Hayat, statik değildir, aksine bir dengesizlik üzerine kuruludur. Evren genişliyorsa hayatın dengesi de değişiyor demektir. Eğer Newton haklıysa (ki ampirik olarak kanıtlanmıştı) her madde, kendi kütlesi oranında bir çekme kuvvetine sahiptir. İşte hayatın uyumunu her an bozabilen de bu kuvvetin kendisidir. İnsan da bu dengeyi bozan bir maddedir. Hayatta dengenin alt üst olduğu an savaş […]
Hayat, statik değildir, aksine bir dengesizlik üzerine kuruludur. Evren genişliyorsa hayatın dengesi de değişiyor demektir. Eğer Newton haklıysa (ki ampirik olarak kanıtlanmıştı) her madde, kendi kütlesi oranında bir çekme kuvvetine sahiptir. İşte hayatın uyumunu her an bozabilen de bu kuvvetin kendisidir. İnsan da bu dengeyi bozan bir maddedir. Hayatta dengenin alt üst olduğu an savaş anıdır. Savaş esnasında insanın çekim kuvveti, kötülük ve zulme bendegândır.
Hayata neyi emrederseniz onu size çekinmeden sunar. Savaş da insanın evrene bir emridir. Savaş ile insan arasındaki ilişki hormoneldir. Her insan barış ve mutluluğu arzulamaz. Çünkü her insanda serotonin hormonu (mutluluk hormonu) bulunmaz. Savaşa karar verenler ve cephede fütursuzca kan dökenler bu hormondan yoksundurlar. Sanırım insanlığın barışması için genetik bir devrime ihtiyacımız var. Savaşlar, barış isteyenlerin haykırışlarıyla son bulsaydı 6 bin yıllık uygarlık tarihinde 14 bin savaş olmazdı. Üzücü olan serotonin eksikliği olanların aynı zamanda sermayedar olmasıdır. Savaşı istersiniz ama bir de onu yönetmeniz gerekecektir. Silah, cephane, gıda, giyecek v.b.
20. yüzyılın ilk geniş çaplı savaşlarından biri Birinci Paylaşım (Dünya) Harbi’ydi. Düşünebiliyor musunuz 17 yaşındaki bir tıfıl, sömürge ziyaretine çıkmış pespaye bir monarkı öldürüyor ve tüm uygar-modern dünya tarumar oluyor. Bir insan bir başka birini öldürürse, onu cezalandırırsınız ve sükûneti sağlarsınız. Fakat uygar dünyanın “barbarlık nostaljileri” tutmuştu. Bir cinayeti sürü savaşına sadece etobur hayvanlar dönüştürebilir. Zaten insan da cibilliyette etoburdur. Etoburluğunun tipik örneklerine çok rastlamıştık. Amin Maalouf’un kitabında geçiyordu ya Haçlı Savaşları’nda insanlar birbirlerinin kanlarını içiyorlardı.
Savaşı başlatan cinayetin müsebbibi Sırp milliyetçisi Prinçip’e olaydan sonra bu cinayetten pişmanlık duyup duymadığı sorulunca “Ben yapmasaydım bile savaşı başlatmak için yine bir sebep bulacaklardı”demiş. Katil haklıydı. Çünkü etobur insanın politikası bunu iktiza ediyordu. Tıpkı Prusyalı General Clausewitz’in yazdığı gibi “Savaş, politikanın bir başka yoldan devam etmesidir.”
Ya Rusya? Bu savaşla ne ilgisi vardı güney stepleri ve kuzey ormanlarının köylü ülkesinin? Hemen de unuttuk! Doğru ya, Slavcılığın ve Ortodoksluğun dizdarlığını kim yapacaktı. Peki, Slavcılığın muhafızlığı, sarayda oturan Alman asıllı Çariçe Aleksandrova Fyodorovna ile mi yapılacaktı? Hadi canım sen de oradan, ona ne gerek var! Almanca olan Petersburg kelimesini Slavca Petrograd yaparsak olur, biter. Zaten işçileri ve köylüleri bilgisiz mevali yapmışız. Nereden anlayacaklar bizim tekstil ve bez fabrikası sahiplerinin ricasıyla bu savaşa girmek istediğimizi. Karşı çıkan olursa Çariçe Sultanımız Fyodorovna’nın II. Nikolay majestelerine yazdığı şu mehabetli isteği tenfiz ederiz: “Bir Büyük Petro, bir Korkunç İvan, bir İmparator Pavel gibi ol ve tüm o adamları ayaklarının altında ez.”
Ne de olsa solcuları da oyuna getirdik. İşte Menşevik Martov ve Lev Troçki, Paris’te “Naşe Slovo” dergisinde savaş propagandası yapıyorlar. Oktyabrist Guçkov, Kadet Milyukov, Sosyal-devrimci Kerenskiy ve hatta Bolşevik Kamenev bile yalanlarımıza kani oldular. Şu Duma’daki diğer Bolşevik bölücüler (G.İ. Petrovskiy, M.K. Muranov, A.E. Badayev, F.N. Samoylov, N.R. Şagov) ve onların liderleri Lenin ve Stalin’i de iltikam edersek o zaman ver yansın Galiçya Cephesi’ne. Sonra boğazlar ve Ermenistan bizi bekliyor. Hazır Enver Paşa’nın jestiyle Türkler de savaşa girmişken. Neyse ki 14 Kasım 1914’te hain Bolşevik mebusları Sibirya’ya sürgün ettik. Savaşı istemiyorlarmış bu düşman komünistler. Artık rahatlıkla cephede insan öldürebiliriz. Ha bu arada burjuvazi hem sevinçli hem üzgünmüş. Askerlerin cephanesi bittiği için mutlu, ölü sayısı artan alaylar çarlığa öfke kustuğu için üzgün. Önemli değil, 4 ayda 400 bin askerimiz ölse de hala savaşacak 13 milyon kölemiz (işçi-köylü) var.
Bu halet-i ruhiyenin üzerinden nerdeyse 100 yıl geçti. Savaşa müptela olanların soyu, hala tükenmedi. O zamanlar Alman generallerinin uşaklığını yapanlar vardı. Halkın onayını almadan gemileri Karadeniz’e çıkarıp macera peşinde koşanlar (Enver Paşa, Talat Paşa, v.b.) vardı. Şimdi de Amerika’nın kuyrukçuluğunu yapanlar var. Anadolu’da bir laf vardır: “Cinsi kötü bir demiri hiçbir cila parlatmaz.” diye. Tir-i kazayı sapladılar Anadolu halkının yüreğine. Her gün savaş naraları atıyorlar kırlangıçlar. Çekirge sürüsü gibi ekmek kırıntılarını bekliyorlar. Şam’da sabah okula giderken annesinin değil de bombaların sesiyle uyanan çocuğun çığlığı, 3 saatte Şam’ı yerle bir etmek isteyen etoburların umurunda bile olmaz. Hâlbuki bu etoburların bisküvi hamuru üzerindeki bir kabarcık kadar bile değeri yok. İstiklal Marşı’nı okuyarak mermileri misliyle o çocuklara savuranlara yine Mehmet Akif Ersoy’dan bir bölümle cevap verelim: “Nasihatim sana, herzeyle iştigali bırak, Adamlığın yolu neredeyse, bul da girmeye bak, Adam mısın; ebediyen cihanda hürsün gez, Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez. Adam değil misin, oğlum, gönüllüsün sen semere.”