Gerek RT Erdoğan’ın gerekse de diğer hükümet kadrolarının kafa karıştırıcı gibi görünen açıklamaları, rastgele yapılan açıklamalar olmayıp, aslında hepsi belirli bir stratejinin ürünüdürler. Uzun zamandan beri hükümetin çeşitli kadrolarının medyada, Kürt sorunun çözümünde bir “Entegre Strateji” üzerinde çalıştıklarını belirten açıklamalarından sonra, çok doğal olarak aydınlar ve çeşitli siyasal yapılar bu Entegre Strateji’nin ne olduğu ve […]
Gerek RT Erdoğan’ın gerekse de diğer hükümet kadrolarının kafa karıştırıcı gibi görünen açıklamaları, rastgele yapılan açıklamalar olmayıp, aslında hepsi belirli bir stratejinin ürünüdürler.
Uzun zamandan beri hükümetin çeşitli kadrolarının medyada, Kürt sorunun çözümünde bir “Entegre Strateji” üzerinde çalıştıklarını belirten açıklamalarından sonra, çok doğal olarak aydınlar ve çeşitli siyasal yapılar bu Entegre Strateji’nin ne olduğu ve hükümetin ne yapmaya çalıştığı noktasında analiz yapmaya başlamışlardır. Hükümetin sorunu nasıl çözeceğini anlamak, onun stratejisini anlamaktan geçtiği için, ister istemez bütün analizlerin gelip dayandığı nokta hükümetin stratejisinin ne olduğudur.
RT Erdoğan’ın bir televizyon kanalında MİT’i kastederek devletin ilgili kurumunun İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüştüğü ve bu görüşmelerin de devamının geleceği noktasında yaptığı açıklamalardan sonra toplumun büyük bir kesiminde, Kürt sorunun demokratik çözümü noktasında büyük bir beklenti oluştu.
Ancak Erdoğan’ın bu açıklamalarından yaklaşık iki hafta sonra, tam olarak 9 Ocak 2013 tarihinde, üç Kürt kadın devrimcinin (Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez) Paris’te alçakça katledilmesinden sonra, hükümetin ortaya koymuş olduğu tutum, hem bir komedi niteliğinde hem de suçüstü niteliğinde olmuştur. Ama bundan da önemlisi bu katliam, Erdoğan ve AKP’nin gerek Kürt sorunun çözümü noktasında gerekse de yeni başlatılan süreçte asıl niyetlerinin ne olduğu noktasında da ilginç bir gösterge olmuştur. Denebilir ki Paris suikastı ile birlikte Erdoğan ve AKP’nin yüzündeki perde tamamen kalkmış ve gerçek yüzleri ve niyetleri tamamen ortaya çıkmıştır.
Kürt sorunu Türkiye’de bütün politik sorunların odağında yer aldığı ve bütün politik sistemin evrimini ve devletin tarihsel temellerini ilgilendirdiği için, bu sorunu ele alış biçimi aynı zamanda devletin nasıl bir politik evrim geçireceği sorunu ile de yakından bağlantılıdır. Kürt sorunun demokratik çözümü, devletin tamamen demokratik dönüşümüne bağlıdır ve ondan ayrılmaz. Kürt sorunun çözümü bir bütün olarak devletin tamamen demokratik bir temele oturtulması ile elele gitmediği taktirde hiçbir başarı şansı yoktur. Kaldı ki olayların ortaya çıkardığı gibi, AKP’nin böyle bir derdi de yoktur.
Son dönemde AKP politikalarında açıkça görüldüğü gibi, AKP açısından ne devletin tamamen demokratikleştirilmesi ne de buna bağlı olarak Kürt sorununun barışçıl bir şekilde çözümü söz konusu değildir. AKP, Kürt sorununu barışçıl bir şekilde çözme söyleminin altına son yirmi yılın “topyekun savaş konsepti”ni yerleştirmiştir. Entegre Strateji olarak adlandırılan ve Kürt sorununun “çözümü” için hazırlanan strateji, aslında topyekun bir savaş stratejisi ve tamamen aldatmaya, savaş hilesine, psikolojik operasyonlara dayalı bir “PKK’yi imha ve tasfiye” stratejisidir. Üstelik AKP böyle bir stratejiyi giderek kendi hükümetinin karşı karşıya kalmış olduğu uluslararası tecrit koşullarında ve tek başına Türkiye’nin ekonomik, politik ve askeri potansiyeline dayanarak gerçekleştirmek istemektedir. Bundan dolayı bu strateji, önümüzdeki süreçte Türkiye’nin politik evrimi üzerinde ciddi etkilere sahip olacaktır.
Bugüne kadar Türkiye’de hiçbir hükümetin başaramadığı ve büyük bir politik ve askeri bedel isteyen bu politikayı, üstelik de çok kısa bir zaman dilimi içerisinde AKP hükümetinin gerçekleştirmek istemesi tamamen politik bir maceradan başka bir şey değildir. Baskıcı ve yüzüne liberal bir maske geçirmiş olan faşist bir rejimin tarihsel gerçeklikten bu derece kopması, sadece uçurumun eşiğine gelmiş ve toplumsal temelleri kayıp gitmekte olan bir politik hareketin refleksi olabilir.
Entegre Strateji, bir çok taktik ayağı olan ve PKK’yi önce kuşatma ve daha sonra da askeri ve politik olarak bastırma amacı güden, psikolojik harbin, aldatmanın, sürprizin ve askeri yöntemlerin birlikteliğinden oluşan bir topyekun savaş konseptidir. Bu stratejinin taktik ayakları şunların üzerine oturmaktadır: ABD-AB bloğunun “PKK ile görüşmeler görünümü altında aldatılması”; KDP’nin “bağımsız devlete yeşil ışık yakılacağı” yalanı ile ayartılması ve kandırılması; Rojava’da (Güney Batı Kürdistan) El Kaideci Nusra Cephesi ve Şam Grubu’nun (ABD-AB bloğu bunları terörist ilan etti) PYD ve YPG üzerine saldırtılması; İran’a uluslararası ambargoları sulandırma ve delme sözü vererek PJAK ile olan ateşkesini bozmasının sağlanması; PKK’ye görüşmeler görünümü altında yaklaşılarak sürpriz saldırılar ile sendeletilmesi ve bunun sıkı askeri operasyonlar ile birleştirilmesi; Başkanı Abdullah Öcalan ile PKK Başkanlık Konseyi arasında BDP’yi yerleştirerek bölünme yaratma…
Bu kısa analizden de görüldüğü gibi, PKK’nin etrafındaki bütün güçler (İran, KDP-YNK, Nusra Cephesi ile Şam Grubu ve Türkiye devleti) aynı anda PKK’nin “omurgasına” koordineli bir şekilde vurmaya göre ayarlanmışlardır ve diplomasi bu noktada bu güç biriktirmenin en önemli aracı olarak kullanılmıştır. PKK böylece dört cephe arasına sıkıştırılmaya çalışılmaktadır.
1992 yılındaki topyekun savaş konsepti, PKK’ye üç askeri cephe açmıştı: KDP, YNK ve Türkiye devleti. Bugün PKK’ye karşı açılan cephe ve devlet sayısı daha fazla olmasına rağmen, PKK 1992 yılına göre stratejik açıdan Türkiye devletinden daha avantajlı durumdadır. 1992 Güney Savaşı’nda stratejik üstünlük bir noktaya kadar Türkiye devletindeydi ve Türkiye devleti buna rağmen bu savaşı kazanamamış ve bu savaş pat olarak ( yani kazananı olmayan) bitmiştir.
Türkiye devletinin PKK’ye karşı kurmuş olduğu koalisyonun kendisi başlı başına sorunludur ve onun Transatlantik ittifakı ile ilişkilerini çıkmaza sürükleyecek bir yapıdadır. İran’a olan ambargoyu delmesi, “Batı” ile arasına ciddi bir düğüm atılması anlamına gelir ve sürdürülemezdir. Güney Kürdistan ile fazla yaklaşmasına Irak’ı istikrarsız hale getirdiği ve getireceği için ABD açıkça karşı çıkmıştır ve bu noktada fazla ileri gitmesi bir başka düğümün atılması anlamına gelecektir. El Kaideci Nusra Cephesi ve Şam Grubu da zaten terör listesindedir ve meclisten “terörün finansmanının kesilmesi” yasasının istenmeye istenmeye çıkartılması (ki bu ABD’nin bastırmasıdır) da başka bir düğümün atılmakta olduğu anlamına gelmektedir. AKP bu Entegre Strateji ile üç cephede ABD-AB-İsrail bloğunun ayağına vurmaktadır ve bu stratejide ilerlemesi, müttefikleri ile ters düşerek uluslararası tecridinin daha da gelişeceği anlamına gelir.
AKP’nin görünen durumu ile onun tarihsel durumu birbirine tezatlık teşkil etmektedir. Bu partinin iç politikada yüksek derecede oy alması ve tek parti hükümetine sahip olması, onun sağlam bir tarihsel temele sahip olduğu anlamına gelmemektedir. AKP iç politikadaki bütün gücünü ABD ve AB bloğunu aldatma ve emperyalist kamplar arasında manevra yapma politikası temelinde elde etmiştir. Bağımlı bir şekilde iktidara ilerlemeyi daha sonra bağımsız bir politikaya çevirme anlayışı ve kurnazlığını hayata geçirmek isteyen ve deneyen tek parti o değildir. Bunun örneği dünyanın başka yerlerinde de görülmüştür ve sonu hep hüsranla bitmiştir. Emperyalist sistem içerisinde böyle bir politik manevra yapmak mümkün değildir.
Bugün AKP’nin yaşadığı tarihsel çıkmaz, onun toplumsal bileşenleriyle emperyalist paylaşım mücadelesi sonucu gerilen uluslararası konjonktürün artık giderek uyuşmamasından kaynaklanmaktadır. Uluslararası konjonktür giderek AKP’nin daha net bir tutum almasını dayatırken, o toplumsal bileşenlerinden dolayı bunu yapamamaktadır çünkü aksi taktirde büyük oy kaybına uğrayarak hükümetten düşmesi mümkündür. Bu da doğal olarak onun işine gelmemektedir ve eski retoriğe sarılmaktadır. Ancak bugünün konjonktürü 2003-2009 arasından farklıdır ve AKP’nin ABD-AB bloğu karşısında fazla manevra yapma olanağı da pek kalmamıştır.
AKP hükümeti iki defa ABD hükümetini kandırmıştır. ABD-AB bloğunun reform yapma baskılarını her seferinde “ordu ve bürokratik vesayet”i bahane ederek savsaklamıştır. 2003 yılında G.W.Bush hükümeti, Erdoğan ve AKP’ye büyük umutlar bağlamıştı ama 1 Mart 2003 tezkeresinde hayal kırıklığı yaşadıktan sonra, ABD Türkiye’yi reformlar yönünde cesaretlendirmek için son bir defa AB’ye baskı yaparak 2004 Aralık ayında AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi vermesini sağlamıştır. Ancak AKP hükümeti yine “ipe un sermeye devam edince”, bu sefer ABD, Erdoğan’ı ve AKP’yi gözden çıkarmış ve 2006-2007 yıllarında Genelkurmay ve milliyetçi-ulusalcı cepheye yanaşıp Erdoğan ve AKP’nin düşürülmesine yeşil ışık yakmıştır. Bu dönemde ABD’deki “Neo-con”lar, İsrail’deki siyonist-milliyetçiler ile Türkiye’deki ordu ve milliyetçilerin AKP karşısında bir tür ittifakının oluşması söz konusuydu.
Ancak AKP hükümeti 27 Nisan 2007 ordu muhtırasına açıktan tavır alarak ve erken seçim taktiği ile oylarını yükselterek tekrar hükümet olunca bu süreci kısmen atlatmış, ABD’deki seçimlerin yaklaşması da Neo-con’ların AKP hükümetini devirme siyasetini frenlemiştir. Barack Obama ve Demokrat Parti’nin 2008 Kasım’ında seçimleri kazanması AKP’yi devirme siyasetinin tamamen rafa kaldırılmasına neden olmuştur. İşte bu dönemde B.Obama ve Demokrat Parti AKP’ye bir başka kredi açmışlar ve onun reformlar yaparak AB doğrultusunda ilerlemesini cesaretlendirmişlerdir. Ancak bu sefer de AKP ordunun ve bürokrasinin vesayetçi tutumunu ileri sürerek bu yapılar tasfiye olmadan reformların yapılamayacağını ileri sürmüştür.
İşte B.Obama hükümetinin desteğiyle AKP “Ergenekon Operasyonları”nı ve Kürt sorununda hem iç hem de dış kamuoyunda bazı kesimleri tatmin etmek ve de PKK-BDP bloğunu bölmek için göstermelik “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ni devreye soktu. ABD-AB bloğunun desteğiyle ordu ve bürokrasi içerisindeki cuntacıları altına alan AKP, reformlara yöneleceği beklentilerinin aksine Entegre Strateji gibi tamamen saldırgan, milliyetçi ve faşist bir politikayı devreye sokup, tarihsel ve toplumsal olarak devleti başka bir mecraya sokmuştur. Bu aynı zamanda bütün reform politikalarından radikal bir kopuş ve aynı zamanda ABD-AB bloğu ile de mesafeli olma politikasıdır ve de Ergenekoncu-milliyetçi bir niteliğe sahiptir. Entegre Strateji, AKP’nin Ergenekoncu cuntacılar ile de uzlaştığı anlamına gelmektedir ki son dönemlerde tutuklu askerler noktasında Erdoğan’ın “hassasiyeti”ni belirtmesi ve Balyoz davasında onsekiz yıl ceza alan Ergin Saygun’u ziyaret etmesi (kendisine darbe yapması neredeyse kesinleşmiş olmasına rağmen!) bu noktada AKP’nin nasıl bir faşist çizgiye tamamen yuvarlanmış olduğunun da göstergesidir.
Erdoğan ve AKP’nin son dönemlerde Ergenekonculara yanaşmasının nedenini de bu Entegre Strateji çerçevesinde ele almak gerekir. Erdoğan ve AKP, ABD-AB bloğu ile hareket ederek cuntacıları bastırdı ve şimdi de birincileri dengelemek için Ergenekoncu cuntacılara yanaşmaktadır. Ama şimdi hegemonya AKP’dedir ve Ergenekoncular iç ve dış konjonktürden dolayı bu hegemonyayı kabul etmişlerdir. Entegre Strateji doğası itibariyle Ergenekoncu ruha ve çizgiye uygun düşen bir yapıya sahiptir ve bu sürecin sonunda onların dirilmesi kaçınılmazdır. Erdoğan ve AKP oyuna gelmiştir.
Entegre stratejinin mantığı aracılığı ile Oslo görüşmelerinin mahiyetini de anlayabiliriz. Oslo görüşmelerinin olduğu zaman AKP’nin İran ve Suriye ile birlikte PKK’ye karşı ortak operasyon arayışını da beraber düşündüğümüz zaman, bu görüşmelerin de zamanında PKK’yi oyalamak, hareketsiz tutmak ve görüşmeler aracılığı ile PKK’ye maksimum derecede yaklaşarak lider kadroların hareketini izlemek olduğu (aynı dönemlerde Türkiye Avrupa’ya suikast timi de çıkarmıştır), şayet Suriye’de iç savaş patlak vermeseydi bu stratejinin daha önce uygulanacağı şimdi bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Oslo görüşmelerini de hükümet bilerek baltalamıştır. Zaten amacı PKK ile masaya oturmak değildi sadece oturuyor gibi yaparak onu kuşatmaktı. Ama bölge ve dünya konjonktürünün farklı bir yöne evrilmesi bu planı sekteye uğratınca hükümet uygun bir anı beklemek üzere geri çekildi ve bunun sorumluluğunu da PKK’nin üzerine yıkmaya çalıştı.
AKP’nin bu politikası hem iç hem de dış politikada önemli engellere çarparak başarısızlığa uğramaya ve de halkta büyük bir hayal kırıklığı yaratmaya mahkumdur. İç politikada büyük baskı ve devlet terörü, düşük yoğunluklu bir savaş ile elele gidip, devletin daha baskıcı ve otoriter bir yapıya evrilmesine de zemin yaratmak, devletin demokratik dönüşümünün tamamen kesilmesine neden olarak, bir askeri ya da sivil faşist darbe tehlikesinin de kuvveden fiile çıkması riskini ciddi bir şekilde içinde barındırmaktadır.
Bu politika aynı zamanda AKP hükümetinden tamamen ümidini kesen ABD’yi 2006-2007 yılındaki eski politikaya dönmeye, yani AKP’yi bir milliyetçi darbe ile indirme politikasına doğru itebilir. İsrail’in İran’a saldırı politikasının ABD üzerindeki baskısı, böyle bir seçimi ABD hükümetine (istemese de) dayatabilir.
Her halükarda, süreç nasıl gelişirse gelişsin, bu politika AKP’nin çöküşüne yol açacaktır ve onun açısından bu çöküşün başlangıcıdır.