Samsun’da, Ankara’da gösterilen refleks, en dezavantajlı durumda dahi devrimcilerin inisiyatif alma konusundaki irade ve yeteneğinin kanıtıdır
Samsun’da, Ankara’da gösterilen refleks, en dezavantajlı durumda dahi devrimcilerin inisiyatif alma konusundaki irade ve yeteneğinin kanıtıdır
AKP’nin daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın içinden geçilen süreçte inisiyatif kaybetme, süreci kendiliğindenliğe bırakma gibi bir “lüksü” yok. Önündeki zaman dilimleri ne kadar iyi planlanırsa planlansın süreci “bozabilecek”, AKP’yi alaşağı edebilecek bir dizi gelişme her an yaşanabilir. Tam da bu yüzden Tayyip Erdoğan, planı harfiyen uygulamak, her yeni gelişmeye müdahil olmak zorunda. Bir taraftan seçim yatırımları yapmak, diğer taraftan Kürtlerle girilen “yeni” süreçte inisiyatifi elden kaçırmamak, ayrıca da siyasi rakiplerine hiçbir fırsat vermemek için canhıraş koşturuyor.
Seçim hazırlıkları (anlaşıldığı kadarıyla) AKP’nin önceden hazırladığı şekilde adım adım ilerliyor. Yaşlılar, gaziler derken şimdi de engellilerin ağzına “bir parmak bal” çaldılar. “Kamudaki engelli istihdamını beş kat artırdık. Bu ülkede engelli kardeşlerimizin yanında kim var; AK hükümeti var. Çünkü biz ‘insanı yaşat ki; devlet yaşasın’ görüşünde hareket ediyoruz. 2013 yılında 8 bin 115 engelli kardeşimizi daha kamuda istihdam edeceğiz.” (Büyük çoğunluğu Diyanet’te elbette.)
Bununla yetinilmedi tabii, Tayyip Erdoğan belediyelerdeki 18 bin sözleşmeli personelin kadroya alınması talimatını da verdi. Hemen ardından Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in önerisiyle, tek personel rejimine geçebilmek için de bir kereye mahsus olmak üzere sözleşmelilerin kadroya alınması kararlaştırıldı. Yaklaşık 80 bin personel kadroya alınacakmış. Belediyelerin son dönemde işe aldığı kişiler de birkaç ay çalışıp kadro hakkı kazanacakmış. Hatırlanacağı gibi Haziran 2011’deki seçimlerden önce 200 bin sözleşmeli personel kadroya alınmıştı.
Türban konusunu ise AKP Hükümeti, seçimlerden önce her alanda kesin olarak halletmeye karar vermiş gibi gözüküyor. Spor Bakanlığı federasyonlara, daha önce gönderdiği talimatı tekrar hatırlatarak ‘sporcuların kıyafetine karışmayın’ mesajı gönderdi. Yine hatırlanacağı gibi 2012 Londra Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’nda mücadele eden sporcular için kıyafet sınırlaması kaldırılmış ve dileyen sporcu başörtüsüyle “özgürce” mücadele edebilmişti.
Değiştirilen bakanlardan da ilk icraatlar açıklamalar gelmeye başladı. Milli Eğitim Bakanının, “YÖK yasası yeniden hazırlanacak” ve “kılık-kıyafet yönetmeliğini yeniden değerlendireceğiz” açıklamalarından sonra Sağlık Bakanı’ndan da “doktorların tam gün yasasını değiştireceğiz” açıklaması geldi. Böylece 2500 doktora tekrar devlet hastanelerine dönme olanağı sağlanacakmış. (Ne devlette süreklilik var, ne hükümette, birinin yaptığını diğeri değiştiriyor. Madem değiştirecektiniz, niye yaptınız, sanki ayrı partilerin bakanları). Bu arada yeni Kültür Bakanı da Yaşar Kemal’i ziyaret edip, “Yaşar abi, nasılsın” demiş.
Seçim hazırlıkları bunlarla sınırlı değil, ilk transferler de (biraz erken ama) başladı. Eski CHP Tunceli milletvekili Sinan Yerlikaya AKP’ye geçti. AKP’ye katkısını ve mesajını da şöyle açıkladı; “Hz. Muhammed ve Hz. Ali yardımcınız olsun”. AKP’nin transferleri onunla sınırlı değil, Yalova’nın eski DP’li şimdi bağımsız Belediye Başkanı ile üç belde Belediye Başkanı da AKP’ye geçti: Kastamonu Tosya (MHP), Antalya Kahyalar (CHP) ve Mardin Ömerli Belediye Başkanı Yılmaz Altındağ (Güneydoğu’da CHP’nin tek belediye başkanıydı).
Ancak seçim süreçlerinin kendisi için büyük öneminin farkında olan AKP Hükümeti, rüzgarın estiği yöne göre gittikçe daha tavizkar uygulamalara girişecek. Bu esnekliğin farkında olan AKP içi güçler bile seslerini daha yüksek çıkarmaya başladı. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye ekonomisi için “uçaktan indik karayoluyla gidiyoruz” diyen Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya sert çıkmakta mahsur görmüyor. Başçı’nın hükümetin bir memuru olduğunu söyleyen Çağlayan, “Herkes yerini ve haddini bilecek. Merkez Bankası hükümetin kararnamesiyle atanan veya görevden alınacak olan biridir” diyor. Çağlayan aslında, finans tekellerine karşı orta ve büyük ölçekli imalat sanayisinin sözcülüğünü yapmakta (onlar bağıracağına, ben bağırayım, misali). Bu bağırış-çağırışın kendi iç mantığında bir haklılık zemini de mevcut. Dünyada devam eden ekonomik kriz nedeniyle panikleyip, ekonomiyi soğutma kararı alan AKP, para kontrolünü elinde tutup yüksek büyüme hedeflerinden vazgeçmişti (en iyimser beklentilerle bu yıl büyüme oranı %2,5 olacak). Ancak bu durum cari açığın suni olarak düşmesine yol açsa da imalat ve sanayi sektörleri krize girmek üzere. Yüksek faiz oranlarının korunduğu bu dönemin kaymağını ise finans tekelleri yemekte. 2011 yılında toplam 19,8 milyar lira kâr elde eden bankalar, 2012’de bu rakamı 23,6 milyar liraya yükseltti. Bu “tatlı kar”larının nedeni de faiz ve komisyon gelirleri. Yani halkın ürettiği artı değere, hiçbir üretim faaliyetinde bulunmadan el koyan operatörler.
Tayyip Erdoğan’ın bu dönem “ilgi göstermediği” neredeyse tek konu Suriye. Neden acaba? Çünkü Suriye konusu AKP için çıkmaz bir bataklığa dönüşmek üzere. Muhaliflerin önemli bir bölümü Esad ile görüşme yapma kararı alınca, Rusya da olaya el koyunca (görüşmeler Moskova’da yapılacak) AKP iyice boşa düştü. Şu an elinde kalan tek koz, El-Kaideci katiller. Ha, bir de ABD var, doğru ya. Tayyip Erdoğan, yüksek ikna gücüyle Obama’yı ikna edebileceğini düşünüyor, bi randevu koparabilse (Obama’nın seçildiğinden beri ısrarla gönderdiği randevu taleplerine henüz yanıt alamamış da). Ama bu ay bir umudu var; yeni ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ilk dış gezisini Türkiye’ye yapacak. Konu malum; Suriye, Irak ve İran. AKP de araya PKK’yi ve elbette şu randevu meselesini sıkıştıracaktır.
Bu arada AKP’liler içinden bile (Abdullah Gül dahil) yükselen seslere bakılırsa Ahmet Davutoğlu’nun da suyu iyice ısınmaya başlamış durumda. “Bizzat kişisel kibri ve hırsıyla hareket edip, Suriye konusuna yanlış öngörüyle (Libya ve Mısır’da olduğu gibi kısa sürede sonlanacak) davrandığı” değerlendirmeleri artık açıktan açığa yapılır durumda. Ancak ne yazık ki (!) AKP, Davutoğlu’na mahkum çünkü onun değiştirilmesi, “dış politikada halt ettim” anlamına geleceğinden AKP’nin karizmasını fena çizer. Ancak yine de uygun bir durum kollanmıyor da değil.
Ne hazindir ki (!) AKP’nin Suriye politikasında tek dayanabileceği gerçek güç Kürtler kalmış durumda. Mardin Bağımsız milletvekili, aynı zamanda DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün Tayyip’i gazlamak için mi yoksa sürecin dışında duran güçleri ikna etmek için mi söylediği “Türkiye demokratik ünitede Kürtleri kucaklayarak sorunu çözerse inanın Ortadoğu’nun tek büyük gücü olur. Ortadoğu’ya demokrasiyi götürerek bölgedeki dengelerin, statükonun değişmesine çok büyük katkı sağlar” ifadeleri, bu süreçte dikkate alınmaya başlamış durumda. Tayyip Erdoğan sadece Ortadoğu planları için değil aynı zamanda seçimler sürecinde de Kürtleri bir aktör olarak (yanında ya da karşısında) değerlendirmeye ihtiyacı olduğunun iyice idrakine varmış durumda. Kuşkusuz bu süreç çok yönlü, bir tarafında da Anayasa pazarlığı var, diğer aktörlerle de yapılan. Bu pazarlığın mahiyetini anlamak için Beşir Atalay’ın rüşveti andıran açıklaması manidar; “Eğer uzlaşma olacaksa başkanlıktan vazgeçebiliriz”.
Tam da bu yüzden sürecin tüm aşamalarında inisiyatif alıp, kontrolü hiçbir zaman elinden kaçırmamaya çalışıyor (Neredeyse Öcalan’la görüşmeleri bile kendi yapacak). Elbette bu süreci demokratik bir çözüme doğru götürme niyetinde olduğunu söylemek imkansız. Üstelik AKP’nin iktidarını devam ettirmek için her yolu kullanacağı, bunların arasında kirli savaş yöntemlerinden kendi kitlesini tahrik ettirmeye kadar varan yöntemlerin de olacağı aşikar. En son BDP’nin Karadeniz turunda denenen linç girişimlerinde devletin, AKP’lilerin parmağının olmadığını söylemek safdillik olacaktır. Saldırının son derece örgütlü olduğu, günler öncesinden bildiriler dağıtılmaya başlanmasından, tek örnek pankartlar yapılmış olmasından, ev ve işyerlerinin bayraklarla donatılmasından anlaşılıyor. Hadi diyelim ki bunları AKP yapmamış, CHP yapmış olsun –ki CHP’nin buradaki suçu herkesten daha çok, çünkü bu süreçte nasıl bir pozisyon alınacağını genel başkan dahil kimse bilmiyor-, AKP Hükümeti polisi, MİT’i ve kendi teşkilatlarınca bu kalkışmayı engelleyemez miydi? Tam tersine BDP milletvekillerinin tanıklıklarından anlaşılıyor ki polis saldırganlara aşırı tolerans göstermiştir. Ayrıca taşlayan kitlenin içindeki AKP’li yöneticiler ne yapıyorlardı acaba? Kısaca Tayyip Erdoğan, “tavşana kaç, tazıya tut” siyaseti izlemektedir.
Tayyip Erdoğan’ın bu kadar hegemonya kurduğu ve Abdullah Öcalan’a bu kadar “bağımlı” olunan bir süreçte Kürt Hareketi de yanlışlar yapmaktadır. Dikkat edilirse Tayyip Erdoğan’ın bile bu süreci anlatmak için gittiği yerler Kayseri ve Mardin’dir (O da üstelik garantisini aldıktan sonra). Ne büyük cesaret değil mi, Midyat’ın ardından Belediye Başkanı Ferhan Türk’ün KCK’den tutuklu olduğu, BDP’nin kalesi Kızıltepe’ye geçip binlerce insana hitap edebiliyor. Oysa kendisi bile Karadeniz’e gitmeye cesaret etmemiştir. BDP Heyeti’nin sonuçlarını hiçbir biçimde kontrol edemeyeceği böyle bir tura çıkmasının riskleri ortadadır. Karadeniz’in provokasyonlara çok açık bir bölge olduğu daha önce yaşanan rahip Santoro cinayeti, TAYAD’lılara saldırı, Ahmet Türk’ün yumruklanması gibi olaylardan bilinmekteydi. Karadeniz Bölgesi neredeyse şovenizmin bir tür ana üssü hâline getirildi.
Kürt sorununun bu kadar gündem olduğu ve beklentilerin her gün kendisini büyüttüğü bir dönem sistem içi güçleri olduğu kadar sol toplumsal muhalefeti de “kilitlemiş” ve edilgen konuma sokmuş durumda. Hem sürecin tüm bilgisine/ilgisine sahip olunmayışı hem de kendisini bu sürecin öznesi olarak görmeyişi sol toplumsal muhalefet örgütlerinin, bu sürece ilişkin ortak bir değerlendirme açıklaması yapmasını bile engeller vaziyette. Üstelik her yıl (güçlü ya da zayıf ama kendine ait) özel gündemlerle 1 Mayıs’a giden dönemde başlayan Mart ayı yoğunluğu bile tam da bu atmosferden olumsuz etkilenmiş görülüyor.
Sadece son iki yılın Mart ayları hatırlanacak olursa bile bu yılın “gündemsizliği” daha rahat görülebilir. 2011 yılı Mart ayı olağan gündemlerinin yanında yani 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 12 Mart Gazi Katliamı, 16 Mart Beyazıt Katliamı, 21 Mart Newroz, 30 Mart Kızıldere’nin yanında 6 Mart’ta Alevilerin İzmir Mitingi, 13 Mart’ta sağlık meslek örgütlerinin Ankara’daki eylemi, yine Martta İstanbul’da su, 3 Nisan’da Ankara’da güvencesizler, 9 Nisan’da HES’lere karşı, 10 Nisan’da yine Ankara’da Eğitim Hakkı Meclislerinin “Eğitim Hakkı” mitingi ve Barınma Hakkı Mitingi gibi çok yoğun bir dönem olarak geçirilmişti. 2012’nin Mart ayına ise 4+4+4’e karşı eylemler damgasını vurmuştu (İstanbul’da 8 Nisan’da yapılan 80.yıl şenliğini de unutmamak gerek).
Bu yıl ise 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bile, olması gereken güçle gündem yapılabilmiş değil! Üstelik bir savaş ve katliam bilançosuna benzer rakamlarla, AKP’nin 2012 karnesinde yazan; 160 kadının öldürülmesi, 226 kadının yaralanması, 143 kadının tecavüze uğraması (sadece resmi rakamlarla) verileri varken. Üstelik Türkiye, kadın-erkek eşitliğinde 135 ülke arasında 132. sırada iken. Üstelik türbanın siyasetinin azdırıldığı bir ülkede bu sayıların artacağı kesinken. Üstelik hala kadınlar konusunda karar verme hakkının erkeklerde olduğunu bir toplumsal düzen katmerleşirken…
Unutulmamalıdır ki AKP planını ne kadar iyi yaparsa yapsın, düzenini ne kadar iyi tezgahlarsa tezgahlasın tekerine sokulacak bir çomak o makineyi işlemez hale getirecektir. Samsun’da, Ankara’da gösterilen refleks, en dezavantajlı durumda dahi devrimcilerin inisiyatif alma konusundaki irade ve yeteneğinin kanıtıdır. Bunu daha önce de yaptık; Hopa’da yaptık, Dikmen’de yaptık, üniversitede yaptık, sağlık emekçisiyle Taşeron Cumhuriyetine karşı, eğitim emekçisiyle 4+4+4 ucubesine karşı yaptık, turnikede, yürüyüş yolunda, HES’te yaptık, yumurtayla yaptık, şemsiye ile yaptık…
Yine yaparız, yapacağız da…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.