Ordu Üniversitesi Ünye İ.İ.B.F Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım’a geride bıraktığımız 2012 yılında Ortadoğu ve Türkiye’de öne çıkan önemli gelişmeleri sorduk. İki bölüm halinde yayınlayacağımız söyleşinin ilk bölümünde Yıldırım’ın Arap Baharı ve genel olarak Türk dış politikasıyla ilgili açıklamalarına yer veriyoruz Genel olarak Arap Baharı olarak bilinen gelişmeler çerçevesinde 2012’yi […]
Ordu Üniversitesi Ünye İ.İ.B.F Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım’a geride bıraktığımız 2012 yılında Ortadoğu ve Türkiye’de öne çıkan önemli gelişmeleri sorduk. İki bölüm halinde yayınlayacağımız söyleşinin ilk bölümünde Yıldırım’ın Arap Baharı ve genel olarak Türk dış politikasıyla ilgili açıklamalarına yer veriyoruz
Genel olarak Arap Baharı olarak bilinen gelişmeler çerçevesinde 2012’yi nasıl değerlendirebiliriz?
“Arap halklarının demokratik talepleri esir alındı”
Deniz Yıldırım: 2012’de dünya genelindeki en önemli gelişmelerden birisi, 2011 başında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın geçirdiği evrimdi. 17 Aralık 2010’da Tunus’un Sidi Bouzid kentinde seyyar satıcı Muhammed Bouazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan bu süreçte 2012 yılında da değişiklikler ve hızlı dönüşümler gerçekleşti. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesine giden iç savaş süreci, Arap Baharı’nın NATO merkezli bir operasyona dönüşmesi ve toplumsal enerjinin emperyalist denetim mekanizmaları eliyle boynunun vurulması çabalarıyla ilerledi. Sonuç, Libya petrollerine emperyalist devletlerin daha iç savaş sürerken muhalefetle yaptığı destek anlaşması üzerinden el koyması oldu.
Özellikle Libya merkezli olaylara baktığımızda örneğin Kaddafi’nin zalim bir şekilde katledilmesi görüntüleriyle ortaya çıkan şey, sistem açısından işlevsizleşmiş diktatörler üzerinden bölgesel ve küresel mesajlar verilmesiydi. Elinde “sopa göstermek” dışında bir seçenek kalmamış bir güçten söz ediyoruz tabi burada; içeride her silahlananın okul, sinema basıp çocukları katlettiği bir ülkenin ve onun etrafında şekillenen bloğun elindeki hegemonik araçların tükendiğinin de göstergesiydi bunlar. Nitekim daha geçtiğimiz haftalarda Nobel ödüllü Orhan Pamuk tarafından Esad’a savrulan “sonun Kaddafi gibi olur” tehdidi, tam da bu görüntüler üzerinden kültürel alandan yeniden üretilen Atlantik merkezli tehditlerin boyutlarının işaretiydi. Dönem öyle bir dönem ki, kimin kalemi kimin silahı tuttuğu belli değil.
İkincisi 2012 bir şeyi tekrar tekrar ortaya çıkarmış oldu diyebiliriz. Devrimci dönüşümler bekleyen Arap halklarının en büyük dezavantajı, tüm devrim süreçlerinde karşılaşılabilecek olan dağınıklık ve örgütsüzlüktü. Araplar bu sürece Arap Devrimi demeyi tercih ediyorlar. Tamam ama kitleselleşen öfke seli, daha çok “yıkma” odaklıydı; oysa devrim aynı zamanda yerine “yeni”yi kurma eylemidir. Çünkü yıkıp yerine kuracağın bir devrimci alternatifin yoksa, programsız, merkezsiz ve çözümsüzsen, sistem buradaki enerjiyi soğurmak ve sertçe önünü kesmek için ezilenlerden çok daha hızlı hareket edebilir. Gramsci’nin bu süreçleri çözümlerken kullandığı pasif devrim kavramlaştırması bu yüzden özellikle böyle bir çerçeveden okunarak önemsenmeli diye düşünüyorum. Özellikle Tunus ve Mısır’daki durum İslami hareketler eliyle Gramscici anlamda devrimlerin sistem güçleri tarafından eylemsizleştirilmesi, silahsızlandırılması olarak tarif edilebilir. Ancak bunun o kadar da kolay olmayacağını Aralık ayında, yani bu yıl biterken Mısır’da yaşanan gelişmeler açıkça göstermiş oldu. Dolayısıyla karşımızda bir “süreç” var ve denetleyici güç olarak sistemin tepesine oturtulan aktörlerle ve onların piyasacı programlarıyla kontrol edilmesi güç bir politik ve toplumsal enerji hala açıkta. İslami hareket ve partiler yaranın üstüne sadece bant çekebiliyor; ama kan dışarıya sızmaya devam ediyor. Dolayısıyla piyasacı ve NATO destekli İslamcı iktidarların 2008 krizinin yarattığı daralma ve sınıfsal sıkışmalarla da paralel olarak, artan oranda baskıcılaşacağı bir dönem var önümüzde ve zaten biz bunu epeydir görüyoruz burada da. Birkaç gelişme ekseninde bunların etkilerini bütün Ortadoğu’da da göreceğimiz muhakkak. Bunlar; özellikle alt ve orta sınıf gençlerin artan siyasallaşması; orta sınıfların hızlanan proleterleşmesi; bu enerjinin bu ülkelerdeki emekçi hareketle ortaklaşma zeminlerini yoklamaya başlaması, ekonomik alana sıkışan taleplerin ezilenler lehine demokrasi talebi ve inşası üzerinden siyasallaştırılması olasılığı ve son olarak sokak siyasetinin yükselişi. Halk hareketinin Tunus’tan başlayarak diktatörlüklere karşı sokak siyaseti geliştirmesi, aslında diktatörlük rejiminde halkın tepkilerini, beklentilerini olağan, demokratik yollardan devlete ulaştırmalarını sağlayacak ara mekanizmaların olmamasından kaynaklanıyordu. Sistem içi temas ve katılım mekanizmalarının olmadığı ya da adım adım tasfiye edildiği her ülkede sokağın siyasallaşması kaçınılmaz. Bu siyasallaşma bir yandan rejimlerin baskı dozunu arttırıp daha fazla açık şiddete yönelmesine; diğer yandan da ezilenlerin kendi yönetme modellerini bizzat sahada, içinde yaşadıkları sokakta, mahallede, okulda, işyerinde, meydanlarda deneyimleyerek ikili iktidar durumları yaratmalarına da kapı aralayabilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Önümüzdeki yıl bu olasılıkları da izleyeceğiz.
Mısır’daki gelişmeleri ve Mursi’ye tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Tahrir ruhu demokrasi istiyordu”
Zaten Mısır’da bunların işaretlerini görebiliyoruz. Burada başlangıçta sözkonusu olan şey, Tahrir’de öne çıkan büyük enerjinin denetim dışına çıkmasını önleyecek bir projeye başvurulmasıydı. Sistem açısından, bu büyük enerjiyi denetlemek için İslamcı partiler dışında bir yönetme seçeneği kalmadı. Nitekim bu da Müslüman Kardeşler olarak bilinen hareketin Mısır tarihinde ilk kez siyasi parti kurup seçimlere katılmasına yol açtı. Tabi bu süreçte Türkiye modelinin Mısır’a yansıdığı söylendi, konuşuldu. Ama İslami hareketlerin ya da partilerin, sistem içine çekildiği, sistem tarafından iktidar verilerek terbiye edildiği bir dönemi anlatıyor bu model. Yani iktidar karşılığında da radikalleşmelerini önlemek ve toplumsal enerjiyi denetim altına alarak eylemsizleştirmek. Bu karşılıklılık ilişkisini gösteriyor. Dolayısıyla İslamcı partiler neoliberal, NATO/ABD destekli programlara bağlılık karşısında iktidara ulaşmaya ve toplumsal enerjiyi denetleme ve muhalefeti dağıtma programı karşılığında da bu ülkelerin daha da dinselleştirilmesi hedefine kilitlenmeye başladı. Mısır’da da bu yapıldı. Dolayısıyla karşımızda AKP’nin İhvanlaşması, İhvan’ınsa AKP’leşmesi gibi çiftyönlü işleyen bir süreç var diye düşünüyorum. Oysa Tahrir ruhu gerçek demokrasi istiyor.
Bu modeli nasıl okuyabiliriz 2012’de Mısır’da yaşanan gelişmeler çerçevesinde?
Önce geri plana bakalım. İnsanların bir kısmı bu tarz hareketleri, ayaklanmaları doğrudan Batı’nın kışkırttığını düşündü, tabi Türkiye’de de böyle düşünenler oldu. Bir kısmı da emperyalist devletlerin hiç müdahalelerinin olmadığını savundu. Aslında iki görüş de tam olarak gerçekliği yansıtmıyor. Ortada bir halk hareketi vardı, fakat bu halk hareketinin yöneleceği devrimci bir alternatif merkez yoktu. Yani siyasi bir seçeneği, çözüm alternatifi yoktu. Ve bu yüzden de devrimin gündemi Mısır Müslüman Kardeşler örgütü tarafından esir alınmaya çalışıldı. Amerika ve genel olarak Atlantik sisteminin güdümünde, neo-liberal dediğimiz, piyasacı bir İslamcılık anlayışı iktidara getirildi. Nitekim bu yönetim özellikle İsrail’in son Gazze katliamı sırasında müzakereci bir rol kaparak Obama’dan “aferin” almayı başardı ve bu olayın ertesi günü Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin ilk yaptığı şey, bir başkanlık kararnamesiyle ülkedeki tüm yetkileri elinde toplamak oldu. Buna bir tür hükümet darbesi adını verebiliriz. Bunun aslında bu yeni rejimlerle ilgili bir turnusol kağıdı işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. Çünkü bu olay sistemin iç ve dış tüm bileşenleriyle bakıldığında, Ortadoğu’daki toplumsal enerjiyi baskıcı (maddi ve manevi anlamda zorlayıcı) rejimler dışında bir seçenekle karşılayamayacağını gösterdi. Halkın ekonomik ve siyasal anlamdaki beklentileriyle, bu ülkelerin başına geçirilen rejimlerin piyasacı ve despotik karakteri arasındaki mesafenin açılmasının, önümüzdeki süreçte yeni mücadeleleri de belirleyeceğinin ilk işaretlerini böylece yine Mısır’dan almış olduk. Çünkü Tahrir Meydanı yeniden hareketlendi, günlerce halk yeniden burayı doldurdu, nöbetler tuttu, farklı şehirlerde yaşayan insanlar Mursi’nin diktatörlüğüne karşı kendi direniş modelleri üzerinden katılımcı karar ve yönetim modellerini sınamaya başladılar. Özellikle Mahalla al Kübra dediğimiz bölge çok önemliydi. Emekçi nüfusun ağırlıklı yaşadığı bölgeler buraları. Ve bütün bu yaşananlar, devrimin aslında Müslüman Kardeşler tarafından kafasına çuval geçirilemediğini, başına geçirilmeye çalışılan çuval sonrasında halkın demokrasi talebinden vazgeçerek evlerine geri çekileceği düşüncesinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gösterdi. Şimdi Tahrir ruhu, sadece siyasal anlamda bir demokrasi talebinin ötesine geçebilecek potansiyele kavuşup özgürleşti diyebiliriz. Nitekim Aralık ayında anayasa oylaması yapıldı. Oylamada da yüzde 32 gibi çok düşük bir katılımla yüzde 63 evet oyu çıktı. Yani bu kadar kısa sürede liberal kriterlerle bile meşruluğu ortadan kalkmaya başlamış bir iktidar var Mısır’da ve Türkiye’de uygulanan tasfiye ve yeni rejim inşası sürecine benzer şekilde, muhalif gruplara “darbe planlaması” suçlamasıyla operasyon yapılacağı yönünde açıklamalar basına yansımaya da başladı. Bu açıklamaları Mursi’nin tüm yetkileri elinde toplamasının ardından atadığı yeni Başsavcı yaptı. Anlayacağınız Türkiye modeli Mısır’da iyi anlaşılmış. Baskıcı, piyasacı ve dinselleştirme üzerinden toplumu denetleyen yeni NATO konsepti eliyle Ortadoğu halklarının devrimci enerjisinin soğurulmasına dönük bu projenin geleceğini sadece kararlı karşı duruş değil, halkın devrimci temelde karşı alternatifler geliştirmesi, kendi örgütsel ve siyasal formlarını yaratması da belirleyecek. Ama 2012 biterken rahatlıkla söyleyebiliriz ki bütün bunlar çok kısa sürede, Batı merkezli ılımlı İslam programlarının halkın ekonomik ve siyasal beklentilerini karşılamaktan uzak karakterde olduğunu açığa çıkaran 2012’nin derslerle dolu gelişmeleri arasında sayılabilir. Artık önümüzdeki süreçte göreceğiz ki sistemin Ortadoğu’yu ılımlı İslamcı seçenekler üzerinden denetleme stratejisi hızla çözülecek. Özellikle sol/sosyalist siyasal hareketlerin baskıyla silindiği ya da eski rejimlerle bütünleştiği zeminde yükselen İslamcı hareketlerin Ortadoğu’da yapageldiği şey, toplumsal ve siyasal anlamda adalet ve demokrasi söylemini ya da talebini sömürgeleştirmek olmuştu; şimdi ilk kez iktidar yolu açılan ve sınıfsal, siyasal karakterleri hızla belirginleşen bu İslamcı projeler karşısında gerçek adalet, eşitlik ve demokrasi talebinin üzerinde örülebileceği yeni bir siyasal zemin var yıllar sonra. Fakat tekrar etmeliyim; temel sorun, yerine neyin kurulacağı konusundaki boşluk ve seçeneksizlik. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi. Toplumsal muhalefetin her damarı açısından artık rejimin despotik karakterini ve dönüşümünü tespit etmek işten bile değil; ancak yerine bir seçenek örmekten de uzak duruyoruz hala. Yani “eskinin öldüğü, ama yeninin de doğmadığı” bir ara dönemi temsil ediyor 2012.
2012’nin özellikle Suriye merkezli gelişmelerine gelirsek. Bu konuda neler söylersiniz?
Bir buçuk yıldır biz her sabah “zalim Esed’in” devrileceğini söyleyen bir medya-iktidar diliyle uyanıyoruz. Ama her nasılsa bir türlü o “Esed” devrilmiyor. Çünkü burada başka bir mecraya girdi Arap Baharı dediğimiz süreç. Gerçekten halkın Tunus’ta, Mısır’da olduğu gibi ayaklanıp, demokrasi talebini aşağıdan örgütlemeye başlamasından en çok da egemen güçler korkar. Bundan korktular. Fakat Suriye’de işin başka bir boyutu oluştu. Suriye, Türkiye’nin başta Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan olmak üzere Körfez Ülkeleri’yle birlikte Atlantik sistemi adına kendi gücünü üstünde sınamak istediği bir laboratuara dönüştü. Yani içeride çok büyük bir güç topladığını sürekli olarak polisiye tedbirlerle göstermeye çalışan bir iktidarın artık bu gücü dışarıya yansıtma arayışlarının da başlangıcı oldu Suriye. Türkiye’nin Napolyon Savaşları denemeleri de diyebiliriz; ancak Atlantik şemsiyesi ve himayesi altında. Hem 2008 krizinin yarattığı sıkışma hem de dünyada oluşmaya başlayan yeni jeopolitik denge açısından düşünüldüğünde Suriye, içinden birçok fay hattını geçiren, kırılgan bir deprem bölgesi. Sınıfsal, etnik-mezhepsel ve uluslararası gelişmeler açısından bakıldığında burada Ortadoğu ve yeni dünya dengesi duvarına toslandı. Çünkü hükümet, Suriye’de sadece Suriye’yle hesaplaşacağını düşündü. Halbuki Suriye merkezli gelişmeler, dünyanın yeni jeopolitik fay hatlarını içinden geçiriyordu. ABD’nin, Körfez ülkelerinin ve genel olarak NATO ittifakının karşısına İran, Irak, Suriye, Rusya ve Çin ve genel olarak Latin Amerika ülkeleri dizildi. Bir tarafta Suriye operasyonuna bölgedeki yüklenici kuvvetler üzerinden abanan Amerika ve NATO güçleri, diğer tarafta ise Suriye operasyonu karşısında ses çıkartmaya başlayan başta İran, Irak, Lübnan ve onların arkasında da Rusya ve Çin bloğu. Tüm bu gelişmeler, artık dünyanın yeniden iki kutuplu olduğunu açığa çıkardı. Yani Suriye sadece Suriye olarak okunamaz. 2012’de iyiden iyiye belirginleşen bu yeni yarılmanın önümüzdeki yıllarda temel birçok gelişmeye etki edeceğini ve belirleyici karakter kazanacağını öngörebiliriz.
Yani Suriye üzerinden biz şu anda dünyadaki yeni kutuplaşmayı da tartışıyoruz. Hükümet ve özel olarak da Dışişleri Bakanı Davutoğlu burada hesap hatası yapan aktör oldu. Sanıldı ki Suriye gerçekten dişe göre.Bu, uluslar arası ve bölgesel anlamda bir tür rüştünü ispatlama ve Türkiye’de aktör olarak vazgeçilmezliğini perçinleme operasyonu olarak hesaplanmış görüntüsü var. Esad devrilir, hem Türkiye’deki muhalif güçlere bir mesaj verilmiş olur hem de ABD’nin koruyucu şemsiyesiyle hesaplaşılmadan, onun altında, onun yapamadıklarını onun adına yapmaya çalışan bir bölge düzeni oluşturulur. Hayaldi ve gerçek olamadı. Diğer taraftan 2008 kriziyle birlikte pazar imkanları daralan sermaye grupları için de yeni sömürge alanları yaratılması ihtiyacı bu güdüleri besledi. Avrupa’daki kriz, Türkiye’nin geleneksel ihracat pazarlarının payını yüzde 60’lardan yüzde 30’lara geriletti. Tüm bu bileşenler çerçevesinde gelişen yeni politika, toplumun kabul etmesi için yerli ve emperyal bir vizyonla hegemonik bir şekilde “Yeni Osmanlıcılık” olarak sunulmaya çalışıldı. Dışarıda düşman yaratan bu dil, içeriye de uzun süredir “iç düşman hukuku” üzerinden yansıyordu zaten. O yüzden böyle bir sınamanın gerçekleşmeyeceğini düşünmek saflık olurdu. İçeride gerçekleştirilen tasfiyeler sonrası merkezileşen gücünü dışarıda da sınamak istedi Hükümet. Sonuçta, “Sıfır Sorun” diye yola çıkıldı; oysa Suriye’ye yabancı terör unsurlarının sevkine izin veren, bakanları Irak yolunda havadan geri çevrilen; İran tarafından “yeni bir dünya savaşına kapı açmakla” suçlanan bir ülkeyiz şu anda.
Özellikle NATO’nun ülkemiz topraklarında artan rolü ve Türkiye’nin Suriye’deki milislere topraklarını açması konularını 2012 biterken nasıl değerlendirmeli bu durumda?
Bu iki gelişmeyi değerlendirmeyi önemsiyorum. 2012’de özellikle Türkiye topraklarının Suriye yönetimine karşı silahlandırılmış militan unsurlarla doldurulduğunu, bu unsurlara buradaki kamplardan Suriye’ye geçip savaşmalarına izin verildiğini ve hatta CIA ajanlarının bölgede cirit atıp koordinasyon merkezini Antakya ve Adana’ya taşıdıklarını özellikle New York Times ve Independent gibi önemli Amerikan ve İngiliz gazetelerinden öğrendik. Yani Türkiye hükümeti, başka bir devlete karşı silahlı güç barındıran ve bunu üsler vererek yapan bir ülke görünümü yarattı Suriye üzerinden. Burada özellikle emirliklerle yönetilen, demokrasiyle ilgileri olmayan, yozlaşmış Körfez rejimlerinin desteğiyle, finansmanıyla gerçekleşen bir operasyon olduğu artık tüm dünya basınının gündeminde. Dolayısıyla, Bahreyn’de Şiilerin diktatörlüğe isyanına karşı Suudi tanklarını gönderip bastıran güç kimse, Suriye’de de Esad rejiminin üstüne bu militanları silahlandırıp gönderen uluslar arası güç/merkez aynı. Körfez ülkelerinin petro-dolar rejimi üzerinden bağlandıkları sistem düşünülünce, bu sürecin finansman ayağının dolaylı olarak nereye bağlandığı, hangi çıkar ağlarının bölgede Suriye üzerinden pekiştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkar. O nedenle özellikle kriz ortamında Körfez sermayesine daha da bağımlı hale gelecek olan Türkiye’nin (kentsel rantın paylaşılması ve finansallaşması üzerinden düşünürsek bölgesel teşvik yasasından mütekabiliyet yasasına; enerji yatırımlarından sukuk çıkarılmasına kadar bir dizi etken dahilinde) alt-emperyal bir pozisyonu temsil etmekten oldukça uzak olduğunu da belirtelim; zira bu süreç esas olarak kendi aralarında zaman zaman taktiksel ayrılıklar olsa da, Körfez ülkelerinin (BAE, Katar, Suudi Arabistan) hem ekonomik denetimi hem de siyasal korkuları tarafından da belirleniyor ve bu ülkelerdeki petrol, inşaat ve finans merkezli dolar hegemonyasının haraç alırcasına sürdürülmesi zemininde yükseliyor. Dolayısıyla ABD’nin dolar hegemonyası ve haraççı sistemi çerçevesinde hareket eden bir alt-emperyal kuvvet arayacaksak bu gizli aktör şu anda Körfez İşbirliği Konseyi’dir diyebiliriz. Sermaye dinamikleri açısından Türkiye buradan gelecek paraya şu anda krizin finansmanı açısından büyük bir bağımlılık içinde. Bu tespiti iyi yapmazsak, meseleyi sadece “ama Esad da diktatör” gibi bir yerden okumaya sıkışırız ki; o zaman Suriye’de rejim değişikliği talebini isteyen Körfez ülkelerinin emirlik rejimlerinin ve Türkiye’nin tavrının demokrat bir tutum olduğu gibi bir izlenim oluşabilir ve Körfez ülkelerinin petrol ticaretini dolar üzerinden yaparak hegemonyasının sürmesine katkı verdikleri ABD’nin bu süreçteki rolü görmezden gelinmiş olur. Evet Esad baskıcı bir rejimin tepesinde oturmaktadır; buna karşın Tahrir ruhu gibi bir ruh da Şam sokaklarında hiç oluşmamıştır. Suriye ile Mısır’ı aynı kefeye koyanlar burada büyük yanılgı içinde. Gerçekten değişim isteyen Suriyeliler’in gündemi, Batı, Türkiye ve Körfez ülkeleri tarafından desteklenen silahlı militanlar tarafından esir alınmış durumda ve bu şekilde kurulan rejim demokrasi değil, olsa olsa sömürge tarzı bir faşizm olur.
Belirtmek istediğim diğer nokta ise, 2012’de Türkiye topraklarının Büyük Ortadoğu Projesi konsepti çerçevesinde Suriye’deki gelişmeler üzerinden NATO’ya daha da bağımlı hale getirildiğidir. Özellikle 2004 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen NATO’nun BOP Zirvesi’nde alınan kararların 2012’de Suriye’deki gelişmeler üzerinden uygulanmaya başladığını gördük. Bunları şöyle sıralayabiliriz: NATO’nun Avrupa’daki Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın İzmir’e taşınması kararı, Libya’ya dönük havadan NATO saldırısının İzmir’deki NATO üssünden komuta edilmesi; Malatya-Kürecik’te özellikle jeopolitik açıdan Rusya ve İran’ı hedef aldığı izlenimi veren bir radar sisteminin yerleştirilmesi, yine Türkiye topraklarına NATO’nun Patriot füze bataryalarının yerleştirilmesi ve son olarak da İsrail’e NATO konusundaki sözde ambargonun kaldırılması sonucunda NATO’nun Akdeniz’de, yani Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde doğrudan askeri operasyonlar yapabilmesine dönük İsrail’i de içine alan yeni mutabakat. Tüm bunlar, 90’lı yıllarda ABD’nin Soğuk Savaş sonrası politikalarında Türkiye’nin merkezi bir yer tutacağı yönündeki saptamaları ekseninde düşünüldüğünde, giderek ülkemizin krizlerle çözülen Atlantik sisteminin sınırında bir “cephe ülkesi”ne dönüştürüldüğünü gösteriyor diyebiliriz. Türkiye’yi NATO’nun ileri karakolu yapma hedefi, Türkiye’yi tüm komşularıyla ve büsbütün dünyanın Batı dışı bloğuyla düşmanlık safına sokuyor. 2012’yi dış politika açısından analiz ederken, bu boyutu gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Çok teşekkür ederiz.
* Söyleşinin 2 sayfalık hali, Ulvi Gündoğdu – Gazete OkuYorum http://www.gazeteokuyorum.org adresinde yayımlandı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.