2012 yılı geride kalırken dünya çapında barışma adına tarihi ve cesur adımların atıldığı bir yıl oldu. 1962 yılında Fransa’dan bağımsızlığına kavuşan Cezayir’deki Fransız sömürgesini ve Fransa’nın işlediği suçları gözler önüne seren bir sergi, bizzat Fransız ordusu tarafından Ordu Müzesi’nde açıldı. Kolombiya Hükümeti, 50 yıldır gerilla hareketi sürdüren Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) ile görüşmelere başlayarak […]
2012 yılı geride kalırken dünya çapında barışma adına tarihi ve cesur adımların atıldığı bir yıl oldu. 1962 yılında Fransa’dan bağımsızlığına kavuşan Cezayir’deki Fransız sömürgesini ve Fransa’nın işlediği suçları gözler önüne seren bir sergi, bizzat Fransız ordusu tarafından Ordu Müzesi’nde açıldı. Kolombiya Hükümeti, 50 yıldır gerilla hareketi sürdüren Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) ile görüşmelere başlayarak barışma için umutlar yarattı. Filipinler Hükümeti ülkenin, en büyük direnişçi grubu Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) ile 40 yıldır süren çatışmaları sona erdirmek için bir uzlaşma çerçevesinde anlaştı. Arjantin Hükümeti yıllar önce başlattığı cunta tarihiyle yüzleşme ve toplumsal barışma girişimlerini sürdürerek, 1976-1983 yılları arasında cuntanın işlediği faili meçhul cinayetleri soruşturmaya ve sanıklarını yargılamaya devam etti. Toplu mezarların bulunmasıyla kayıp aileleriyle birlikte büyük çapta bir resmi anma töreni düzenleyerek bu konudaki kararlılığını toplumla bir kez daha paylaştı. Geçen yıl gizli olarak süren ve yeni yılla birlikte toplum önünde açık bir şekilde yürütülmeye başlanan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve PKK arasındaki görüşmeler, barışma adına atılan bu cesur adımlara bir yenisini ekledi. Birçok toplumsal kesimce olumlu olarak karşılanan bu girişimler sürerken, pek de üzerinde durulmayan barışmanın bir etiği olduğu meselesini ele almanın bu süreci anlamakta ve yürütmekte faydalı olacağı kanaatiyle böyle bir yazıyı kaleme almaya karar verdim.
Bu konudaki kaynağımı, Güney Afrika üzerine dokuz yıldır süren sosyolojik çalışmalarımda bana danışmanlık ve arkadaşlık eden sevgili Prof. Dr. Ari Sitas’ın benim de içinde bulunduğum bir tartışma sürecinin ürünü olarak yayınladığı ‘Barışma Etiği’ adlı kıtabı oluşturmaktadır. Bir sosyolog ve şair olan Ari Sitas’ın kökenlerinin bir tarafı Naziler’in eziyetlerini en ağır şekilde çekmiş Avusturyalı entellektüel bir aileye dayanır. Diğer tarafı da Güney Kıbrıslı olan Sitas, genç yaşlarda ailesiyle birlikte Güney Kıbrıs’tan Güney Afrika’ya göç etmiştir. 1980ler’de ırkçı Apartheid rejimine karşı mücadele verirken, işçi tiyatrolarının kurulmasında başrolü oynayarak siyah işçilerin sendikalarının güçlenmesine önemli bir katkı sağlamıştır. Hint kökenli Güney Afrikalılar’ın en yoğun nüfusuna sahip Durban şehrinde yaşarken Gandhi geleneğini ve ‘şiddetsizlik’ felsefesini çok iyi tanıma fırsatını bulmuştur. Bunun yanısıra Mandela’nın serbest bırakılmasından sonra Durban merkezli Zulu milliyetçiliğini körükleyen Inkatha Partisi’nin yarattığı içsavaşı bizzat yakından görmüş bir kişi olarak bize barışma konusunda müthiş bir bilgi birikimini ve hayat tecrübesini aktarmaktadır.
Sitas, öldürmeyi, diğer insanları sömürmeyi, kullanmayı ve dışlamayı reddeden insanların sayısının oldukça yüksek olduğuna ve böyle bir bilincin barışma etiğine güçlü bir arzu ve eğilimi olduğuna inanmaktadır. Bu arzu ve eğilimle geçmişin kınanabilir ve geçmişte yaşananlardan pişmanlık duyulabilir olduğunu kabul etmek, barışmaya giden yolun başlangıcıdır. Barışma etiğine tanımlamaya başlarken yazarın yaptığı ilk vurgu, Güney Afrika’da müzakereli bir devrim ve Gerçeklik ve Barışma Komisyonları‘nın kurulduğu bir “Mandela Anı”dır. Mandela Anı, barışma etiğini tanımlarken bu etiğin “Efendi”nin “Köle”yi tanıması, kabullenmesi değil, “Köle”nin “Efendi”yi insanlığa kabul edecek kadar yüce gönüllü olabilmesini temsil ettiği bir jest olduğu için önemlidir. Bu barış jesti, 1990lar’ın başında Güney Afrika’da ilk Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümetini kurma aşamasında, Apartheid Rejimi’nin meyvelerini yemiş beyaz halkla hesaplaşma ve intikam almaya yönelen Zulu milliyetçiliğinin yarattığı içsavaştan ‘gökkuşağı toplumunu’ kurma adına galip çıkılmasını sağlamıştır. Güven kazandırıcı fakat oldukça da zor bir durum olsa da alışılmış olan sınırları aşarak birlikte yaşamayı mümkün kılmıştır. Mandela Anı, zorlu çatışmaların çözümünde bir model olarak tanımlanmıştır ve bu modelin gittikçe birbirine bağlanan bir dünya için daha uygun bir çerçeve önerdiği görülmektedir.
Sitas’a göre, bu etiğin kabaca üç temel ilkesi vardır. Birincisi, (her ne şekilde tarif edilirse edilsin) ‘öteki’, bir artık değildir ve bu nedenle elenebilir, atılabilir birşey değildir. Bu zamana kadar gelen zorlu mesele ise şimdiye kadar yok edilmiş olması gereken, yabanilerin, düşmanların, insan olmayanların hayatta kalmasıdır. Devletlerarası ilişkilerin, toprak savaşları ve mücadelelerin ulus-devlet sınırlarını çizdiği bir ortamda her ne kadar marjinal, yağmur ormanlarının ya da çöllerin köşelerinde, ölüm kamplarının hatıralarının yakalarını bırakmadığı bir şekilde yaşasalar da hayatta kalmışlardır.
İkincisi, ‘öteki’, köleliğe mecbur edilen potansiyel bir medeniyetsiz, kaba insan, bir nesne, cisimleştirilmiş birşey değildir ve bu nedenle köleleştirilebilir ve sömürülebilir birşey değildir. Yine zorlu mesele, böyle tanımlanmış olanların bu zamana kadar hep ayaklanmış olmaları ve tanım ne olursa olsun, başka türlü düşünmeye devam ettikleridir. Bu, Hindistan Yarımadası’nda bile doğrudur. Sosyolog Dipankar Gupta, “her ne kadar aşağı derecede olursa olsun hiçbir kast kendisinin alçaltılmasını kabul etmez” demektedir.
Harijanlar, hangi alt-kast grubundan olursa olsun, bedenlerinin saf-temiz olmayan maddelerden oluştuğunu ileri süren üst-kast görüşünü kabul etmezler”.
Üçüncüsü, “öteki” nihayetinde bir “olmayan” değildir (bizden olmayan gibi) ve bu nedenle toplumsal cinsiyet, ırk, etnik grup ve kast benzeri gruba rağmen sosyal norm ve haklardan dışlanabilir veya marjinalleştirilebilir bir şey değildir. İşte bu anlamda yeni bir olgu teşkil etmektedir. Modernitenin taraflı evrenselliğinden bir ayrılışı ve dahası post-ırkçı ve post-emperyal bir eğilimi kapsamaktadır. Bu nedenle Sitas, çatışma çözme, barış çalışmaları ve uluslararası ilişkiler uzmanlarının ilgilendiğinden daha derin olan, değer sistemlerine dayalı bir toplumsal olgudan bahsetmektedir.
Böyle bir etiğin kaynaklarında Gandhi’nin mirasının önemli bir yer tuttuğunu vurgulamak gerekir. Gandhi’nin felsefesinin en temel ilkelerinden birisi, kolektif eylemdir. Bu eylem militan ama barışcıl bir kitle hareketidir. Barışma etiğinin ilkelerini tamamlayan bir diğer özelliği ise bu felsefede işlevselci ve rasyonelci düşünmenin reddidir. Etrafına baktığında hammaddeleri ve rakam hanelerini gören hesaplayıcı aklın yerine, doğayla ve insanlarla empatik bir ilişkiyi benimsemektedir. Yani meşhur Gandhici sloganı söyleyebilmek, “Öteki harikadır” diyebilmektir.
Bu bilgiler ışığında kendimize tekrar dönüp, Türkiye toplumunun bireyleri olarak şimdiye kadar “öteki” olarak tanımladıklarımıza bu etik ilkeler çerçevesinden tekrar bakabilmenin içinden geçtiğimiz sürece faydalı olabileceği kanaatindeyim. Herkesin kendine sorması gerektiği birkaç soruyu şöyle sıralayabiliriz: “Öteki”lerin güzelliğini koşullandırmadan haykırabilecek miyiz? Onların bugüne kadar yaşadıklarıyla empati kurabilecek miyiz? Bizden olmayanları ne kadar kenara ittiğimizi dışladığımızı görebilecek miyiz? Potansiyel kaba, medeniyetsiz olarak gördüğümüz insanların ayaklanmalarını bir terör ve uluslararası hukuk söyleminin dışında böyle bir etik açısından değerlendirebilecek miyiz? Çöllere, dağlara sürüp bir kum gibi elemek istediklerimizin hayatta kalabilmelerini ve hatta buna rağmen birlikte yaşamak istemelerini takdir edebilecek miyiz?
Sitas’ın 2008 yılında Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü (PRIO), tarafından yayınlanan Kıbrıs Adası’ndaki barışma süreci üzerine olan çalışmasındaki bir bulguya göre şiddeti bizzat kişisel ve yoğun olarak yaşamış Kıbrıslılar, barışmaya, şiddetin uzağında kalmış olanlardan daha açıktırlar. Çok sevdiklerini kaybedenlerin bugünkü süreçte ne kadar önemli bir rol oynadığını bu bulguyla baglantılandırabiliriz. Bunun yanısıra, Sitas’ın başlangıçta belirttiği gibi barışmaya inanan sıradan vatandaşların sayısı da tahmin ettiğimizden büyük gibi görünmektedir. Yalnız, sevdiklerini kaybedenlerden, sıradan vatandaşlardan bahsederken bu işin uzmanlarını da unutmamak gerekir. Barışma konusunda özellikle hukuk uzmanlarının katkısına büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Almanya’nın Freiburg şehrindeki uluslararası ceza hukuku alanında dünyanın en ünlü araştırma merkezlerinden birisi olan Max-Planck Enstitüsü’nün dünyadaki barışma süreçleri ve gerçeklik ve barışma komisyonları ile ilgili yayınladığı on ciltlik bir seri içerisinde davet edildiği halde yer almayan tek ülke Türkiye’dir. Türkiye’deki bir çok hukuk fakültesi öğretim üyesi bu enstitüde defalarca çalışmada bulunmuştur, ama ne yazık ki bu konuda henüz cesur bir adım atan çıkmamıştır. Bugün içinde bulunduğumuz barışma süreci, fildişi kulelerinden çıkabilecek, resmi ideolojiden sıyrılabilecek, barışma etiğini kucaklayabilecek hukuk uzmanlarımızın katkılarını beklemektedir.
Paris’te PKK’nin lider kadrosundaki kişilerin bir suikast sonucu hayatını kaybetmesiyle içine girilen sıkıntılı süreci aşmak için de Mandela Anı’nı anlamak önemlidir. 1993 yılında Apartheid sonrası ilk demokratik seçimlerin arifesinde, Apartheid rejiminin kurucu ve savunucuları olan sağcı Afrikanerler’le ilişkili Polonyalı bir göçmenin suikastiyle, Güney Afrika Komünist Partisi lideri ve ANC’nin silahlı kolu Umkhonto we Sizwe’nin Kurmay Başkanı Chris Hani hayatını kaybetmiştir. Ülkeyi çok sıkıntılı bir döneme sürükleyen bu olaya Mandela’nın müdahalesi, ortalığı yatıştırmasından çok, barışma adına takındığı tutumla eşsizleşmiştir. Mandela’nın ulusal televizyon kanalındaki şu tarihi seslenişi, barışma yolunda yaşanılan sıkıntıları aşmada umarım Türkiye’de de yankı bulur:
Bugün siyah ve beyaz her bir Güney Afrikalı’ya kalbimin en derinliklerinden sesleniyorum. Önyargı ve nefret dolu bir adam ülkemize geldi ve bir işe o kadar aptal bir şekilde kendini adadı ki bütün ulusu bir felaketin eşiğine getirdi. Afrikaner kökenli beyaz bir kadın, kendi hayatını öyle bir şekilde riske attı ki biz bu suikasti onun sayesinde öğrenebildik ve adaleti yerine getirebileceğiz. Chris Hani’nin bu soğuk kanlı katli, bütün ülkede ve dünyada şok dalgaları yarattı… Bugün, bütün Güney Afrikalılar’ın, Chris Hani’nin hayatını uğruna verdiği şeyi, ‘hepimizin özgürlüğü’nü, hangi taraftan olursa olsun, yok etmek isteyenlere karşı yan yana durma zamanıdır”.
Ercüment Çelik, Sosyolog
Freiburg Üniversitesi, Almanya
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.