılmasıyla mümkündür. Patrimonyal bir devlet olan Osmanlı’da buna aday olabilecek tek özne orduyu da kapsayan bürokrasidir. Weber’e dayanan Halil İnalcık, siyasal ve ruhani temsili tek elde birleştiren ‘sultanizm’in, patrimonyal hükümdarlığın mükemmel bir biçimi olduğunu söyler.[1]
H. İnalcık Osmanlı’nın düğümünü devletle özdeşleşmiş bürokraside görür:
“Başka deyimle, imparatorluk bürokrasisi, toprak ve reaya köylü üzerinde tahrir sistemi yoluyla yaptığı kontroller sonucunda bizzat bu toplum düzenini bir dereceye kadar etkilemekte, hatta yaratmış olmaktadır. Böylece, kendiliğinden serbestçe ortaya çıkan bir toplum düzeni yerine, daha ziyade devletin ağır bastığı bir düzen, bir estate, sınıflandırma düzeni ortaya çıkmaktadır.” [2]
Marx’ın, “Günümüzde ancak siyasal kör inanç hala devletin toplumun düzenleyici öğesi olduğunu tasarlayabilir, oysa tersine, devlet toplum tarafından belirlenmiştir”[3] sözüyle tezat oluşturan devlet merkezli yaklaşım, H. İnalcık’ın tarihsel analizlerinin çıkış noktasıdır. “Orta Doğu’lu patrimonial devletteki değişimi” buradan yola çıkarak açıklar:
“İslamî patrimonial imparatorluk içinde, giderek daha da özerkleşip sonunda sultanın patrimonial devletinin yerini alanın, bu iki grup, yani sivil ve asker bürokratlar ile ulemâ…”
İşte liberal tarihçi ve sosyologların sıkı sıkıya yapıştıkları tez budur.
Weber’in ve İnalcık’ın yolundan giderek “patrimonyal bürokrasi” kavramını sahiplenen ve açılımlarını buna dayandıranlar arasında Şerif Mardin başta gelir.
“II. Mahmud (1808-39) ’un padişahlığıyla başlayan modernleşme… padişahın denetiminden çıkmış ve modernci ve reformist hareketi ilerletmek için gerekli olan iktidar bürokrasiye geçmişti.” [4]
Liberallere kalırsa, “devlet kurtarma”ya soyunan Tanzimatçı bürokratik elit Abdülmecid ve Abdülaziz zamanında iktidarı ele geçirmiştir. Weberci sosyoloji bu değişimi geleneksel, mirasa bağlı bürokrasiden, “akılcı bürokrasi”ye geçiş diye açıklıyor. Bilinen bir sarsıntı, net bir belirti olmadığına göre padişahlar bile bunu anlayamamış olmalıdırlar.
Wallersteinci analize bağlı Çağlar Keyder de farklı düşünmüyor: Osmanlı’nın kapitalist dünya ekonomisine eklemlendiği son dönemde bürokrasi, ayrıcalıklı konumunu sürdürmek için bir yandan reform programını devreye sokmuş, öbür yandan gayrimüslim burjuvaziyi tasfiye edip yeni bir vesayet sistemi kurmuştur. Yönetici sınıfın niyeti kendine rakip olabilecek (burjuvazi ve toprak sahipliği) kanatları bertaraf edip, egemenliğini güvence altına almaktır.
“İmparatorluk parçalanırken yeni bir ulus devleti kurup bu devleti modernleştirmeye koyulan burjuvazi değil bürokrasiydi.” [5]
Bunlar tartışmaya alabildiğine açıktır: Önümüze burjuvaziye, devrimlere, dönüşümlere dayanmayan, sınıflar üstü bürokrasiye ipotek edilmiş bir modernleşme çizgisi konuyor. Yazarın Osmanlı burjuvazisinin gövdesini oluşturan Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli gayrimüslim burjuvaları ve onun zayıf kanadı Türk ticaret sermayesini neden sürecin dışında tuttuğu anlaşılamıyor. Ne var ki liberal-muhafazakâr-Kemalist yazarların hepsi aynı şeyi yapıyor ve asker-sivil bürokrasiden başkasını görmüyorlar. Oysa bunlar feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin ittifak halindeki 1908 ve 1923 burjuva devrimlerini birlikte yapacak sosyal güçleridir. Üçlü blok (Türk ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve bürokrasi) padişahın çöküşe sürüklediğini düşündükleri devleti kurtarmayı ve rakipleri gayrimüslim burjuvaziyi tasfiye etmeyi hedeflemişlerdi. Bu bakımdan burjuvazinin rolünü “patrimonyal bürokrasi”ye bırakması diye bir şey söz konusu değildir.
Modernleşmenin padişahın denetiminden çıkıp neden bürokrasiye geçtiği de anlaşılamıyor. Padişahlık 1908’den önce iktidardaydı, sonraysa iktidara ortaktı. 1908-1923 gibi dönüm noktası sayılabilecek bir burjuva devrimlerini anmadan, “bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu sürdürmek için modernleşmeyi üstlendiğini” söylemek, tarihsel-sosyolojik bir açıklama değeri taşımaz. Toplumsal-maddi koşullardan destek almayan bir “isteme”nin tarihte kıymeti harbiyesi yoktur. Toplumsal sınıf ve tabakaların performansları onların istemeleriyle değil, yükselen sınıflara mı, yoksa çöken/sahneyi terk eden sınıflara mı mensup olduklarıyla ölçülür.
18. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren padişaha bağlı Osmanlı bürokrasisinin reformlara yönelmekteki maksadı feodal sistemi ayakta tutmaktı. Ancak gelişmekte olan meta ilişkileri ve ticari kapitalizm köhne feodal yapıyı zorluyor ve girdiği her yerde çatlaklar, bölünmeler, kamplaşmalar yaratıyordu. ll. Mahmut’tan ll. Abdülhamit’e uzanan süreçte bürokrasinin ortadan ikiye bölünmesinin nedeni budur: Bir yanda monarşik rejimi üstten reformlarla tamir ederek ayakta tutmaya çalışan padişah ve çevresi, aristokrat paşalar ve alaylı askerler; öte yanda monarşik rejimin yıkılmasından ya da sınırlanmasından yana olan bürokratlar, modern eğitim gören milliyetçi subaylar ve Batıcı aydınlar. Bu kamplaşmanın altında yarı sömürge bir ülkenin feodalizmden kapitalizme geçiş sancılarının yattığına şüphe yoktur.
“20. Yüzyılın başlangıcında ordu içindeki en önemli iki grup İTK’ni destekleyen radikal reformcularla ılımlı liberallerdi. Bu bölünme, İttihatçı subayların Ocak 1913’te Ekim iktidarı ele geçirmelerinden önce, anayasal dönemin ilk beş yılı içinde (1908-1913) açıkça görülür. Ordu safları genellikle tutucu, hatta gericiydi ve Abdülhamit’in otokrasisini geri getirmek için, biri Ekim 1908’de, diğeri 1909’da olmak üzere iki ayaklanma oldu.” [6]
Demek ki, öyle ortak amaçlar etrafında birleşmiş homojen bir Osmanlı bürokrasisi diye bir şey yoktur. Liberal okumadaki gibi tek parçalı, tek amaçlı, üstelik 100-150 yıl boyunca bunu koruyabilen bir bürokrasi hiçbir zaman olmamıştır. Üstelik modernleşme bürokrasi düzleminde kalınarak değil, Osmanlı monarşisinden çıkarı olanlarla, bunun karşısında olan sınıf ve tabakalar arasındaki çatışma ve bunun maddi varlık koşulları ortaya konarak açıklanabilir.
Bürokrasi tarihten muaf mıdır?
Max Weber’in ideal tipi “patrimonyal devlet” kavramı, Osmanlı’dan günümüze uzanan sürece uygulandığında bürokrasinin hiç değişmediği, hiçbir dönemde kopuş ve dönüşüm yaşamadığı, turşu gibi zamanın ve sınıfların üstünde kalmayı başardığı görülür.
Bunu “güçlü devlet felsefesi” ile açıklayan Murat Belge şöyle diyor:
“…Bizans’tan Osmanlı’ya ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bilinçli bir şekilde aktarılmış bir devlet geleneği, bir anlayış ve bunu ayakta tutacak çeşitli maddi yapılar ve pratikler vardır. Bu bir güçlü devlet felsefesidir son analizde.” [7]
Değişmez gelenekler ve devlet felsefeleri, bunu her daim ayakta tutacak katı tarihsel maddi yapı ve pratikler varsa, değişmeden kalabilen bir “bürokrasi” neden olmasın? Nitekim Fikret Başkaya lafı uzatmadan, daha kısa bir formül buluyor: “Osmanlı Beyliği’nden 28 Şubat’a kadar bir devlet geleneği” Bu ne demektir? Doğu’dan Batı’ya, bir kıtadan öbürüne mekân değişiyor, ama bininci yıldan iki bininci yıla bürokrasi değişmiyor. Fatih ve Kanuni zamanlarında olan neyse, ll. Mahmut, ll. Abdülhamit, Enver Paşa, Atatürk, İnönü, Evren zamanlarında odur. 1908, 1923, 1960, 1971, 1980 sadece bürokrasiye mal edilmekle kalmıyor, hepsi de tek şablonla açıklanıyor. Bu, en kabasından bir tarihsizleştirmedir. Marx, Romalıların fethinden sanayi devrimine kadar İngiltere tarihini inceleyen Adam Smith’i, eski ve modern çağ arasına nitel bir fark koymadığı için eleştirmişti. Bunun bir benzerini de Orta Asya’dan beri var olmakla kalmayıp, ilelebet varlığını sürdüreceği söylenen Türk devlet geleneğinden söz eden günümüz milliyetçi-muhafazakâr tarih yazımında görüyoruz.
Oysa köleci, feodal, kapitalist toplum biçimleri demek, her birine denk düşen ayrı üretim ilişkileri, sınıflar ve devlet (geçişler ve karma durumlar bir yana) demektir. Ait olduğu sosyoekonomik sistemin bir uzvundan başka bir şey olmayan devlet (ve bürokrasi) özelliklerini ana yapıdan alır, toplum değişip dönüştükçe o da değişir. Marx, her üretim biçiminin kendinden önce ve sonra gelenlerden farklı yasalara tabi olduğunu ortaya koyduğu için öteki tarih anlayışlarından ayrılıyordu. Düz bir toplumsal gidişat; sıçramasız, ebedi yasalara dayanan tarih yoktur. Olsaydı o zaman tarih de olmazdı.
Belge, Başkaya gibilerine göre ise devlet/bürokrasi geçmişten miras bir “zihniyet”, bir “gelenek”tir. Onun için toplumlar değişip dönüştükçe devletlerin, bürokratların, geleneklerin, zihniyetlerin de süreklilik ve kopuş diyalektiği içinde değiştikleri görülmek istenmiyor. Bugünkü devleti, üzerinde yükseldiği toplumsal-maddi koşullar dururken, asırlarca önceye dayanan geleneklerle açıklamak da nereden çıkıyor? Darbe, reform, hukuk, anayasa, seçim gibi siyaset sahnesine ait olgular geçmişin kalıntılarını ne kadar taşırsa taşısınlar, kökleri somut toplumsal koşullarda ve onun üzerinde yükselen sınıf mücadelelerindedir.
Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinde bürokrasi kimi zaman heterojen bir yapı göstermiş, kimi zaman da dönüşüme uğramıştır.
II. Mahmut’tan 1908’e uzanan süreçte hem bürokrasi hem toplum bölünmüştü. Fransız devriminden etkilenen Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa, Mithat Paşa gibi Tanzimat aydınları yeni fikir ve değerleri savunuyorlardı. Liberalizm-İslamcılık karışımı bu fikirler, saltanatı sınırlayan bir anayasa ve ufak tefek reformlarla sınırlıydı. 1876’da Sultan Abdülaziz bir ordu darbesiyle tahttan indirildiğinde durum böyleydi. O zamanki yenileşmeci bürokratlar padişahların ve sadrazamların önem verdikleri, ayrıcalıklı ve aristokrasiye mensup paşazadelerdi.
Onları, 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koydurarak mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçişi sağlayan Jön Türkler izledi. Köken olarak aristokrasi dışı, daha alt kesimlerden gelen 1908 Devriminin önderleri, asker olsun sivil olsun Türk ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahipleriyle bağlantılıydılar ve seleflerinden daha radikaldiler. Cumhuriyete geçişle birlikte Saltanata ve Hilafete, eski çokuluslu yapıya son veren (Kürtler hariç) yeni denilebilecek bir ulus-devlet kuruldu. Yeni devlet burjuvazinin ve yarı feodal toprak sahiplerinin egemenliğindeydi; devlet bürokrasisi ise orta tabakalardan, kentlilerden, eşraftan geliyordu. Cumhuriyet bürokrasisi Batı taklitçisi, ayrıcalıklı, tutucu, baskıcı, milliyetçi ve buyrukçuydu.
1970’lere doğru kapitalist ilişkilerin egemenliğine ve burjuvazinin tekelcileşmesine paralel bir değişim gerçekleşti; Amerikan-Avrupa değerlerini benimsemiş, işbirlikçi, gerici, yerine göre “parlamenter”, yerine göre darbeci bir bürokrasi oluştu. Kuşkusuz bu bürokrasi İttihatçıların ve Kemalistlerin kimi komplocu, militarist, antidemokratik özelliklerini koruyordu. Ama öte yandan işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişimine, konjonktürel eğilimlerine ve gelinen her aşamadaki siyasi-ideolojik-kültürel yapısına uygun bir değişim de geçirmişti. AKP iktidarı ertesinde bir kez daha yapılandırılacak, bürokrasinin koordinatları yeni güçler dengesine göre ayar edilecektir.
Maddi üretim koşullarına egemen olduğu için siyasi bakımdan da egemen olan, dolayısıyla devleti elinde tutan sınıftan ayrı, elli yıl geriden gelen ya da elli yıl önde giden bir bürokrasi yoktur ve olamaz. Türkiye dünyaya ters bir yol izleyemez. Bürokrasi ne sınıfların üstündedir, ne de başına buyruktur; egemen sınıfa bağlı, kamu işlerinin yürütülmesinde uzmanlaşmış, ayrıcalıklı, hiyerarşik bir tabakadır. Hangi üretim biçimi olursa olsun devleti elinde tutan egemen sınıfla, bürokrasi ayırt edilebilir. Feodalizmde bürokrasi hâkim sınıf aristokrasiye tabi, onun hizmetinde bir görevliler topluluğudur. Kapitalizmde burjuvaziye bağlıdır. Bürokrasinin yeri ve işlevi, sadece toplum biçimi değiştiğinde değil, öne çıktığı olağanüstü ya da özgün geçiş dönemlerinde de esasta değişmez. Özerklik kazandığı, inisiyatifi arttığı zamanlarda bile egemen sınıfı dışlayamaz, onun işlerini görmeye devam eder.
İdealist tarih anlayışı
Burjuvazisiz, ipleri her daim bürokrasinin elinde bir Türkiye modernleşmesi paradoksaldır. El çabukluğuyla bürokrasinin burjuvazinin koltuğuna oturtulması Avrupamerkezci sosyolojinin empoze ettiği idealist bir yaklaşımdır. Deniyor ki: Türkiye’de Batı’daki gibi bağımsız, demokrasiden ve sivil toplumdan yana güçlü bir burjuva sınıf yoktu. Onun misyonunu İttihatçı-Kemalist bürokrasi üstlendi ve gecikmeli olarak devlet eliyle bir “milli burjuvazi” yaratıldı. Siyasete ve ekonomiye de bürokrasi yön verdi.
“Batı siyasal modernleşmesinde olduğu gibi Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesi, öncelikle sınıfsal bir dönüşüm değildir… modernleşme yukarıdan gelmiş bir hamledir. ‘Sahibi’, bu kitapta Tarihsel Blok diye nitelendireceğimiz ‘ordu-bürokrasi-aydınlar’ koalisyonudur.” [8]
Burjuvazinin, “ordu-bürokrasi-aydınlar” tarafından, devlet/bürokrasi eliyle “yukarıdan aşağı” yaratıldığı tezi, idealist cephenin tarihsel materyalizmle hesaplaşma biçimlerinden biridir. Toplumsal gelişmede insanların irade ve bilinçlerinden bağımsız olarak oluşan maddi ekonomik ilişkilerin (üretim ilişkileri) nesnelliğinin, öznellik düzeyine indirgenmesi bunu gösteriyor. Oysa yalnız Batı’da değil, yeryüzünün neresinde olursa olsun meta ekonomisinin ve ticari kapitalizmin gelişmesi nesnel bir oluşumdur; bir siyasi üstyapı kurumu olan devlet (ve bürokrasi) bu oluşumu yoktan var edemez, en fazla gelişimini kolaylaştırır, hızlandırır, yavaşlatır ya da geciktirir. Materyalist biri Hasan Bülent Kahraman’ınki gibi, “Osmanlı yönetici eliti 1908 sonrasında kendi burjuvazisini üretme kaygısına girer” türünden ifadelerden sakınır.[9] Tarih kendisine sınıf ve üretim biçimleri siparişi verilmesinden hiç hoşlanmaz.
Toplumsal ilişkilerin maddi ve ideolojik olarak ikiye ayrılması, tarihsel materyalizmin özüdür. İnsanların yaşamlarını sağlamak için giriştikleri etkinliğin bir biçimi olarak bilinçlerinden ve iradelerinden bağımsız olarak biçimlenen maddi ilişkilerle, onların üzerinde bir üstyapı olan ve önce insan zihninde oluşarak ortaya çıkan ikincil, türevsel ideolojik ilişkileri ayırt edilmelidir. Buna ihtiyaç duymayan liberal tarihçi/sosyolog, ideolojik-siyasi üstyapıyı merkez alan Hegelci idealizmden kurtulamaz. Bürokrasi öyle istedi diye, “milli burjuvazi” yaratılmaz. Bir sınıf devlet dolayımıyla zayıfken güçlü, küçükken büyük, milliyken gayrimilli, yönetilenken yöneten haline getirilebilir ama saksıda yetişir gibi üretilemez. Aksini iddia etmek, tarihin büyük ve yüksek şahsiyetlerin yüksek eylemleriyle yaratıldığını, söylemek olur. Sınıfların fiili durumlarından, ekonomik ve sosyal varlık koşullarından yola çıkarak fikirlere, kurumlara, projelere varılacağına, tersten giderek fikirleri, projeleri başa almak ve “nesnel yan”ı onların yaratımına bırakmak tarihsel idealizmdir.
[1] Cenk Reyhan, Osmanlı’da Kapitalizmin Kökenleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2008, s.42
[2] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu, Eren Yayıncılık, İstanbul-1993, s.9
[3] K. Marx, Kutsal Aile, Sol Yayınları, Ankara-1994, s. 298
[4] Ş. Mardin’den aktaran Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih, Afa Yayıncılık, İstanbul-1992, s.49
[5] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 1989-İstanbul, s. 9
[6] Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul-2011, s. 14
[7] Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek, Birikim Yayınları, İstanbul-1989, s. 110
[8] H. B. Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1, Agora Kitaplığı, İstanbul
[9] Age, s.136
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.