Adalet, eşitlik ve demokrasi… Şüphesiz ki ne görüşten olursa olsun insanca yaşamak isteyen tüm bireylerin ortak istekleri arasında bu 3 kavram yer alır. Daha önemlisi vazgeçilemez bu 3 unsuru hayatının her alanında ve kaçınılmaz olarak üzerinde yaşadığı toprakların yönetiminde de görmek ister. Başkanlık sistemi tartışmaları tam da bu sebepten dolayı önemli. Yönetim şeklini ve buna […]
Adalet, eşitlik ve demokrasi… Şüphesiz ki ne görüşten olursa olsun insanca yaşamak isteyen tüm bireylerin ortak istekleri arasında bu 3 kavram yer alır. Daha önemlisi vazgeçilemez bu 3 unsuru hayatının her alanında ve kaçınılmaz olarak üzerinde yaşadığı toprakların yönetiminde de görmek ister. Başkanlık sistemi tartışmaları tam da bu sebepten dolayı önemli. Yönetim şeklini ve buna bağlı kuvvetler ayrılığı ilkesi başta olmak üzere yaşamsal tüm faaliyetleri ilgilendiren bu konu özellikle AKP çevrelerince şu sıralar sıkça dile getirilmekte.
Asıl amaç: Gücün kontrolü
Başbakan Erdoğan’ın, ön alıştırmalarının yapıldığı dönemde “sadece tartışılsın” dediği başkanlık sistemi önerisi daha sonra AKP tarafından Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunuldu. Şüphesiz ki bunun ardından başlatılan kuvvetler ayrılığına ilişkin tartışmalar ve başbakanın “ kuvvetler ayrılığı denen olay geliyor önünüze bir engel olarak dikiliyor’’ sözleri şaşırtıcı değildi. İşte başkanlık sistemi tartışmalarının ana rahminde yatan temel unsur da burada karşımıza çıkıyor: “gücü, yönetimi tek elde toplamak”. Ancak daha da önemlisi var: “bu gücün kontrol edilebilirliğini kaldırmak”. Çünkü bir bakıma 10 yılı aşkın bir dönemde giderek “devletleşen”, devletleştikçe de eğitimden bilime, yargıdan sanata her alanda kendi hegemonyasını kurmaya çalışıp gücü tek elinde tutmaya istekli ve bu amaçla bayağı yol almış bir iktidar zaten var.
Kuşatılan yargı
Dolayısıyla Erdoğan’ın gerçekte rahatsız olduğu durum yetkilerinin sınırlı olması değil, bu yetkilerini kullanarak yaptıklarının denetlenebilirlik seviyesi. Kuvvetler ayrılığından söz açıp 3 erkten her defasında yargıdan dem vurması bu yüzden. “Dem vurma” olayı ise şu durumda gerçeği yansıtmamakta ve büyük ölçüde AKP tipi başkanlık sisteminin propagandası için kullanılmaktadır. Çünkü iktidarı rahatsız eden yargı, 12 Eylül referandumu ile büyük ölçüde “halledilmişti”. Demokrasi adına, özgürlükler adına peşlerine yetmez ama evetçileri de takarak sözde reform yaptıklarını anlattılar. Oysa herkes bu referandumun amacının yargıyı ele geçirmek olduğunu biliyordu. Bu şekilde; hem önlerindeki en büyük engel kalkacak, hem de o güne kadar yaptıklarından yargılanma ihtimaline karşı, kazanılan bu kaleyi gelecekte kullanacaklardı. Bir nevi yargılayacağız dedikleri darbecilerin kendilerini güvenceye alması gibi bir şeydi bu. Halka ise tam tersi gibi lanse edilip yutturulmak istendi. Referandum sonrası ilk iş yüksek yargı organlarındaki daire ve üye sayıları arttırıldı. Açılan kadrolara iktidar yanlısı yeni üyeler atandı. Bu üyeler yavaş yavaş yüksek yargıyı ele geçirirken son olarak seçimlerde “Blok” oluşturup, tek yürek, tek bilek(!) yeni Danıştay ve Yargıtay başkanlarını seçtiler.( Mevcut sistemde, ne hikmetse (!) hem Yargıtay hem de Danıştay başkanlıklarına sınıf arkadaşları seçilen Bülent Arınç’ın “Kurban olduğum Allah’ım verdikçe veriyorsun” cümlelerini duymuştuk. AKP tipi başkanlık sisteminde ne duyarız?) Böylece AKP’nin yasama ve yürütmeden sonra yargıyı da kendi tekeline alma yolunda ilk adım atılmış oldu. (Ancak yetmezdi, dolayısıyla “durmak yok, yola devam’” şiarı ile Anayasa Komisyon’una sunulan önerilerde Danıştay’ın, Yargıtay’ın kaldırılıp yerine “Temyiz Mahkemesi” kurulması ve üyelerinin büyük çoğunluğunun da “Başkan” tarafından seçilmesi isteniyor!)
Başkanlık sistemi için bilindik bir taktik
Tüm bunlar yapılırken “statükocu zihniyetin kalesi” olarak eleştirilen yargı, halka büyük bir propaganda ile “vesayetçi” biçiminde lanse edildi ve referandum bu şekilde geçildi. Başbakan şimdi aynı taktiği kendi kafasında kurduğu başkanlık sistemi için, “Temyiz Mahkemesi” için sergiliyor. Kuvvetler ayrılığı için “Önümüze engel oluyor” diyor, aslında yargıya işaret ediyor, (herhangi bir konuda çok rahatça “yargıya talimat verdik’” diyebilen bir iktidarın başı olarak ne kadar inandırıcı?) Ardından Ali Babacan çıkıyor, yargının kendi yetki alanını kendi kendine genişletecek kararlar almasına karşı olduklarını söyleyip “Sayın Başbakanımızın itirazları da bu çerçevede değerlendirilmelidir” şeklinde “tamamlayıcı” rol oynuyor. Cemil Çiçek çıkıyor “Yargı, yasamaya müdahale etmiştir. 367 kararı buna bir örnektir” diyor. Görüldüğü üzere mağdur edebiyatında çağ atlayan iktidar aynı taktiği ısıtıp ısıtıp halkın önüne her yeni uygulama arifesinde sunuyor.
AKP tipi başkanlık sistemi
Genel olarak başkanlık sistemine baktığımızda, her ne kadar değişik ülkelerde değişik şekilde uygulamaları olsa da, (“Türk tipi” başkanlık sistemi olarak sunulunca halkın daha benimseneceği mi düşünülüyor?) halkoylaması ile başkanın doğrudan seçilmesi, bu başkanın yasamanın güvenoyuna dayanmaması ve yürütmeyi tek adamda toplanan yetkilerle yönetme özellikleri ön plana çıkmakta. Burada durup içinde yaşadığımız mevcut sisteme bakalım, AKP’nin zaten “kendi çapında” bir başkanlık sistemi yarattığını görürüz. Son yapılan değişiklik ile Cumhurbaşkanını halk seçiyor. AKP’nin, yasama organı mecliste ezici bir üstünlüğü mevcut ve istediklerini yapıyorlar. Aynı zamanda ülke zaten “başbakan ne diyorsa o” diyen bir tek adam ile yönetiliyor. Tüm bunlara iktidarın her alanda kurmaya çalıştığı diktatoryayı ekleyelim.
Mesela, 4+4+4 sistemi ve YÖK ile eğitimin her alanındaki kuşatmayı ekleyelim, Meclis’te gece yarıları geçirilen torba yasalar ile örülen neo-liberal duvarları ekleyelim, onlarca Kanun Hükmünde Kararname’yle sendikal haklardan sağlığa, yaşam alanlarından doğaya varan talanı ekleyelim, Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh gibi davalar ile kendine muhalif her kesimi susturma eylemlerini ve hukuksuzluğu ekleyelim, son 12 yılda vatandaşa sıkılan 628 tonluk biber gazını ekleyelim, medyadaki yandaş tekelleşmeyi ekleyelim, muhafazakâr sanat ile kindar-dindar gençliği ekleyelim, Uludere’yi ekleyelim, olmadı “Başbakana dokunmak bile ibadettir” diyen milletvekillerini veya “Başbakanım istesin cam bile silerim” diyen Bakanları ekleyelim. “Asıl diktatörlük parlamenter sistemde var” dedikten sonra örnek olarak Almanya ve İtalya’yı gösteren Burhan Kuzu’ya sorsak, söylediklerine rağmen Başbakan “demokrasi kahramanı”, yukarda saydıklarımız da “ileri demokrasi” yansımaları olur herhalde.
Kürt sorunu ve başkanlık sistemi
AKP’nin 1. Kürt açılımı, kendi vekillerinin deyimiyle “Habur kazası” sonrasında bozulmuş, vaziyet AKP’nin dümen kırıp milliyetçiliğe sarılmasına neden olmuştu. Daha birkaç ay önce “halk idamı geri istiyor” diye meydanlarda Öcalan ve BDP’ye mesaj gönderen Erdoğan, şimdi tekrar ağız değiştirip “sonu ne olursa olsun çözeceğiz” diyerek yeni bir “İmralı” sürecine girdi. Bu sürecin ana temasını Anayasa görüşmeleri, Başkanlık sistemi ve Kuzey Irak ile bağlantılı olarak Ortadoğu’nun mevcut durumu oluşturmakta. Yeni açılımının öncekinden daha kompleks ve içindeki aktörlerin konumu ile de daha “küresel” bir zeminde yürüdüğü görülüyor. Deyim yerinde ise ilk açılımda “kalfalık” dönemini yaşayan AKP, “ustalık” dönemini müzakere ve Başkanlık sistemi sürecine de yansıtmak istiyor. Bir yandan İmralı ile masaya otururken bir yandan da Kürt hareketi içinde kendilerine sorun çıkarabilecek kanata mensup üyeleri tasfiye ederek “kendi” barışını “dayatıyor”. Üstelik bu dayatmayı uluslararası bir destekle gerçekleştiriyor. Hatırlanacağı üzere medyada, ABD’nin AKP hükümetine PKK için ‘’Bin Ladin’’ taktiği önerdiğini duymuştuk. Pek fazla üzerinde durulmadı ancak bu ‘’Bin Ladin’’ taktiği başka ellerden de olsa kendisini Paris suikastlarında gösterdi. Suikastlara baktığımızda 2 unsur ön plana çıkıyor. Bunlardan birincisi yukarda bahsettiğimiz “tasfiye ederek barış dayatma” taktiği. Çünkü öldürülen 3 kadının ortak noktalarına göz attığımızda, Kürt hareketi içindeki Alevi-Sol kanattan geldiklerini görüyoruz. Yani, Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı Kürt sorununa ilişkin raporda PKK içindeki “çözüm bakımından AKP’ye güvenmeyen”, makul olmayan Kürtlerden. Tüm bunlara daha önce birçok yerde yazılan, Sakine Cansız’ın Wikileaks dosyalarında ABD’nin hedefinde olduğunu, Paris suikastının ardından PKK ile ilişkili Aslan Usayan’ın da Moskova’da başka bir suikasta uğramasını, Erbil’in yönetiminde ve Türkiye’de faaliyet gösterecek BDP’ye rakip bir partinin kurulacağına yönelik haberleri eklediğinizde Kürt hareketine karşı tasfiyeci barış dayatmasını daha net görebiliriz.
Üç PKK’lı kadının Paris’te öldürülmesinden sonra ortaya çıkan bir başka unsur da hep bir ağızdan söylenmeye başlanan “suikastların barışa karşı işlendiği” propagandası. Böylece kamuoyunda müzakerelere karşı pozitif bir tepki uyandırılmaya çalışıldı. Her ne kadar Ahmet Türk’ün, Davutoğlu ağzından çıkmışçasına verdiği demeçler olsa da Kandil kendilerine karşı oynanan oyunu gördü ve suikastları “Yeşil Gladyo”ya bağladı. Sonuç olarak AKP, gerek Kuzey Irak petrolleri üzerinden ve Barzani ile, gerekse hem askeri operasyonları sürdürerek hem de küresel destekçileri ile tasfiye girişimlerine tutuşarak Kürt hareketine kendi kontrolünde geçen bir müzakere sürecini sunmakta. Bu süreçte muhtemel Anayasada bazı kimliksel taleplerin karşılanması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesine yönelik birkaç düzenleme ve Öcalan’ın süreçteki rolüne karşın BDP’den başkanlık sistemi için destek istenecektir. Zira içinde Başkanlık sisteminin olacağı bir Anayasaya destek vermeyeceğini açıkça söyleyen CHP ve Türklük tanımı üzerinden sorun çıkarabilecek MHP bu durumu zorunlu kılmıştır. Selahattin Demirtaş “yakın olduğumuz parti AKP’dir” dese de Kürt hareketinin vereceği tepki henüz netleşmemiş durumda.
Cemaat versus AKP
Başkanlık sistemini tartışırken göz ardı edilmemesi gereken bir başka durum da artık ayyuka çıkan Cemaat-AKP birlikteliğindeki çatlak. İlk sinyallerini Oslo görüşmeleri, Hakan Fidan ve MİT yasası üçgeninde veren çatlak, Başkanlık sistemi üzerinden de devam etmekte. Fethullah Gülen’in başkanlık sistemine sıcak bakmadığını Cemaat medyasından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Cemaat ile iktidar arasındaki çatlağın temel nedeni zaten AKP’nin “devletleşme” aşaması. Her rejim kurulurken sağlam ittifak ve ortaklıklara dayanır. Ancak kurulma aşamasından yönetime geçildiğinde ise gücün paylaşımı devreye girer ve ortaklar arasında bir iç çatışma başlar. Tarihin bize öğrettiği ve şu an olan da budur. 1923 Cumhuriyeti üzerine kendi rejimini kuran AKP-Cemaat koalisyonu, “ustalık” döneminde bir iç çekişmeye düşmüş durumda. Bu çekişme kendini bir yandan Kürt sorunu, başkanlık sistemi vb. olaylar üzerinden, bir yandan da 2. Cumhuriyet rejiminin stabilitesi üzerinden kendini gösteriyor. Erdoğan, 10 yılı aşkın süredir yönettiği iktidarın ve bu iktidarın ürünü Ergenekon, Balyoz, KCK vb. davaların artık kontrolden çıktığının kendisi de farkında. Yeni rejimin kurulduğunu, artık korunması gerektiğini düşünen AKP ayrıca Anayasa, Başkanlık sistemi hesapları için de yumuşama dönemine girdi. Ancak Cemaat, rejimin hala güvende olmadığını ve operasyonların devam etmesi gerektiğini savunuyor. Gülen medyası neredeyse her gün başbakana “uyarılar” düzüyor. Erdoğan’ın İlker Başbuğ’un durumuna dikkat çekmesi, yoğun bakımdaki Ergin Saygun’u ziyaret edip elini tutmasının hemen ardından üst üste 28 Şubat kapsamında operasyonların düzenlenmesi, emekli askerlerin tutuklanması bu açıdan şaşırtıcı değil. Önümüzdeki süreçte Anayasa ve Başkanlık sistemi görüşmelerinde AKP-Cemaat arasındaki çatlak daha mı derinleşecek yoksa pekişecek mi bunu zaman gösterecek.
Listeyi uzatmak mümkün, ama açıkça görünen şudur ki AKP zaten kendi “Başkanlık sistemini” kurmuş durumda. ABD’de uygulanan, katı bir kuvvetler ayrılığına dayanan uygulama ile yasama, yargı ve yürütmeyi kendi tekelinde toplamış AKP’nin hayal ettiği uygulama bambaşka. Asıl amaç iktidarın otoriterliğini sağlamlaştırmak. Açılım, müzakereler ve Cemaatle ortaya çıkan çekişme de bu amacın eseri. 10 yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten AKP bu uğurda birçok dönemeç geçti. 12 Eylül referandumu bunlardan biriydi ve ne yazık ki iktidar açısından hedefe ulaşıldı. Şimdi Başkanlık sistemi diye tutturulan şey de sadece diktatoryayı güvence altına almak için sunulan bir hap. Hapı yutmayalım…
Onur Aksoy
onur@brezil.net
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.