Egemen sınıflar ve onların çeşitli partileri ve iktidar heveslisi çevreleri açık bir faşist yönetimi getirecek olan sözde tedbirler üzerinde mutabıktır. Aralarında tartıştıkları ve çeliştikleri husus, bunun nasıl ne biçimde gerçekleştirileceğidir.” – Behice Boran Türkiye’de hemen her 10 senede bir demokrasinin kesintiye uğraması nedeniyle siyasi kültürün değişmez öğesi haline gelen darbeler nedense yalnızca “demokrasi, özgürlük, sivilleşme” […]
Egemen sınıflar ve onların çeşitli partileri ve iktidar heveslisi çevreleri açık bir faşist yönetimi getirecek olan sözde tedbirler üzerinde mutabıktır. Aralarında tartıştıkları ve çeliştikleri husus, bunun nasıl ne biçimde gerçekleştirileceğidir.” – Behice Boran
Türkiye’de hemen her 10 senede bir demokrasinin kesintiye uğraması nedeniyle siyasi kültürün değişmez öğesi haline gelen darbeler nedense yalnızca “demokrasi, özgürlük, sivilleşme” aleyhinde bir gelişme olarak ele alınmaktadır. Bu yaklaşıma göre, seçimle iktidara gelmiş siyasilerin faaliyetlerinin “laik” askerlerce “kaygı verici” bulunması durumunda iktidarın alaşağı edilip, inisiyatifin ele alınması, hukuki olmasa da “meşru”dur. Buna göre, çatışma silahlı kuvvetler ve halk arasındadır. Dolayısıyla anti-laik/“dindar”/“İslami kesim”/“mütedeyyin kesim”in, toplumu anayasa, yasalar ve hatta teamüller yoluyla dönüştürmeye çalışmasına karşılık ordu, kendi toplumsal tahayyülünü gerçekleştirmek için siyasete müdahale eder. Yani darbeler, yalnızca üst yapı kurumlarındaki değişimlere yönelik olarak ordunun bir çeşit silahlı müdahalesidir.
Müdahaleler yalnızca laik-anti-laik zümreler arasındaki çatışma/hesaplaşma olarak ele alınınca, tartışma son derece kaygan bir zemin üzerinde gitmekte, sebepler-sonuçlar, mağdurlar-failler birbirine girmektedir: bir süreklilik arz edermişçesine darbe “geleneğinin” Babıali Baskınıyla başlatılması, darbelerle muhtıraların birbirinekarıştırılması, belirli kesimlerin belirli darbelerin kendilerine karşı yapıldığını iddia edip yalnızca ona karşı cephe almaları ya da yine belirli kesimlerce bazı darbelerin “ilerici” ilan edilmesi ve “darbe yanlısı” olmaları sınıfsal ve ideolojik açıdan mümkün olmayan kesimlerin darbeci ilan edilmesi gibi… Üstelik darbe mağduru olmak bir “demokratlık” timsali olarak görüldüğünden, siyasi oluşumların meşruiyetlerini kendilerini darbe mağduru, muhaliflerini de “darbeci” ilan ederek sağlamaya çalışması da önemli bir noktadır. İktidarın güç odaklarınca el değiştirmesi karşısında kimin mağdur kimin müsebbip olduğu konusunda yaşanan kafa karışıklığının sebebi, kavram kargaşası ya da tarihsel bilgi noksanlığından çok, bilinçli bir spekülasyonun sonucudur. Bu amaçla hem ideolojik karmaşa yaratmak hem kendi sınıfsal bağlarını örtmek hem de tarihsel “gerçekleri” çarpıtmak amacıyla darbelerin ezip geçtiği kesimler “darbeci” ilan edilebiliyor.[1] Zira bir darbenin müsebbibinin, kendisini mağdur, asıl mağdurunu da “darbeci” ilan etmesi dünyada eşine rastlanmayan bir vakadır.
Müdahaleyi sınıfsal bağlarından koparıp üst yapı kurumlarının dönüştürülmesinde yaşanan güç savaşı olarak ele almanın diğer yansıması ise darbelerin gerçek aktörlerinin, sebeplerinin ve sonuçlarının, darbe sonrasında ekonomik alanda yaşanan dönüşümün ve uluslararası aktörlerin etkilerinin görülememesidir. Oysa darbe ve muhtıralar, Türkiye ekonomisinin 1946 ile eklemlendiği uluslararası finans kapitalin lehine şekillenmesinde kullanılan etkili bir araçtır. Zira II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen emperyalizme, yani kapitalizmin tekelci aşamasına göre şekillenen dünya ekonomisinde, Türkiye de emperyalist ülkelerin belirlediği görevleri üstlenecekti. Savaştan en güçlü çıkan Batılı ülke olan ABD, ekonomide Keynesçi politikalar uygulamaya başlamış ve tekelci kapitalizm tam da bu dönemde gelişmiştir. Zira ABD’de, savaşın sonunda 62 imalat şirketi, ülkenin diğer imalat şirketlerinin %90’ını satın almaya yetecek sermaye birikimini sağlamıştı. Şimdiyse sorun, savaştan sonra kurulacak ‘yeni düzen’de Amerikan mallarına ve sermayesine cevap verecek iktisadi ve siyasi düzenlemeleri kurmak ve uluslararası Keynesçi politikalarla kapitalist dünya sisteminin yeni işleyiş mekanizmalarının gerektirdiği işbölümünü dünya ölçeğinde sağlamaktı. Bu amaçla öncelikle savaş sonrasında kötü durumda bulunan Avrupa ekonomisinin iyileştirilmesi hem ABD’nin dış ticaret imkânı için hem de savaştan kendisi gibi galip ayrılan SSCB’ye karşı da siyasi ve iktisadi bir müttefik elde etmesi açısından gerekliydi. Bunun yanında, uluslararası Keynesçi işbölümüne göre 1930’larda sanayileşmeye başlayan azgelişmiş/çevre ülkelerin de ABD ve Avrupa’ya pazar oluşturabilmeleri için “sanayileşme süreçleri kontrol altında tutularak” tamamlanmalıydı. Buna göre, çevre ülkelerin sanayileşmenin son aşamasına geçmesine engel olunacak, o ana kadar gerçekleştirilen sanayileşmenin ara malı, teknoloji ve döviz açısından merkez ülkelere bağımlı kalmaları sağlanacaktı.[2] Bununla beraber, kendi ülkesinin iç piyasasında rakipsiz kalan tekeller başka pazarlara ihtiyaç duyarlar. Ancak emperyalizm, çevre ülkelere finans kapitalin meta ihracından çok, sermaye ihracıyla; yani kredi, borç, yardım yoluyla girer. Türkiye’nin “yeni düzen”deki yeri de emperyalist iş bölümüne ve yabancı finans kapitalin sermaye ihracına göre belirlenmiştir. Türkiye’nin entegrasyon süreci, 1947’de uluslararası Keynesçi işbölümüne göre sanayiye değil, tarıma ve altyapı tesislerine öncelik veren ve Vaner Planı olarak anılan İktisadi Kalkınma Planı’nın ABD tarafından onaylanmasıyla alınan “yardımla” başlamıştır.[3] Bundan sonra da ülke ekonomisine, tarıma, hafif sanayiye ve dış ticarete dayalı gelişmeyi “öneren” yabancı uzmanların hazırladığı kaynaklar yön verecektir. Savaş sonrası dönemin uluslararası ekonomik düzenini korumak amacıyla yapılan Bretton Woods Antlaşması’nın kapsamına ve gereklerine uygun bir para sistemi oturtmak[4] için 7 Eylül 1946’da Bakanlar Kurulu’nda alınan gizli karar ve TBMM’de gizli oturumla yasallaşan, Cumhuriyetin ilk devalüasyonuyla eklemlenme sürdü. Kararla Türk lirasının değeri ABD doları karşısında 131,5 kuruştan 280 kuruşa düşürülüyordu. Ardından sırasıyla 4 Mart 1947’de Dünya Bankası ve IMF’ye, 13 Temmuz 1947’de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC)’ne üye olundu, 12 Temmuz 1947’de Truman Doktrini kapsamında ABD’yle yardım anlaşması imzalanarak 100 milyon dolarlık “yardım” alındı ve 4 Temmuz 1948’de de ABD ile Marshall Yardımı çerçevesinde Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalandı.
Ekonomik entegrasyon, siyasi ve askeri entegrasyonla tamamlanmıştır: 1950’de Kore Savaşı’na girilmiş, 1952’de NATO’ya, 1955’te CENTO’ya katılınmış ve nihayet 5 Mart 1959’da “Türk Amerikan İşbirliği Antlaşması” da imzalanmış ve aynı sene Menderes’in ABD’yi ziyareti sonrası Türkiye’de bir Amerikan üssü kurulmasına izin verilmiştir. 1950’li yıllar Türkiye’nin, bu entegrasyonun sonucu olarak, ekonomisinin OECD’den gelen uzmanlara göre belirlendiği ve kredilerin, ekonomisinin işleyişinde vazgeçilmez bir öğe halini aldığı yıllar olmuştur.[5] Ancak uluslararası sermaye ile ekonomik ve askeri alanda kurulan bu yakın ilişkiler ekonomiyi emperyalist işbölümü doğrultusunda şekillendirmeye yetmedi. Nitekim kredi ve yardımlar çoğunlukla bir “plan dahilinde” verilerek istenilen alana harcanması şartına bağlanıyordu. Ancak Demokrat Parti’nin, alınan dış yardımları belirlenen alanlarda kullanmaması[6], dış borcun her sene katlanarak artması nedeniyle ekonominin tıkanması, devletçiliğe her fırsatta karşı çıkmasına rağmen kalkınmanın devlet eliyle sağlaması[7], Türkiye ekonomisinin planlanan şekle sokulmasına engel oluyordu. Zira 1954’te zor durumda kalan Türkiye’nin ABD’den ek 300 milyon dolar kredi isteği “izlenen ekonomi politikası tereddütle karşılandığı” için reddedilmiş[8] ve nihayet 1957’de dış krediler kesilmiştir. Zor durumda kalan DP en sonunda dış “tavsiyeleri” kabul etmişti: OECD’nin hazırladığı Baker Raporu ile ekonominin planlı hale getirilmesi kararlaştırıldı ve 1958 Raporunda Koordinasyon Bakanlığı adıyla kurulacak bir bakanlığın yatırımları bir kalkınma programı içinde planlaması gerektiği söylendi. Bu “tavsiyeler” ışığında Türkiye, 4 Ağustos 1958’de kabul ettiği, devalüasyonu da içeren, “İstikrar Önlemleri”yle planlı ekonomiye geçiyordu.[9] Ardından ekonomiyi OECD’nin istediği şekle sokmak amacıyla, 1958’de DPT’nin çekirdeği olan Koordinasyon Bakanlığı kuruldu ve OECD’yle yapılan mutabakat sonucu 1960’lı yılları kapsayacak bir “10 yıllık plan” hazırlanmasına karar verildi. Fakat 10 yıllık iktidarı süresince ekonomiyi emperyalist çıkarlar lehine düzenlemeyi başaramayan DP, 60’lı yıllarda “planlı ekonomi”yle kalkınması planlanan Türkiye’nin artık başında bulunmamalı, başka bir güçle bu dönüşüm sağlanmalıydı. Nitekim 1960 Darbesiyle devrilen DP’nin ardından 1963 itibariyle beş yıllık kalkınma planlarına göre ülke ekonomisi düzenlenmeye çalışılmıştır. Ancak 1965’te iktidara gelen Adalet Partisi(AP)’nin ülkenin ekonomik sorunlarıyla mücadele için SSCB ve Arap ülkeleriyle yakın olmaya başlamış olması ve ABD karşısında denge kurabilmek için Avrupa Ekonomi Topluluğu’yla bütünleşmiş olması, ABD’den gelen kredilerin yarı yarıya azalmasına neden olmuştur. AP de ekonomik sıkıntıdan kurtulabilmek için işçi ücretlerini sınırlama ve vergi gelirlerini arttırma yoluna gitmişti. Ancak bu uygulamaya koyulacak yeni vergiler, kapitalistleşme süreciyle gelişen sanayi burjuvazisiyle, tüccar ve tarım burjuvazisi arasındaki hegemonik savaşın bir yansımasıydı. Zira bu çatışmada sanayi burjuvazisinin yanında yer alan AP, 1968-72 yıllarını kapsayan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda sanayi sektörünün ekonomide sürükleyici sektör olmasını amaçlamış, 1970 yılında çıkarılan Vergi Kanunu’yla ilk kez toprak, arazi, emlak ve arsalardan vergi alınması yoluna gitmiş ve buna ek olarak tüccar ve esnaf gelirlerini yeniden vergilendirmeye çalışmıştır. Ancak egemen sınıflar arasındaki bu hegemonik mücadele, siyasi düzeyde de parçalanmayı kaçınılmaz kılmıştı. Sanayi, ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve esnaftan oluşan bir koalisyon bütünü olan Adalet Partisi’nin ekonomik alandaki politikalarıyla sanayi burjuvazisini kayırıyor olması 11 Şubat Bütçe görüşmelerinde 41 AP milletvekilinin aleyhte oy kullanarak hükümetin düşmesine ve Demokratik Parti ve taşra sermayesine dayalı Milli Nizam Partisi’nin kurulmasıyla AP’nin parçalanmasına yol açmıştı.
AP içindeki bu çatlak dışında, 274 sayılı Sendikalar Yasası’nda DİSK’in faaliyetlerini ve işçi hareketlerini engelleyecek düzenlemelerin, 15-16 Haziran gibi büyük direnişlerle karşılanması da ekonominin finans kapital lehine düzenlenmesine engel olmuştu. AP, son bir çare olarak 4 Ağustos 1970’de yine devalüasyona gitse de bu ayar yeterli olmayınca ekonomiyi finans oligarşisi lehine düzenleyecek yeni bir siyasi otoriteye ihtiyaç duyuldu; 1971 Muhtırası’yla da bu süreç başlatıldı. Zira 1971 Muhtırası’ndan sonra da TL 1977’ye kadar tam 13 kez devalüe edilmiştir. Ekonomi, sanayi lehine düzenlenmiş, ticaret ve serbest meslek kesimleri etkin bir şekilde vergilendirilmiş, teknik ve mesleki eğitim yaygınlaştırılarak sanayiye ara eleman yetiştirilmeye, toprak “reformu”na gidilerek tarım kapitalistleştirilerek sanayiye fon akışı arttırılmaya, işçilerin hakları kısıtlanarak artı değer oranı yükseltilmeye çalışılmıştır. 1977 itibariyle de dış çevreler Türkiye’nin kredi başvurularına karşılık IMF ile anlaşma şartı koşuyorlardı. Ancak oldukça yüksek oranlı devalüasyon içeren IMF Antlaşmasını kabul etmeyen Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti bunun yerine küçük kur ayarlamaları yapsa da IMF’yi memnun edemedi. MC Hükümeti’nin güvensizlik oyuyla düşmesinin ardından kurulan Ecevit Hükümeti, Cumhuriyet tarihinin dördüncü büyük devalüasyonunu yaptı. Devalüasyonla sonuçlanan bu gelişmelerin, Türkiye’de olmasa da ABD’de önceden biliniyor olması önemlidir. Zira 10 Temmuz 1977’de Executive Intellingence Review’deki 1978 devalüasyonunun Türkiye’ye IMF tarafından dayatıldığını söyleyen raporda bu oranın “etkili ve yıkıcı olması gerektiği” belirtiliyordu. Buna göre “tüm ithalat durmalı”ydı, aksi halde “IMF, Dünya Bankası” ve “New York’taki bankacılar” Türkiye’yi işbirliğine zorlayacaklardı.[10]
Çokuluslu şirketlerin ve bankaların Türkiye için istedikleri ekonomik yapı ancak başka bir siyasi gücün “işbirliği” ile gerçekleşecekti. Yine Executive Intellingence Review’dan aktarılan bilgiler, ekonominin dönüştürülmesi için gereken siyasi dönüşümün uluslararası finans kapitalle ilişkisini yansıtması açısından önemlidir:[11]
Geçenlerde Yunanlı bir diplomatla yaptığımız sohbette yakın bir gelecekte Türkiye’de ordunun yönetime el koyacağı iddiasıyla karşılaştık. Yunanlı diplomat bize Demirel’in IMF’nin emirlerini yerine getirmediğini, bu bakımdan ancak ordunun yönetimi ele almasıyla IMF’nin istediği ekonomik tedbirlerin alınabileceğini söyledikten sonra ‘oynanan oyun, 1967’de Yunanistan’da başarıyla gerçekleştirilmiş ve NATO tarafından palazlanmış askeri darbe hareketine çok benzemektedir’ demiştir… Türkiye’nin bir an önce askeri bir yönetime kayması IMF tarafından arzulanmaktadır.”
Türkiye’de gerçekleşecek bir askeri darbenin bu çevrelerce önceden biliniyor olması bir tarafa, demokrasi, özgürlük gibi kavramların hamiliğini yapan liberal hegemonyalarca darbenin destekleniyor ve hatta örgütleniyor olması ilginçtir. Üstelik Türkiye’yi işbirliğine zorlayacaklarını açıkça söyleyen bu kesim, 1980 sonrasında ekonomiyi istedikleri raya oturtmayı da başaracak, Türkiye 1980’le birlikte bu kez neoliberal politikalara uygun hale getirilecektir. Demirel kulağına gelen darbe dedikoduları nedeniyle midir bilinmez ama son bir çaba olarak çalışanların gelirlerini düşüren, sosyal hak ve güvenceleri azaltan, yabancı sermayeye serbestlik getiren, yatırımları ve üretimi sınırlayan, özelleştirmeyi ve kredileri “zorunlu” gören 24 Ocak kararlarını almıştır. Ancak ekonomiye neoliberal politikaları hakim kılan 24 Ocak kararları dahi yeterli olmamış olacak ki 1980 darbesi gerçekleşmiştir.
1985 itibariyle çıkarılan beş yıllık kalkınma planları da Türkiye’nin dışa açılmasına ve ihracata öncelik veren kalkınma politikalarının uygulanmasına öncelik veriyordu. Yani devletin ekonomiye müdahalesinin asgariye çekilmesi, dış ticarette liberalizasyon, yabancı sermayenin öncellenmesi, borçla kalkınma, özelleştirme gibi neoliberal politikalarla küresel ekonomiye entegrasyon sağlanmaya çalışılmıştır. Yine sanayileşmenin ara ve yatırım malı üreten ve imalat sanayinin gelişmesi bu planlarda temel hedef olarak ortaya koyuluyordu. Üstelik Özal Hükümeti’nin uyguladığı ekonomi politikaları hem iş piyasasını sermaye lehine düzenleyerek hem de sermaye hareketlerine tamamen serbesti sağlayarak, ekonomiyi emperyalizm lehine dönüştürmüştür. 90’larda ise DYP’nin IMF programı (5 Nisan 1994), 28 Şubat Muhtırası ile ülke kasasının içinin boşaltılması ve 9 Aralık 1999’da da “Niyet Mektubu” ile entegrasyon devam edecektir.[12]
Emperyalizmin dünya ekonomisini finans kapital lehine dönüştürdüğü süreçten payını alan Türkiye’de bu dönüşümün aktörleri her zaman “askerler” olmamıştır. Kredilere bağlanan umutlarla kabul edilen dış “tavsiyeler”le uluslararası ekonomi çevrelerince çok önceden bilinen, hatta desteklenen darbeler ve dayatılan antlaşmalarla şekillenen ekonomik yapı, uygulayıcısının kim olduğu, asker/sivil-sağcı/ “solcu”, pek de önemsenmeden yarım asırdan fazladır sürdürülüyor. İnsan bu noktada sormadan edemiyor: sahi darbeleri kim yapar? Kalkınması engellenerek yoksullaştırılan ve yaratılan ekonomik krizlerin bedelini ödemeye mahkûm edilen halkın, darbe sonrasında işkencelerden geçirilen, idam edilen, “gözaltında kaybedilen” ve bugün kemikleri dahi bulunamayan, yasaklanan solun darbelerdeki sınıfsal çıkarı nedir?
[1] Bu anlamda Rasim Ozan Kütahyalı’nın Milli Demokratik Devrim tezinden bihaber şekilde ve anakroni yaptığı birkaç yazısına bakmak sizi eğlendirebilir: “Denizlerin Yolu Bizi Nereye Götürür?”, “Bir İttihatçı Olarak Deniz Gezmiş”, “Deniz Gezmiş, Kemalizm ve Yakup Cemil”. Kurulmaya çalışılan Sol-Ergenekon bağlantısı için Mehmet Baransu’nun kof çıkan “Yoldaş General” başlıklı haberini, “1980 darbesine giden süreçte sol kendi kendini öldürdü” hayâsızlığına örnek olarak da Halil Berktay, Sevan Nişanyan’ın 1 Mayıs 1977 (Kanlı 1 Mayıs) ile ilgili söyleşi ve yazılarını hatırlayalım.
[2] Serdar Turgut, Demokrat Parti Döneminde Türkiye Ekonomisi, Adalet Matbaacılık, Ankara, 1991, s. 132-133
[3] Hüseyin Şahin, Türkiye Ekonomisi, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998, s. 92. Ancak öncesinde Kadrocuların 1946 yılında hazırladıkları bağımsız, kendi kaynaklarına güvenen sanayileşme programı olan “İvedili Sanayi Planı”nın reddedildiği hatırlanmalıdır. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, İmge Kitabevi, 2006, Ankara, s. 352
[4] CHP bu kararı bir “zorunluluk” olarak anlatıyordu:“Anglo-Amerikan dünyası fiyatlarıyla milli fiyatlarımız arasındaki mühim ayrılığın ihracatımızı zorlaştırarak bizi iktisadi bir buhranla karşı karşıya getirmesi; diğeri ise Bretton Woods para ve maliye anlaşmasına iltihakımızın bir gün meselesi haline gelmiş olması…” N. İlter Ertuğrul, 1923- 2008 Cumhuriyet Tarihi El Kitabı, ODTÜ Yayıncılık, Ankara, 2008, s. 194.
[5] Ülkeye giren toplam 2311 milyon dolar olan yabancı sermayenin 1416 milyon dolar gibi büyük bir kısmı resmi kredi ve bağışlardan oluştuğu gibi bunun da en fazla payı(1112 milyon dolar) ABD tarafından sağlanmıştır. Şahin, a.g.e., s. 115 Gıda, kimya, inşaat malzemeleri gibi gelişen alanlara yönelen yabancı sermayede ağırlığı Amerikan ve Alman şirketleri gibi gelişen alanlara yönelen yabancı sermayede ağırlığı Amerikan ve Alman şirketleri oluşturuyordu. Ayrıca Türkiye’ye giren yabancı firma sayısı 23’tür. Erdinç Tokgöz, Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi(1914-1999), İmaj Yayınevi, Ankara, 1999
[6] ABD’li uzman Herslag da Marshall Yardımlarının büyük kısmının KİT’lere gittiğini belirtmiştir. Şahin, a.g.e., s. 96
[7] DP, iktidara geldiği dönem KİT’leri kısa zamanda özel teşebbüse devredeceğini söylemesine rağmen iktidarı süresince hiçbir KİT’i devretmediği gibi birçok yeni KİT’e de kaynaklık etmiştir: Makine Kimya Endüstrisi Kurumu(MKEK) (1950), Gübre, Et ve Balık Kurumu(EBK) (1952), Türkiye, Çimento, Azot(1953), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı(TPAO), Devlet Malzeme Ofisi(DMO)(1954), Selüloz ve Kağıt(SEKA) (1955), Demir-Çelik(1955) ve Türkiye Kömür İşletmeleri(1957), Yakup Kepenek, Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s.110.
[8] Şahin, a.g.e., s. 97
[9] Aslında kararların içinde devalüasyon hükmü yoktu ancak var olan kur sisteminin değiştirilerek katlı kur sistemine geçilmesi piyasada devalüasyon etkisi yaratmıştı. Kararların içinde dışalımlara yeniden serbesti getirilmesi, para sunumu ve bütçe harcamalarının kısıtlanması, KİT üretimi ve hizmetlerinin fiyatlarının yükseltilmesi de vardı. Tokgöz, a.g.e., s. 130; Kepenek, Yentürk, a.g.e., s. 122.
[10] Erdoğan, a.g.e., s. 195-196
[11] Erdoğan, a.g.e., s. 199
[12] 2002(18 Ocak) ve sonrasında IMF’ye sunulan Niyet Mektuplarını da özelleştirmeye, yabancı sermayeye ve liberalizasyona dayalı neoliberal politikaların sürdürülmesi açısından düşünmek gerekir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.