Benim örgütüm bundan birkaç yıl önce tüm kamu çalışanlarının katılacağı ve kamuda örgütlenmiş tüm sendikaların aldığı ortak “genel grev” kararını, bana bir e-posta aracılığıyla, “dersim varsa, derse girmem gerektiğini” belirten bir talimatla duyurdu. O gün, benim “örgütlü ama örgütsüz” bir öğretim üyesi olduğumu, yüzüme bir tokat gibi vurularak anladığım gündü Bir süredir üniversitelerde yaşananlara ilişkin gündeme […]
Benim örgütüm bundan birkaç yıl önce tüm kamu çalışanlarının katılacağı ve kamuda örgütlenmiş tüm sendikaların aldığı ortak “genel grev” kararını, bana bir e-posta aracılığıyla, “dersim varsa, derse girmem gerektiğini” belirten bir talimatla duyurdu. O gün, benim “örgütlü ama örgütsüz” bir öğretim üyesi olduğumu, yüzüme bir tokat gibi vurularak anladığım gündü
Bir süredir üniversitelerde yaşananlara ilişkin gündeme getirilen “muhalif” metinler internette farklı e-posta grupları aracılığıyla e-postama düştüğünde imza atmakta zorlanıyordum. Giderek bu zorlanma imza atmama eğilimine dönüştü ve en son ODTÜ’de öğrencilere yapılan saldırı sonrasında ortaya çıkan hiçbir metne imza atmadığım gibi, gelen farklı tepkileri bile “facebook”da öğrencilerimle paylaşmadım. Ne bir resim, ne bir metin. İki gündür ise Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Elemanlarına yönelik Akit gazetesindeki saldırıyı kınayan bir metnin tasarlandığını ve imzaya sunulmakta olduğunu izlemekteyim ve bu metne de imza vermeyeceğim. Başlığın yukarıda dile getirdiğim eylemlilik/eylemsizlik ile ilgili olduğunu düşünebilirsiniz. Ne yazık ki durum bu değil.
Muhalif metinlere imza atmamış olmaktan dolayı “UTANMIYORUM”. Bu metinlerin tasarlanması aşamasında sanal ortamda bile katılmamış olmaktan dolayı “UTANMIYORUM.” Çeşitli platformlarda yapılmakta olan “nasıl bir üniversite istiyoruz” tartışmalarına bir süredir katılmadığım için “UTANMIYORUM”.
NEDEN “UTANDIĞIMI” aktarmadan önce özellikle altını çizmek istediğim bir mesele var. Bu yazının yazılma nedeni, metinleri hazırlayan, katkıda bulunan, imza veren ve yukarıda sözü edilen türde toplantılara katılanları yerme, eleştirme ve yıpratma amacını taşımamaktadır. Bu arkadaşların her birinin imza atmanın yanı sıra yaşamın içerisinde ya da daha özelde üniversitelerin içerisinde güçleri yettiğince muhalefette kaldıklarına; sistem üniversitenin “kamusal” niteliğinin aşındırılmasına yönelik girişimlerde bulunduğunda, meslektaşlarına ya da öğrencilerine yöneldiğinde/saldırdığında, imza atmanın ötesinde karşı durmak için ellerinden geleni yapmış olduklarına dair inancımı koruyorum.
Ancak bugün geldiğimiz noktaya bakıldığında, sistem topyekun bir biçimde öğrencisinden hocasına, idari görevlisinden hizmetlilerine kadar herkese saldırmışken, sindirmişken, korkutmuşken, işten atmışken, eğitim hakkına son vermişken, sözleşmeli çalışma koşullarına mahkum etmişken, güvenceli kadrolar tek tek ortadan kaldırılıyorken, öğretim kadrosunun en altındakiler uzunca bir zamandır bir kıyıma tabi kılınmaktayken içine düştüğüm çaresizlik duygusundan “UTANIYORUM”.
Toplumun örgütlü olmaya en meyilli kesimini oluşturan üniversite çalışanlarının ve öğrencilerinin örgütlü olmalarına rağmen, kendilerine yapılan saldırılara tek başlarına ya da örgütleri aracılığıyla değil de eş/dost olarak dayanışılarak karşı durulmaya çalışıldığı bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Bu durum en çıplak biçimiyle ODTÜ öğrencilerine yapılan saldırıya ilişkin tepkide ortaya çıktı. Her bir üniversitenin muhalifleri/duyarlıları bir araya gelip kendi imza metinlerini oluşturdular önce. Açıkçası üniversite içerisinde direniş noktalarının bu kadar zayıf olduğu bir dönemde, yaşadığımız imza metni bolluğu hiç de şaşılası değildi. Hangi imza metnine adını vermek gerektiğinin bilinemediği, hatta “ben o üniversitede çalışmıyorum ama o üniversitenin metnine imza attım, yanlış mı yaptım?” gibi soruların sorulduğu kısa bir şaşkınlık döneminden sonra nihayet “bir” imza metni üretilebildi. Bu toplumun örgütlü bir üyesi olarak gelişmeleri tüm çaresizliğimle izledim ve tek bir metin ortaya çıkarılabilmesi için bile ne kadar çaba harcamak gerektiğini gözlemledim (tek bir metnin ortaya çıktığı bile tam olarak anlaşılamadı). Çok açık bir biçimde, var olan örgütlerin (Eğitim-Sen, Öğretim Üyeleri Derneği, Asistan Girişimi, Gitturkiye-forum gibi) oluşan tepkiyi eşgüdümlemedeki yetersizlikleri ortaya çıktı. Tüm üniversitelerde örgütlü olan Eğitim-Sen’den 19 Aralık tarihli basın açıklamasından başka bir tepki gelmedi. Tek tek üniversitelerde Eğitim-Sen temsilcilikleri farklı günlerde farklı biçimlerde ve farklı içerikte bu saldırıya tepki gösterdiler. Yine tek tek farklı üniversitelerin öğrencileri farklı biçimlerde kampus içine/dışına çıkabildiler. Ancak üniversitelerden yükselen direniş/tepki bu kadar parçalı/bölüklü ortaya çıkınca etkisinin de bir o kadar cılız olması kaçınılmazdı. Öğretim elemanlarına ve öğrencilere küfür edilen saldırıya bu kadar cılız bir tepki ile karşı çıkılması yine şaşılası bir durum değildi.
Üniversitelerde yaşanan hukuksuzluk, sindirme, baskı, yıldırma ve korku yöntemleri yeni değil. 1980 sonrasında ortaya çok belirgin biçimde ortaya çıkan bir durum. Ancak uzunca bir zamandır bu yöntemlere maruz kalanlar örgütlü olsalar bile sanki yaşadıkları “kendi biyografilerinden” ibaretmiş gibi bir algılamanın ortaya çıktığı ve giderek başatlaştığı söylenebilir. Son dönemde aklıma gelenler: asistan kıyımları; güvencesiz çalışma koşullarının hizmetlilere dayatılması; çeşitli “index”lere giren makale üretme zorunluluğunun bir kural haline getirilmesi; proje üretmenin yaygınlaştırılması; Bilgi Üniversitesi’nde toplu işten çıkarma; Büşra Erarslanlı ve Onur Hamzaoğlu “vaka”ları ve tabii her bir üniversitede süregiden her öğrenci talebinin soruşturmalarla karşılanması, öğrenciliğine son verme ve biber gazı ile saldırılar… Her ne kadar topyekun bir saldırının parçaları olmalarına rağmen, her birine tek tek ve doğal olarak cılız tepkilerin verilmesinin en önemli nedeni, her birinin bir bütünsellik içerisinde ele alınmayışı aslında. Bu durumun ise tek bir sorumlusu var: ÖRGÜTSÜZLÜK.
Ben “örgütlü” bir bireyim, ama benim bir örgütüm yok üniversite içinde. Benim örgütüm bundan birkaç yıl önce tüm kamu çalışanlarının katılacağı ve kamuda örgütlenmiş tüm sendikaların aldığı ortak “genel grev” kararını, bana bir e-posta aracılığıyla, “dersim varsa, derse girmem gerektiğini” belirten bir talimatla duyurdu. O gün, benim “örgütlü ama örgütsüz” bir öğretim üyesi olduğumu, yüzüme bir tokat gibi vurularak anladığım gündü. Dolayısıyla çaresizliğin giderek ağır bastığı, üniversiteler içerisinde direniş mevzilerinin tek tek aşındığı, ortadan kalktığı ve direnişin birkaç duyarlı öğretim elemanının kişisel çabalarına bağlı olarak ortaya çıkabildiği bir süreç yaşandı.
Benim örgütüm tüm bu süreçte ne yazık ki, bu topyekun saldırının karşısında durabilecek, en azından elde bulunan mevzileri koruyabilecek ve o noktalardan daha geniş ve güçlü bir direnişi yaratabilmenin araçlarını oluşturamadı/oluşturmadı. Şimdi direniş ODTÜ’lü öğrencilerin yürekli başkaldırısının arkasında dizilmiş görünüyor. Ne yazık ki ben bugün şunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. ODTÜ’de, Kars’ta, Manisa’da, Muğla’da, İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da tek tek ODTÜ’lerin arkasında duran öğrencilerimize soruşturmalar açıldığında, onlar terörist suçlamaları ile ifade vermeye çağrıldıklarında ve disiplin cezaları almaya başladıklarında, bir kısmı öğrencilikten çıkarıldıklarında, onlarla birlikte dayanışan öğretim elemanları soruşturma, yıldırma ve baskı yöntemleri ile karşı karşıya kaldıklarında ne yapacağız? UTANIYORUM, evet UTANIYORUM. Yeni imza metinleri yazıp hiçbir şey yapamamanın çaresizliğini gidermek için, başımı önüme eğmemek için onlara da imza mı atacağız? Tek tek duyarlı “öğretim üyeleri” olarak ya da tek tek duyarlı şubeler aracılığıyla basın açıklamaları yapıp, gece yataklarımızda görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığı ve huzuruyla uyuyabilmeye devam mı edeceğiz? Güncelin dayatması ile gelip masanın başköşesine konmuş yeni YÖK yasası ile ilgili bir şey yapacak mıyız?
En azından önümüzde duran, geldiğini bildiğimiz, uzun zamandır köşe taşları oluşturulan bir dönemde; “Üniversite özerkliğinin, bilimin ve eleştirel düşüncenin sistematik olarak yıpratıldığı; üniversitelerin yeni düzenlemelerle piyasa yasalarına teslim edilmesinin amaçlandığı; üniversitenin tüm kadrolarının sindirilmeye çalışıldığı; araştırma görevlilerinin belirsiz bir gelecekle ve güvencesiz çalışma koşulları altında taşeronlaştırıldığı; öğrencilerin en temel demokratik haklarını kullandıkları için sudan sebeplerle şiddet, taciz ve tutuklamalara maruz kaldığı bir dönemde…”
(Gitturkiye-forum grubunun hazırladığı imza kampanyası metninden alınmıştır. Bu alıntının buradan yapılmasının tek ve biricik nedeni üniversitede çalışmaya başladığım günden bu yana tekrarlanan haklı bir replik olmasından ve kolayca elimin altında bulunmasından kaynaklanmaktadır.)
Ne yapacağız?
Tek başımıza yaşadığımız çaresizlik, umutsuzluk ve yenilgi duygusunu aşmanın başka bir yolu olmalı. Eğer üye olduğumuz örgütleri ayağa kaldırmanın mümkün olduğunu düşünüyorsak bunu yapmanın yollarını ortaklaşa bir çabaya dönüştürmek bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Yok eğer bu çabanın nafile olduğunu düşünüyorsak üniversiteler içerisinde var olan direniş potansiyelinin açığa çıkarılabilmesi için yeni yollar ve araçlar üzerine düşünmek, tartışmak ve hemen, ivedilikle yola koyulmak gerekiyor. Ben artık bu “UTANÇLA” yaşamak istemiyorum ve benim gibi hisseden, düşünen çok sayıda insan olduğunu da biliyorum. “Bir şey yapmalı” ama bu metinlere imza atmaktan ibaret olmamalı.
Prof.Dr.Eren Deniz Tol
Muğla Üniversitesi