ODTÜ’lü öğrencilerin direnişi önce üniversiteleri sonra da tüm toplumu saran büyük bir saflaşma yarattı. AKP iktidarının üniversite, bilim ve demokrasi düşmanı yüzüne; üniversitenin tamamen sermayeye ve iktidara teslim olmasını garanti altına almak amacıyla attığı adımlara ve bunların başında yeni YÖK yasa tasarısına karşı tepkiler, önce ODTÜ’de patladı. Sonra da ODTÜ direnişinin ateşi tüm ülke üniversitelerine […]
ODTÜ’lü öğrencilerin direnişi önce üniversiteleri sonra da tüm toplumu saran büyük bir saflaşma yarattı. AKP iktidarının üniversite, bilim ve demokrasi düşmanı yüzüne; üniversitenin tamamen sermayeye ve iktidara teslim olmasını garanti altına almak amacıyla attığı adımlara ve bunların başında yeni YÖK yasa tasarısına karşı tepkiler, önce ODTÜ’de patladı. Sonra da ODTÜ direnişinin ateşi tüm ülke üniversitelerine yayılmaya başladı
Son on beş günün gündeminde (çoğu zaman olduğu gibi) yine başrol Tayyip Erdoğan’ın. Gündeme kuvvetler ayrılığı (yargı-yasama-yürütme) ile başladı: “ama kuvvetler ayrılığı var ya geliyor önümüze dikiliyor”. Bu konu AKP iktidar olduğu günden beri sürekli gündemde aslında. Mağduru oynamaktan bir türlü vazgeçmediler. Bu seferki gerekçesi “sağlık kampuslarına” Danıştay’ın çıkardığı “engel”di. Ama tartışma bu eksenden hızla çıkıp sistemin nasıl işlemesi gerektiğine (burjuva demokrasisi), başkanlık sistemine ve Tayyip’in parti içindeki gücünün pekişmesine ilerledi.
Yasama-yargı-yürütme erklerinin birbirinden bağımsız olması ilkesi, asıl olarak sistemin işleyişinin bir hukuka ve dolayısıyla da bir denetime tabi tutulmasını hedefler. AKP’nin daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın gerçekte rahatsız olduğu durum da yürütmenin yetkilerinin sınırlı olması değil (AKP’liler bile şu anki başbakanlık yetkilerinin başkanlık sisteminden daha güçlü olduğunu söyleyebiliyorlar), bir hukuka tabi olmak ve denetlenebilir olmaktır. Tayyip Erdoğan keyfi karar alan ve hesap vermeyen bir yönetim erki talep etmektedir.
Başkanlık sistemi önerisi ise gerçekleşmeyecek bir hayalden ibaret. AKP’liler bile şu anki meclis aritmetiği ile bu önerinin geçebilmesinin imkansız olduğunu ifade ediyorlar. Bu konu bizzat Tayyip Erdoğan tarafından sulandırılmaktadır. Neden başkanlık sistemi istediği sorulan Erdoğan, hedefinin parlamentonun gücünü daha da artırmak olduğunu söylerken, diğer yandan Meclise sunulan tasarıda Başkan’a, Başkanlık kararnameleri çıkarma yetkisi ve özellikle meclisi fesih yetkisi verilmiş olması, kuvvetler ayrılığı ilkesine tamamen aykırı olması bir yana ikiyüzlülüktür. Amaç ölümü gösterip sıtmaya ikna etmektir.
Her şeye rağmen bu çıkış, partiyle ve/veya Tayyip’le sorunlu olduğu söylenen şahısları “zorunlu olarak” Tayyip Erdoğan’ın arkasına dizmiştir. Tayyip’in “kuvvetler ayrılığını engel olarak gören” açıklamasına rağmen Abdullah Gül, “Sayın Başbakan, eskiden gelen bazı yanlış örnekler vardır, onları kastetmiştir” diyerek kendince düzeltiyor; Ali Babacan yargının kendi yetki alanını kendi kendine genişletecek kararlar almasına karşı olduklarını söyleyip “Sayın Başbakanımızın itirazları da bu çerçevede değerlendirilmelidir” diyerek hizaya giriyordu. Cemil Çiçek’in desteği ise daha geniş bir yelpazeyi kapsıyordu: “Yargı, yasamaya müdahale etmiştir. 367 kararı buna bir örnektir”.
Bu dönemin yine Tayyiplik bir başka gündemi ise Uludere (Roboski) Katliamı kuşkusuz. 19’u çocuk 34 Kürt’ün katledilmesinin üzerinden bir yıl geçti. Ama hala hiçbir soruşturma tamamlanmadı ve sorumluların kim olduğu açıklanmadı. Sanki başka bir devletin uçakları bombalamış da Tayyip Erdoğan onu belirlemeye çalışıyor. Hala diyor ki “gerekirse özür dileriz!” Bu gerekliliği kim belirleyecek ya da bu gereklilik nasıl belirlenecek?
Ama söz konusu olan sermayenin gereklilikleri olduğunda AKP “hizmet”te sınır tanımaz. Son örnek köprü ve otoyolların özelleştirilmesinde yaşandı. İstanbul Boğazı üzerindeki iki köprünün ve otoyolların gelirleri 25 yıllığına Koç Holding’in de içinde olduğu bir sermaye ortaklığına 5 milyar 720 milyon dolara satıldı. “Kimin malını kime satıyorsun” çelişkisi bir yana, bu satış sermaye grubu için “kaymaklı ekmek kadayıfı”. 2011 yılında köprüleri kullanan araçların ödedikleri bedel yaklaşık 283 milyon lira. Aynı otoyollar için ödenen bedel ise yaklaşık 610 milyon lira. Yani toplam olarak yaklaşık 900 milyon lira. Her yıl yollara çıkan araç sayısındaki artışı da eklemek gerek. Sonuç olarak AKP, kamunun bir malını 10 yıllık geliri karşılığında peşkeş çekmiştir. Böyle bir çek bozdurma oranı en gözü dönmüş tefecide bile yok. Elektrik dağıtım ihaleleri ise tam gaz gidiyor. BEDAŞ ve Akdeniz Elektrik Dağıtım özelleştirmelerinden sonra Türkiye’nin en büyük üçüncü elektrik dağıtım bölgesi olan Gediz Elektrik Dağıtım da 1 milyar 231 milyon dolara satıldı. Artık elde kalan birkaç kamu bankası ve Milli Piyango/İddaa da sıraya girmiş oldu.
Ve Göktürk-2… ve ODTÜ…
Göktürk-2’den başlayalım. Tayyip Erdoğan’a göre “Göktürk-2 yüzde 100 yerli üretim” ve dolayısıyla Türkiye dünyada uydusunu kendi yapan 25 ülke statüsüne geldi. Bu ülkede yalandan biri ölecek olsa idi herhalde ilk ölen o olurdu. “Yüzde yüz yerli” diye pazarladığı Göktürk-2’nin kamerası Güney Kore’den, tepki tekerleri ABD’den, denge ve konum belirleme modülü İngiltere’den, manyetik tork çubukları Almanya’dan, itki sistemi İsrail’den ithal. Titreşim testleri Fransa’da yaptırıldı. Fırlatan zaten Çin (onu saklamaları mümkün olamadı). Kontrol merkezi de Norveç’te.
Donanımda durum buyken yazılım da bu tip uydularda kullanılan standart model (birkaç ekle-çıkar ile). Kendi otomobilini, kendi tek motorlu uçağını bile yapamayan AKP Türkiye’si için uydu yapmak ne büyük bir hayal.
Bir de Türkiye’nin daha önceki uydularına bakalım! Göktürk-2 uzaya fırlatılınca Göktürk-1’in de orada yani uzayda olduğu izlenimi oluşuyor. Oysa Türkiye’nin Göktürk-1 uydusu hiç olmadı. “2011’de uzaya göndereceğiz” diye müjdelenen Göktürk-1, İtalyan-Fransız firmasına sipariş edilmişti. O İtalyan-Fransız firmasının en kritik parçayı, yani “elektro optik” uydu kamerasını mecburen İsrail’den alacak olması “ufak” bir sorun çıkardı. İsrail, kendi topraklarını görmeme şartı koyunca Göktürk-1 uzayın karanlığı yerine tozlu rafların karanlığına ulaştı.
Pekiyi daha öncekiler? Göktürk-2’den önce, Rusya’dan fırlattıkları uyduyu, uzay boşluğunda kaybettiler. Güneş panelleri yanlış monte edildiği için pili bitmiş, pili bittiği için 15 senelik ömrü 3 senede tükenmişti, Sözleşmeyi yanlış imzaladıkları için de üretici firmadan hiçbir tazminat alamamıştı AKP iktidarı. Bunları Tayyip Erdoğan’ın ağzından hiç duydunuz mu? (Niye denetlenmek istemediğinin sebeplerinden biri buna benzer vakalar olabilir mi?) Bu gözlem uydusunu kaybettikleri sene, bir tane de haberleşme uydusu kaybettiler. Uyduyu kaybetmekle kalmadılar, yörünge hakkını da kaybettiler.
Gelelim uzayda tek kalan RASAT “uydumuza”. Erdoğan onu da hatırlattı; geçen yıl Ağustos’ta da yerli RASAT uydusunun Rusya’dan fırlatıldığını ve Rasa
t uydusunu da Türkiye’nin kendi imkanlarıyla ürettiğine işaret etti. Ayrıca bu uydunun bir yıldır görevini başarıyla yerine getirdiğini de söyledi. Ancak RASAT uydu projesini gerçekleştiren ODTÜ’deki Enstitü Müdürü Uğur Leloğlu’nun, üç yardımcısıyla birlikte görevden alındığını söylemedi. Görevden alanın, TÜBİTAK’ı fiili olarak yöneten ve Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan Kıvanç Dinçer olduğunu da söylemedi. Kıvanç Dinçer’in ise cemaat ile birlikte hareket ettiği ve AKP’li Ali Babacan’ın akrabası olduğunu ise hiç ama hiç söylemedi. Çünkü o TÜBİTAK Başkan Yardımcısı Göktürk-2’nin fırlatılması sırasında “Allah’ın izniyle uydumuz yörüngesine oturacak” beyanatı veriyordu. (Bilimsel kurumun bilimsel beklentisi).
Aynı fırlatma sırasında TBMM Başkanı Çiçek, Başbakan Erdoğan, Orgeneral Özel ve Bakan Ergün arasında ise ”Kimsenin başına düşmez inşallah” temennisi geyikleniyordu.
İşin bilimsel yönünü Yunus Söylet ile noktalayalım. İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet de açıklamasında “Bu önemli olayın bilimsel yönünden daha çok bir grup öğrencinin taş, sopa, lastik yakma ve molotof kokteylleri ile gündeme gelmesi hepimizi derinden yaraladı” diyor. Ya işin bir de “bilimsel yönü” tüm gerçekleriyle gündeme gelseydi, neresinden yaralanırdı, Yunus Söylet?
Ve ODTÜ…
ODTÜ’lü öğrencilerin direnişi önce üniversiteleri sonra da tüm toplumu saran büyük bir saflaşma yarattı. AKP iktidarının üniversite, bilim ve demokrasi düşmanı yüzüne; üniversitenin tamamen sermayeye ve iktidara teslim olmasını garanti altına almak amacıyla attığı adımlara ve bunların başında yeni YÖK yasa tasarısına karşı tepkiler, önce ODTÜ’de patladı. Sonra da ODTÜ direnişinin ateşi tüm ülke üniversitelerine yayılmaya başladı. Üniversite tüm bileşenleriyle, öğrencisiyle, akademisyeniyle, emekçisiyle AKP’ye teslim olmayacağını gösterdi. Tabii ki Erdoğan’ın önünde secde eden, varlıklarını Erdoğan’ın varlığına armağan eden bazı rektörler hariç! Erdoğan, sadece direnişi değil daha önceden senato kararı alarak yeni YÖK tasarısını tartışılmasını bile reddeden ODTÜ’yü topyekun hedef alınca, emir erleri yüksek vazife bilinciyle öne atılmak zorunda kaldı. Üniversite bileşenlerine danışmak bir yana, senato kararı dahi olmadan, korsan bildirilerle üniversiteler adına ODTÜ kınandı, YÖK ODTÜ yönetimine soruşturma başlattı. Önlerine hazır gelen ve imza attıkları bildirileri sahiplenemeyen rektörler öğrencilerden, akademisyenlerden, medyadan köşe bucak kaçmaya başladı. Erdoğan’ın tüm iktidarı kendinde toplama hırsı, iktidarın üniversitelerdeki eli kolu olan rektörlerin tüm kişisel prestijini imha etti.
Rektörlerin bu “acınacak hali”nin yanında üniversiteliler toplumun geniş kesimleri için bir kez daha onurun, direnişin ve AKP’nin yenilebileceğinin sembolü oldu. AKP’nin üniversitelerle toplumun ilişkisini tamamen kendi iktidarı ve sermaye çıkarları üzerinden tanımlama girişimi karşısında üniversiteliler bu ilişkiyi toplumun en geniş kesimleriyle yeniden kurma olanağı yakaladı. Başbakanın rektörlerinin öncülüğünde kurulan gerici-piyasacı üniversite modeli karşısında üniversiter muhalefet; halkın çocukları, halkın akademisyenleri olarak halkın üniversitesi için daha cüretli bir kavgaya girişme aralığı yakaladı.
Asgari yaşama karşı insanca yaşam için dövüşen güvencesiz işçilerin, barınma hakkını finans-inşaat ortaklığına karşı korumaya çalışan yoksul mahallelerin, HES’lere karşı toprağı ve suyu için kavga veren köylülerin, her türlü fukaralığa rağmen milyonlarca liralık kan parasını bankalarda bırakan ve sadece adalet isteyen Roboski’de gözü yaşlı anaların ve bu ülkede direnen kim varsa onun gözü üniversitelerde olacak. Gözleri, mimiklerinden vazife çıkarmak üzere büyük şeflerine dikilen rektörlerin karşısında üniversitelilerin gözleri de kendilerini umutla izleyen bu halktan bir an olsun ayrılmamalı. İşte o zaman “yargıyı bile hallettik, tek halledemediğimiz sokak” diyen Burhan Kuzu’nun korktuğu başına gelecektir.
İşte o zaman yeni yıl AKP için de barış, sağlık ve mutluluk getirmeyecek.