Bir kez daha söylüyorum, isteklerine gem vur,
‘en yüceyi, en güzeli’ isteme benden,
göreceksin ne iyi geçineceğiz.
“Bir kez daha söylüyorum, isteklerine gem vur,
‘en yüceyi, en güzeli’ isteme benden,
göreceksin ne iyi geçineceğiz.”
(Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, s. 647)
Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabında şeytan İvan’a, bir yandan gülünçlüğü ve güzel olanı yücelterek, diğer yandan da isteklerine gem vurup pasif olmasını talep ederek böyle haykırıyordu. Karamazov Kardeşler’in şeytanı sıradanlaşmış, artık kötülük bile yapamayan bir şeytana dönüşmüştü. Tek önerdiği, pasifizmi yücelten, tutkulardan arındırılmış tatsız bir yaşamdan başka bir şey değildi. Kuşkusuz Dostoyevski bu satırları 1880 yılında yazmıştı. Ancak yazdıkları hala güncelliğini koruyor. İçinde yaşadığımız neoliberal toplumların bir anlamda Karamazov Kardeşler’deki şeytanın isteğini dikkate alarak, tadı kaçmış ve giderek mekanikleşmiş bir yaşam formuna büründüğünü söylemek mümkün. Yani Karamazov Kardeşler’in şeytanı, modern neoliberal toplum kılığında aramıza dönmüş durumda!
Çağdaş toplumda, antagonizmaların, politik çatışmaların ve çoğulluk içeren direniş formlarının sessizliğe gömülmeye çalışıldığı günümüz neoliberal toplumunda, devrimci düşüncelerin kendisi bile “devrimci” özünü kaybetme riski taşıyor. Dolayısıyla devrimsiz Marxism ve yıkıcı olmayan Deleuze ve Nietzsche, bugünün şirketleşmiş ruhsuz üniversitelerinde artık istisnai örnekler olmaktan çıkıp, kuralın kendisine dönüşmüş durumdalar. Dahası, devrim kavramını yoğun olarak etkileyen radikal eleştiri bile neoliberalizmin nihilist ruhu tarafından emilip, etkisizleştirilme riski taşıyor. Kısaca bizimkisi öyle bir toplum ki, eylemden ziyade pasifizmi, cesaretten ziyade korkuyu daha “makul” buluyor. Öyle görünüyor ki, nihilizmin, bireysel ve toplumsal korkuların her çeşidini deneyimlediğimiz bu çağda; pasifizme karşı eylem, korku politikasına karşı cesarette ısrar etmek, bize berbat bir film olarak görünüyor.
O halde soru şu: korkuya karşı cesareti harekete geçirmenin koşulları nasıl oluşturulabilir? Ya da, korkuya karşı cesaret fikrinin nesi kötü? Daha da önemlisi, “isteklerine gem vur, korkmaya devam et!” emir kipiyle iş gören neoliberal post-politika karşısında cesaretle yol alan devrimci bir karşı duruş nasıl sağlanabilir? Özellikle son kapitalist borç kriziyle birlikte iyiden iyiye artan işsizlik ve yoksulluk/yoksunluk, siyasal katılımdan dışlanan kitlelerin her geçen gün çoğalması, uluslararası hukuku ihlal eden hukuksuz ekonomik ve siyasal savaşlar, serbest pazarı ve silah sektörünü kontrol edememe, etnik ve dini savaşlar ve yerinden edilen milyonlarca insan, mafya kartellerinin inanılmaz yükselişi, birkaç egemen devletin güdümünde işleyen uluslararası kuruluşların iflası vb. örnekler, neoliberal politikaların bir sonucu değil mi? Tam da bu noktada korkularımızı bir kenara bırakıp, cesaretin devrimci politikayla içsel ilişkisini ön plana çıkaran karşı bir pozisyon almak gerekmiyor mu?
Korku ve cesaret iki siyasal idealdir. Korkak bireyler üretmek, düzen ve muhafaza tazyik eden karşı-devrimci düşüncelerin en büyük arzularından biridir. Bu yüzden bir duygulam olarak korku ve bir figür olarak korkak birey, karşı-devrimci ideolojilerin adeta besleyenidir. Korku, sürekli istim üstünde yaşayıp aklı askıya almaktır, ruhu tüketir. Korku değişim istemez, içe kapanmacı ve reaksiyoner olması anlamında karşı-devrimcidir. Bununla beraber korku bulaşıcıdır, bahaneler üreterek sürekli kaçar. Kısaca korku soru sormaz, sorgusal çabaya girişmez, hakikatin ifade edilmesiyle ilgilenmez. Korku karşı-devrimin can simidi olup, adaletsizliği ve eşitsizliği onaylar. Özetle, korku karşı-devrimi her daim mutlu etmekle kalmaz, onu yeniden üretir. Korku, bir anlamda karşı-devrimin diğer adıdır.
Örneğin, neoliberal post-politika karşı-devrimci bir ideolojidir. Değişim ve eleştiri yanlısı görünür, ancak adeta bir din haline gelen kapitalizmin meşruiyetini tartışmaya açmaz. Dahası, kendisine karşıt sosyalizm ve komünizm gibi iki tarihsel ve toplumsal ideanın gündeme dahi gelmesini istemez. Radikal değişim düşüncesi yerine neoliberal düzen ve kapitalist üretim biçimlerinin muhafazasından yana olması sebebiyle karşı-devrimcidir. Devrimci düşünceler yerine sürekli yeni ve ifade edilemeyen karşı-devrimci korkular oluşturup, akıl & bilinç kullanımını erteletir, hakikati dile getirmeyi korku rejimleriyle bastırır. Kısaca korkuyu, toplumsalı ve siyasalı belirleyen bir duygulam haline getirip kurumsallaştırır. Ancak karşı-devrimci korkunun asıl korkunçluğu, toplum adına alınan kararların, toplumun çoğunluğu tarafından hiç sorgulanmaksızın onaylanmasıdır. Dolayısıyla korku, karşı-devrimci bir strateji, rejim ve örgütlenme olmaksızın toplumsallaşamaz. Aslında tarih iki kere tekerrür eder; ilkinde devrim, ikincisinde karşı-devrim olarak. Ya da ilkinde cesaret, ikincisinde korku olarak.
Eğer korku karşı-devrim tarafından sürekli örgütlenip, toplumsalı etkileyen “toplumsal” bir duygulam haline gelmişse, cesaretin de devrim tarafından örgütlenip, karşı bir blok oluşturması hayatidir. Yani korku örgütlenmesiz var olamayacağı gibi, cesaret de örgütlenmesiz var olamaz. Örgütlenmiş karşı-devrimci korkuya karşı örgütlenmiş devrimci cesaret. Korkak bireyin, karşı-devrimci ideolojilerin gözbebeği olduğunu söylemiştik. Cesaret ise devrimin gözbebeğidir. Çünkü cesaret, radikal eleştiriyle ve isyankâr neşeyle donanmış halde ödenecek bedelleri de bilerek, hakikati her koşulda ve tüm çıplaklığıyla dile getirir. Kısaca cesaret, karşı-devrimin karşısında konumlanarak korkuyu parçalar. Karşı-devrimci korku tükenişin diğer adıysa, devrimci cesaret yeniden doğuşla eşanlamlıdır.
Bu noktada hayati olan şey ise, karşı-devrimci korku rejimlerinin çözülüşünün, toplumsallığın virtuel karakteri olan devrimci cesarete referans vermeden çözülemeyeceği düşüncesini içselleştirmektir. Neoliberal post-politika, “radikal değişim”i artık hayal bile etmek istemeyen bir toplum düşüncesini hep el üstünde tutar. Aslında neoliberal post-politik toplumlarda her şey siyasallaştırılıp tartışılmış gibi yapılır. Ancak bu tartışma antagonizmaların olmadığı bir tarafsızlık zemininde ve radikal devrimci fikirlerin “kötü”, “terörist” olarak damgalandığı bir düzlemde yapılır. Yani sahte çoğulluklar ve korku rejimleri, radikal devrimci düşüncelerin dolaşıma dahi girmesine izin vermez. Sahte antagonizmalarla yapılan tartışmalar kendi sınırına dayandığında, politikanın kendisi de politik meselelere apolitik çözümler üreterek “güncel” politikaya mahkûm hale gelir ve farklılığın toplumsal gücünün ve değişim isteyen devrimci düşüncelerin ortaya çıkmasını engeller. Bu anlamda sürekli devrim korkusu ve yeni baskı rejimleriyle güncellenen karşı ayaklanma stratejisi, neoliberal post-politikanın temelidir.
Devrim ideasının ise iyimser veya kötümser olmakla bir ilgisi yoktur. O, her şey bir yana, toplumsal değişme düşüncesinin gerçekleşmesine duyulan bir inançtır. Devrim, karşı-devrimci korku toplumu düşüncesinin karşısına başka bir boyut olarak cesareti ve radikal değişimi koymaya duyulan güvendir. Anlamın her türlüsünü nihilizm ve korkuyla kapı dışarı eden karşı-devrimci düşüncelerin güdümündeki bu neoliberal çağda, hayatın sahici bir olumlaması devrimci cesarette ikamet eder. Çünkü cesaret, karşı-devrimci korkuya karşı devrimi her zaman yoğun bir tutkuyla düşünür. Dolayısıyla bugün, hangisi devrim düşüncesinden daha vakitli olabilir ki?
Ali Rıza Taşkale
Sheffield Üniversitesi,
Doktora Öğrencisi,
a.taskale@sheffield.ac.uk