AKP’yi böylesine bir sivil toplumcu kapasite üzerinden açıklamak, günümüzde bu aktörün devlet aygıtları içinde “baskı” merkezlerine bu kadar yaslanmasının nedenlerini izah edemediği gibi; onu sınıfsal ve siyasal zemindeki işlevleriyle analiz etme imkanlarını kapatıyor Teoriyi donuklaştırmamak için, pratikteki hızlı dönüşümleri iyi okumalıyız. Yurt Gazetesi’nin Kültür ekinde 15 Aralık’ta yayımlanan Cihan Tuğal söyleşisinden ve onun özellikle AKP’nin […]
AKP’yi böylesine bir sivil toplumcu kapasite üzerinden açıklamak, günümüzde bu aktörün devlet aygıtları içinde “baskı” merkezlerine bu kadar yaslanmasının nedenlerini izah edemediği gibi; onu sınıfsal ve siyasal zemindeki işlevleriyle analiz etme imkanlarını kapatıyor
Teoriyi donuklaştırmamak için, pratikteki hızlı dönüşümleri iyi okumalıyız. Yurt Gazetesi’nin Kültür ekinde 15 Aralık’ta yayımlanan Cihan Tuğal söyleşisinden ve onun özellikle AKP’nin iktidar sürecini Gramsci’nin pasif devrim kavramı üzerinden okuyan yaklaşımının donuklaşmasından söz ediyorum. Emeğine saygım büyük; buna karşın kitabına ve bazı teorik ısrarlarına itirazlarım var.
Kavram seti
Bu itirazların özellikle genel teorik mahiyeti hakkında çok şeyler söylendi; hatta sosyal bilimler dergisi Praksis’in editörlüğünü benim ve Ebru Deniz Ozan’ın üstlendiği “Yeniden Gramsci” başlıklı 27. sayısında bu yönde önemli bir eleştiriyi Nottingham Üniversitesi’nden Adam David Morton yaptı ve Cihan Tuğal bu eleştirilere aynı sayıda yanıt verdi. İlk itirazımın, Dr. Morton’a katılarak, Gramsci’nin kavram setiyle Weberci içeriği birleştiren anlayışa olduğunu belirtmeliyim, ilgilenenlere ısrarla ilgili sayıyı bulup makaleyi okumalarını öneriyorum. İkinci itirazımsa, Tuğal’ın pasif devrim kavramlaştırmasını sadece karşıt hegemonya potansiyeli taşıyan unsurların sistem içine çekilmelerine dönük, sınıf ilişkilerinden ve siyasal süreçlerden epey bağımsız bir “transformizm”e, yani “karşıt unsurların dönüştürülmesi” vurgusuna hapsetmesine.
Dönüşüm
Oysa Gramsci’de tek başına transformizm ya da karşıt unsurların boynunun vurularak pasifleştirilmesi, etkisizleştirilmesi; bu unsurları düzen açısından yegane siyasal hegemonya projesi yapmaya yetmiyor. Örnek mi? Egemenler açısından 12 Eylül darbesi sonrasında “boynu vurulan” ya da yazdıklarıyla sistemin sopasına dönüştürülen bir dizi eski sosyalist aydının (yaygın bilinen adıyla döneklerin) varlığı üzerinden sistemin soğurma kapasitesini ve aydınlarla ilişkisini tartışmak başkadır; bu dönüştürülen unsurlar eliyle yönetmeyi öğrenmek ya da tıkanan/krize giren siyasal hegemonya olanakları karşısında iktidar alanı açılan bu unsurlarla eklemlenmeyi öğrenmek başkadır. Dolayısıyla, transformizm, pasif devrimin bir öğesidir; ancak tek öğesi değildir.
Pasif
Pasif devrimde öne çıkan, bu ideolojik soğurmanın yanında, devletin kuvvet aygıtları temelinde merkezileşen sınıfsal ve siyasal rolüdür. Pasif devrimde parti devletleşmekte, devlet partileşmektedir. Yani sadece transformizm üzerinden yapılacak çözümleme AKP’yi sivil toplum alanı üzerinden okumaya hapseder; pasif devrimlerin otoriterleşen devlet pratikleri temelindeki sınıfsallığına bakmaksa bizi bugünkü baskıcı AKP’ye çıkarabilir.
Tam da buradan hareketle üçüncü itirazımı sunabilirim. Gramsci denilince hemen aklımıza rıza ve ikna süreçleri geliyor ve bu kaçınılmaz olarak iktisadi, kültürel ve dinsel öğelerin eklemlenmesini gündeme getiriyor. Oysa sivil toplumcu yorumları bir kenara bırakarak, Gramsci’nin hegemonya süreçlerine “zorun gölgesinde örgütlenmiş rıza” olarak baktığını ve hegemonyayı maddi bir süreç olarak okuduğunu fark edebiliriz. Kaldı ki Gramsci’nin pasif devrim kavramı da, hegemonya süreçlerinin krizine atfen bu zorlama unsurunun “yukarıdan aşağıya” ve “boyunları vurarak” ilerlediğine ve yine bu nedenlerle alt sınıfların her türlü karşı hegemonya pratiklerinin eylemsizleştirilmesinde daima baskının gölgesinde rıza faktörüne yaslandığına işaret ediyor. Buna karşın Tuğal’ın kavramlaştırmasında hegemonya süreçleri açıklanırken “rıza” ve “ikna”ya aşırı yaslanan bir kapasite görüyoruz ki bu kaçınılmaz olarak sivil toplumcu yorumların gizli bir yeniden üretimine dönüşebiliyor. AKP’yi böylesine bir sivil toplumcu kapasite üzerinden açıklamak, günümüzde bu aktörün devlet aygıtları içinde “baskı” merkezlerine bu kadar yaslanmasının nedenlerini izah edemediği gibi; onu sınıfsal ve siyasal zemindeki işlevleriyle analiz etme imkanlarını kapatarak, karşı hegemonya imkanlarını da politik karakterde aramaktan bizi uzaklaştırıyor. Siyasal bir saldırı, siyasetle göğüslenir oysa. AKP’yi geride kalan süreçte, kuvvet ilişkileri, zor aygıtlarına yaslanma kapasitesi ve bu aygıtlar içinde ve arasında yarattığı dönüşümlerden ve sağladığı kontrolden bağımsız olarak salt rıza üzerinden ilerleyen bir dönüşüm hikayesi gibi okumak ve “düzen”e dışsallaştırmak mümkün değil. Kuvveti eline geçirip devletleşen bir aktöre, içine doğduğu hegemonik kriz koşullarından bağımsız bir kesintisizlik atfetmek yerine, BonaPartizan bir karakter veren dönüşümleri anlamayı önüne koyan yeni analizlere ihtiyacımız var.
Karşı hegemonik rol
Gelelim dördüncü itiraza: Tuğal’ın Siyasal İslam’ın sistem içine soğurulması ve sistem adına alt sınıfları denetler hale gelişi üzerine yaptığı analizlerde, Siyasal İslam’ın 90’lı yıllardaki macerasına, olduğundan daha fazla “karşı hegemonik rol” atfetmesini de sorunlu buluyorum. Siyasal İslam’ın neoliberal sermaye birikim dinamikleriyle uyumlulaşmış yorumlarının bu harekete dışsal olmanın yanında, kendi üzerinde yükseldiği sınıf kesimlerinin beklentileri ve palazlanma programları temelinde gayet içsel de olduğunu düşünmeliyiz halbuki. İslamcılık, üzerinde yükseldiği dönüşüm programı sayesinde egemen sınıfların aktifliğine; denetim altındaki emekçi sınıflarınsa pasifliğine hizmet eden bir ideolojik ve siyasal programa sahip ve bu denetleme işlevini kuşkusuz ki 2001 krizi sonrasında iyice akutlaşan yönetme krizi karşısında tüm iktidar bloğu bileşenlerinin hizmetine güncelleyerek sunduğu için zaten “düzen”in içinde. Bu işlevi 90’lı yıllardan itibaren belediyelerde hem sermaye birikiminin ve hizmetlerin neoliberal tarzda yürütülmesi, hem de istihdam ilişkilerinin güvencesizleştirilmesi yoluyla sınamış ve maddi süreçlerde programlaştırmış bir aktörden söz ediyoruz.
Alt sınıflar
Böyle bir sınıfsal temelde İstanbul, Ankara, Kayseri gibi büyükşehirlerde, alt sınıfların neoliberal popülist tarzda yerlileşmiş hayırseverlik pratikleri üzerinden düzen adına denetlenmesi programı, sınanmış bir program olarak 2002 sonrasında, krizdeki iktidar bloğunun genelleştirilmiş hizmetine sunulduysa, burada pasif bir dönüşümden ziyade aktif bir karşılıklılık ilişkisi bulunduğunu da belirtmeliyiz. Sermaye içi eklemlenmelerin bugününü de ancak böyle anlamlandırabiliriz.. Bu sürecin sonunda burjuvazinin yönetme krizine merhem olmak karşılığında AKP’nin İslami burjuvaziye daha fazla yer açabildiğini görmekse çok da zor değil. Daha geçtiğimiz günlerde TÜSİAD Başkanı Boyner’in bu yeni burjuvaziye daha fazla yer açıldığını kabul etmesi de; köprü ihalesi öncesi Rahmi Koç’un “Türkiye’ye başkanlık sistemi yakışır” primleri dağıtması da bu karşılıklı aktivasyonla ve düzeniçi eklemlenmelerle anlamlı. Bu nedenle Türkiye’de İslamcılığın dönüşümünü sosyalistlerin düzen içine çekilmesi programının şiddeti ve mahiyeti ile özdeşleştirerek İslamcılığı “düzen”e aşırı dışsallaştıran okumalar yapmak; bu “muhalif” potansiyelin bugün nasıl da “düzen”in kendisi haline gelebildiğini açıklamaktan bizi alıkoyar.
Kaldı ki, İslamcı muhalefetin düzenle bütünleştirildiğine vurgu yapan bir dışsallık, bizi bu muhalefeti düzendışı bir yerde konumlandırmaya itmekle kalmıyor; aynı zamanda “düzen” denilen merkezin karşıt unsurları soğurma kapasitesine de olduğundan fazla anlam atfetmeye zorluyor. Bu bakımdan; siyasal rejimin otoriter dönüşümünü, AKP’nin büyük burjuvazi ile sermaye birikim dinamikleri üzerinden geliştirdiği ekonomik iktidar karşılığında siyasal iktidar pazarlığını, devlet aygıtları içinde ve üzerinde yürütülen operasyonlarla bu partinin devletleşmesini; karşı hegemonya potansiyeli taşıyan en kısık sesin bile kriminalleştirilerek “terör”le özdeşleştirilmesini; “tuvalle, şiirle ve kürsü”yle sembolleşen ideolojik rıza süreçlerinin bu merkez tarafından ideolojilerle ve ikna süreçleriyle değil, bizzat kuvvete yaslanılarak göğüslenmesini dikkate almadan yapılacak her analiz, AKP’ye dair “dışsal” rıza teorilerini yeniden üretir. Oysa AKP bugün tam da bu ilişkilerin kesişme noktasında ve “içsel”dir.
Bu bakımdan Tuğal’ın teorisinin, açmazlarının keskinliği oranında, bu sorunlara güncel yanıtlar geliştirmekten uzak olduğunu ve donuklaştığını belirtmeliyim.
* Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım
Ordu Üniversitesi Ünye İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi