l Birçok aydın ve gazeteci burjuvaziyi hala “komprador” diye tanımlıyor. Mesela Fikret Başkaya, “komprador”, “kompradorlaşma” kavramlarını çok kullanıyor. Bir zamanlar da Hikmet Kıvılcımlı Cumhuriyetin ilk yılları için “finans kapital”den, “finans kapitalin egemenliği”nden söz ederdi. Çapraz bir anakronizmdir bu: Ne bugün başını TÜSİAD’ın çektiği sermayeye “komprador burjuvazi” ne de Cumhuriyet dönemi Türk ticaret burjuvazisine “finans kapital” […]
l
Birçok aydın ve gazeteci burjuvaziyi hala “komprador” diye tanımlıyor. Mesela Fikret Başkaya, “komprador”, “kompradorlaşma” kavramlarını çok kullanıyor.
Bir zamanlar da Hikmet Kıvılcımlı Cumhuriyetin ilk yılları için “finans kapital”den, “finans kapitalin egemenliği”nden söz ederdi.
Çapraz bir anakronizmdir bu: Ne bugün başını TÜSİAD’ın çektiği sermayeye “komprador burjuvazi” ne de Cumhuriyet dönemi Türk ticaret burjuvazisine “finans kapital” denebilir. Kavramlar yer değiştirse belki biraz…
19.yüzyılda ve geçen yüzyılın başlarında yabancı sermayeden aldıkları belirli bir komisyon karşılığında, hammadde ihracatına ve mamul madde ithalatına aracılık eden sömürge, yarısömürge ülkeler burjuvazisi için kullanılan komprador (İspanyolca satın alıcı demek) burjuvazi kavramının pabucu dama atılalı epey oldu. Osmanlı dönemindeki gayrimüslim burjuvazi için kullanılsa yeridir. Buna karşılık, finans kapital, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekel seviyesinde karışıp birleşmesiyle ortaya çıkan üst bir sermaye biçimidir. Geç Osmanlı’da ve 1930’larda Türk sermayesi ne tekelci, ne de sanayi ve banka sermayesini kaynaştıracak bir evreye (İş Bankası denirse o istisna deriz) ulaşmıştı.
Günümüze gelince emperyalist finans kapital boyutlarında olmasa ve bazı ihtiyat payları gerektirse de, böyle bir sermaye biçiminin varlığından söz edilebilir. Holdinglerde örgütlenmiş Türk büyük burjuvazisi sınaî, ticari ve para sermayeyi tekelci düzeyde kaynaştırmış ve dışa açılmış bir sermayedir. Gerçi çokuluslu şirketlerin taşeronluğu devam etmektedir, ama üç kıtaya sermaye ihraç edildiği de bir vakıadır.
ll
Liberaller, 1960, 1971 ve 1980 (ve 1997) darbelerinin “kendini liberal-muhafazakâr olarak tanımlayan iktidarlara karşı gerçekleştirildiği”ni (Ahmet İnsel) söyler dururlar. Hatta sağ kanat (K. H. Karpat) “ordunun devletçi elitistlerle ve CHP’yle işbirliği” içinde, “liberal-muhafazakâr AP”ye karşı yapıldığını iddia edecek kadar ileri gider.
Farklı zamanlarda, farklı şartlarda gerçekleşmiş darbeleri tek bir kalıba girmeye zorlamanın ne mantıkta ne de tarih biliminde yeri vardır. 1971 ve 1980 darbeleri yapıldığında hükümetin başında Demirel’in olduğu doğrudur. Yanlış olan düşürülen kimse darbenin de ona karşı yapıldığıdır. Her şey göründüğü gibi olsa teorik analizin yerini fotoğraf kareleri alırdı.
Eğer sol Kemalist subayların 9 Mart darbe girişimi başarıya ulaşsaydı gerçekten o zaman kabak Demirel’in başında patlardı. Ama Genelkurmay kadrosu önce 9 Martçıları bastırmış, sonra muhtıra vermişti. Demirel bu yarım darbeden tabii ki hasar görmüştür ama asıl hedef sağın kalesi AP değil CHP dışı soldu, yani devrimci hareket, ilerici aydınlar ve sosyal muhalefet. Deniz’leri, Mahir’leri, Kaypakkaya’ları katledenler, hapsedilenler, işkence görenler, yasaklananlar, kapatılanlar ve buna destek verenler bellidir. Anayasa, devlet ve ordu üzerindeki hukuksal-kurumsal düzenlemeler de öyle.
Kemalist kanattaki Faruk Gürler ve Muhsin Batur sol Kemalist subayları satıp onların saf dışı edilmelerine hizmet ederlerken, AP çizgisine yakın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ile anlaşmışlardı. Daha sonra faşist Tağmaç-Türüng kliği vaziyete iyice hâkim olacaklardır. Demirel hükümetinin yerine kurulan I. ve ll. Nihat Erim hükümetlerinde AP ile CHP birlikte görev almış, darbecilere destek (CHP’nin sol kanadı hariç) vermişlerdir. Hep birlikte, konsensus içerisinde işçi sınıfı ve emekçileri daha çok sömürecek, devleti ve sistemi faşistleştirecek, ABD hegemonyasını sağlamlaştıracak tedbirler almayı sürdürmüşlerdir.
12 Eylül o kadar barizdir ki, fazla söz gerektirmiyor.
lll
Kimi sol çevreler 12 Eylül’ün 24 Ocak Kararları’nın otomatik sonucu olduğunu söylediler, tabii darbeyi de buna göre açıkladılar. 24 Ocak Kararları çıktıktan sonra geriye darbe ortamını hazırlamak kalıyordu. “Emperyalistler ve Türk egemen sınıfları bu ortamı ekonomik-siyasi kriz yaratıp, ‘sağ’ ile ‘sol’ arasında şiddeti ve terörü körükleyerek hazırladılar” dendi. Yani darbenin bir komplo, kışkırtma üzerine oturtulduğu öne sürüldü. İslamcılardan faşistlere, “merkez sağ ve sol”dan sosyalistlere kadar çok geniş bir yelpazede savunulan bu teze kanıt olarak, Demirel’in sözleri gösterildi: “11 Eylül 1980 günü… oluk oluk kan akıyordu, nasıl oldu da 24 saat sonra her tarafta silahlar sustu ve her yer süt liman oldu?”
Sistemin derinleşen ekonomik-siyasi krizi, sermaye birikim modelindeki tıkanma, devletin yeniden yapılandırılması, sosyal muhalefetin ve devrimci hareketin ezilmesi, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarına uygun düzenlemeler bir yana bırakılıp her şey tek bir etkene indirgendi. Darbeye yol açan etkenlerin bütünlüğü ve doğal tarihsel sürecin öznel kurgulardan ibaret olmadığı unutuldu. Oysaki parlamento içi alternatifler iç savaşa gidişi önleyememiş, her zamanki gibi en sağlam kurum olan ordu öne sürülmüştü.
Devrimci direnişin düğmeye basılınca durdurulduğu ise bir abartmadır. Alper Görmüş ve Halil Berktay gibiler “solun ne kadar kullanılmış olduğu” üzerine boşuna nefes tüketiyorlar.
Mesele orada değil, devrimci hareketi oluşturan örgütlerin direnmemeleri, çabuk çökmeleridir. Buysa sivil faşistlerle birlikte yukarıdan tufaya getirildiklerinden, yönlendirildiklerinden değil, kendi zaaflarından olmuştur.
IV
Kürt ve Türk solcularının, liberallerin, İslamcıların, politikacıların, aydınların çok sık tekrarladıkları bir sözdür:
“12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevinde o işkenceler yapılmasaydı PKK dağa çıkmaz, o kadar insan da ölmezdi.”
Kanıt: Diyarbakır Cezaevi’nden tahliyelerin başlamasıyla, PKK’nin 1984’te dağa çıkmasının çakışması yetmiyor mu?
Böylece basit bir piyon olan Esat Oktay Yıldıran (ve Co), tarihsel bir olayın tetikleyicisi durumuna yükseliyor.
12 Eylül barbarlığının maskesini bir çekişte düşürüyormuş gibi görünen bu iddia ajitasyondan başka bir şey değildir. Tarihsel gerçeklere ışık tutmayacak kadar sönüktür. Eğer PKK tarihi üzerinde ufak bir gezinti yaparsak böyle olmadığını hemen görürüz.
Diyarbakır zindanı olmasaydı dağa çıkmayacaklar mıydı? (Türk soluna biraz daha mı yapsalardı acaba) İş o kadar basit olsa, Kürt halkının isyanı bu kadar uzun sürmezdi.
Dağa çıkılmasının nedeni bu değil Kürt ulusal sorunudur. Yani Kürt ulusunun parçalanması, varlığının inkârı, en doğal, en hayati haklarının tanınmamasıdır. Terör ve baskıyla asimilasyona tabi tutulmasıdır. Kürt isyanlarının bir buçuk yüzyıla varan geçmişi buna dayanır.
Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkenceler bütünün bir parçasıdır, bir detaydır. Ulusal baskı, aşağılama, dil, eğitim ve öteki ulusal haklardan daha küçük bir detay.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.