AKP’nin son model yeni YÖK Yasa Tasarısı son günlerde sıkça tartışma konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor. Kuşkusuz bu tasarı ne ilk ne de sonuncusu. AKP’nin ilk döneminde Erkan Mumcu önderliğinde hazırlanan ve YÖK yerine YEK’i getirmeye çalışan düzenleme de benzer içeriklere sahipti. Lakin o dönemin güç dengesinde kabul görmedi, kamuoyunun da baskısına direnemeden rafa […]
AKP’nin son model yeni YÖK Yasa Tasarısı son günlerde sıkça tartışma konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor. Kuşkusuz bu tasarı ne ilk ne de sonuncusu. AKP’nin ilk döneminde Erkan Mumcu önderliğinde hazırlanan ve YÖK yerine YEK’i getirmeye çalışan düzenleme de benzer içeriklere sahipti. Lakin o dönemin güç dengesinde kabul görmedi, kamuoyunun da baskısına direnemeden rafa kaldırıldı. Şimdi ise daha geniş mevzuatlı bir üniversite açılımı ile karşı karşıyayız.
Yeni tasarıyı YÖK Başkanı Çetinsaya şu ifadelerle özetliyor: “Özgelirleri, özkaynakları itibariyle kendi mali kaynaklarını üretebilen, bilimsel araştırmalarda Türkiye ortalamalarının üzerine çıkmış üniversitelere birer mütevelli heyet kurabiliriz. Ve bunlar mütevelli heyetler yoluyla kendi stratejik kararlarını kendileri belirler, üniversitenin gelişim tercihlerini kendileri belirler. Bu özellikle uzun vadede üniversitelerin kamu finansmanı açısından da önemli. Yani tabir caizse evin büyük oğluna sen artık kendi evine çık, kendi hayatını kendin kazan, kendi kararlarını kendin ver diyoruz. Bu grubun dışında kalan kurumsallaşmış üniversitelere de diyoruz ki kendi kararlarını kendi senatonda ve yönetim kurulunda alabilirsin. Sana Ankara’daki yetkilerimizi devrediyoruz ama bunun karşılığında zamanı geldiğinde hesap vereceksin. Bunu da kalite güvencesi denetimi sistemleri çerçevesinde yapacağız. Aldığın stratejik kararların rasyonel olup olmadığını, kamu kaynaklarını doğru harcayıp harcamadığının hesabını vermelisin.” (25 Kasım 2012)
Peki, bu yasal değişiklikler hangi ihtiyacın ürünüdür? Daha demokratik ve özgürlükçü bir üniversite ihtiyacının mı yoksa bu görünüm altında başka ekonomik, sosyal ve politik denkliklerin ihtiyacının mı? Sadece üniversiteler konusunda değil, eğitim politikasının bütününün sermayenin yeni birikim rejimi ile doğrudan bağlantılı olduğunu belirterek cevabın ikinci seçenek olduğunu bu doğrultuda serimleyelim.
Başlıkta “Üniversite A.Ş.” ifadesini neo-liberalizme ve üniversitenin piyasalaştırılmasına karşı itirazda bulunanların sıklıkla kullandıkları haklı bir tanımlamadan alınma. “Kayseri İşi” olması ise Cumhurbaşkanı’nın ve yeni YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın Kayserili olmasından ziyade, üniversitelerin piyasalaştırılmasında Türkiye’ye özgü bir seyrin izlenmesinden ötürüdür. Zira ‘Kayseri işi’, hem herkesin bildiği anlamda uyanık bir ticaret tipinin hem de Kayseri’nin Anadolu sermayesinin veyahut Anadolu Kaplanlarının son 30 yıldaki yükselişinin tipik bir örneği olması hasebiyle ilginç bir metafora işaret ediyor. Özellikle girişimci kişiliği ve çalışmayı ibadet haline getiren kültürü ile Kayseri, tam da YÖK Başkanının istediği rekabetçi, girişimci, kendi finansmanını kendisi yaratan üniversite modeline uygun bir örneği teşkil ediyor. Haliyle, AKP’nin tasarıyı hazırlamasına iten toplumsal ve ekonomik temeller, Anadolu sermayesi bağlamında ortaya çıkan üretim ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine yönelik bir ihtiyaçta yatıyor.
Vakıf destekli üniversite modeli
Kayseri, sadece iş beceresi ve sermaye birikimi açısından değil, sermayenin üniversite ile kurduğu ilişki bakımından da görünür bir örnek. Sermayedarların kentin alt yapısında veya diğer hizmet alanlarındaki “hayırseverlik” yarışı, üniversitelerin fiziki ve teknik ihtiyaçlarının giderilmesinde de kendini belli ediyor. Erciyes Üniversitesi’nden sonra yeni kurulan Abdullah Gül Üniversitesi için de kentin sermayedarları geleceğin piyasa üniversitesi modelini sunuyor.
22 Haziran’da kendi adıyla kurulan üniversitenin tanıtım toplantısına katılan Cumhurbaşkanı Gül, devlet imkânlarının sınırlılığından bahsetmiş ve vakıf destekli bir yapıyla daha güçlü bir model oluşturulacağını belirmişti. ‘Belki benim ismimi taşıyan bu üniversite pilot uygulaması olacak’ diyen Gül, yeni YÖK yasasında yer alacak yeni üniversite modellerinden birinin de vakıf destekli üniversite olabileceğini de sözlerine eklemişti (Yeni Şafak Gazetesi, 23 Haziran 2012). Devlet üniversitesi olarak kurulan ancak Abdullah Gül Üniversitesi’ni Destekleme Vakfı tarafından da önemli ölçüde desteklenen üniversiteye 50 sanayici ve iş adamından 1’er milyon bağışta bulunacağı mütevelli heyeti başkanınca dillendiriliyor. Konuyla ilgili Sabah gazetesinin 4 Haziran 2011 tarihli internet sitesinde şu haber geçmişti:
Abdullah Gül Üniversitesi’ni Destekleme Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı işadamı Mustafa Çıkrıkçıoğlu, Kayserililerin hayır işlerinde özellikle eğitim ve sağlığa büyük önem verdiklerini, Erciyes Üniversitesi’ne hayırseverlerin 250’ye yakın bina veya tesis yaptırdığını bunların toplam tutarının da 250 milyon liraya yaklaştığını söyledi. Erciyes Üniversitesi’ne bugüne kadar gerçekleştirilen hayırsever katkısının Kayseri’nin 2. Devlet Üniversitesi olan Abdullah Gül Üniversitesi’ne de yapılmaya başlandığını belirten Çıkrıkçıoğlu şunları söyledi: ”Öncelikle Kayserililerin genlerinde hayırseverlik, çalışkanlık ve birlikte olma ruhu vardır. Yıllar önce yakılan bir kıvılcım ile Erciyes Üniversitesi’nin ihtiyacı olan bina, okul, hastane ve diğer sosyal tesisler teker teker hayırseverlerimiz tarafından yaptırıldı. Şimdi üniversite yerleşkesine girdiğinizde bütün binaların üzerinde hayırseverlerin isimleri vardır. Devletin yapacağını hemşehrilerimiz yaptırmıştır. Yeni kurulan Melikşah ve Nuh Naci Yazgan Vakıf Üniversitelerimiz için de yine tüm hayırseverlerimizin katkısı devam ediyor. Bu bir Kayseri geleneğidir. Bugün sıra Abdullah Gül Üniversitesi’nde. Sanayici ve işadamı arkadaşlarımızla birlikte Erciyes Üniversitesinden sonra şimdi de Abdullah Gül Üniversitesi için seferber olduk.”
Anadolu sermayesinin Yeni Osmanlı Üniversitesi
‘Anadolu sermayesi’ denildiğinde, başta İpek Yolu ve diğer ticaret yolları üzerinde bulunmanın getirdiği tarihsel avantajla ticaret kültürünü dünden bugüne devredebilen ama bu devir sürecinde gayrimüslimlerin ekonomik sermayesini de zorla tasfiye eden belli başlı “bölgesel dinamikler”i (KOBİ’ler) anlamamız gerekiyor. Bu dinamiklerin böylece bir günde oluşmadığını da belirtmiş olalım. Kayseri’den başka, Konya, Denizli, Gaziantep, Çorum, Kahramanmaraş gibi metropollerden uzak belli başlı yerel ekonomik aktörler ile Kocaeli, Sakarya, Bursa, Manisa, Eskişehir gibi gelişmiş metropollerin hinterlandında gelişim gösteren iller ilk akla gelen dinamikler olmaktadır. Marmara Bölgesi’ne sıkışan ve belli bir zaman sonra üretimden tüketim sektörüne doğru kaymaya meyleden TÜSİAD’ın tersine Anadolu’da büyümeye başlayarak sermaye gücünü İslami tondaki bir muhafazakarlıkla ve resmi ideolojiye alternatif bir siyasallıkla, MÜSİAD’ı, bir zaman sonra da cemaate yakın TUSKON’u ortaya çıkarmıştır. Sermayenin bu şekilde mekânsal açıdan farklı örgütlenmesinin sadece politik ve ideolojik değil, toplumsal taban itibariyle emeğin düzenlemesi ve kontrol etme biçimi bakımından nitel ayrımlara dayandığını da ifade etmeliyiz.
Anadolu’dan yükselen sermaye birikiminin dayandığı ucuz iş gücünü hem daha nitelikli bir seviyeye çıkarmak hem de araştırma-geliştirme açısından kalifiyeli çalışan sağlamak, üretici güçlerin ihtiyaç duyduğu üretim ilişkilerini yeniden üretmek için elzem bir konudur. Diğer taraftan toplumsal emeğin düzenlemesini geleneksel dayanışma biçimlerine (dinsel, kültürel formlarla) dayalı şekilde “ümmet” bilincine kaydırmak da sermayenin toplumsal bütünleşmesinde önemli bir unsurdur. Eğitimde 4+4+4 politikasını da bu ihtiy
acın bir sonucu olarak görmek gerekir.
Dünya ekonomik sisteminin neoliberal dalgasına uyumlu şekilde sermaye birikimine yardımcı olan AKP, emek-sermaye arasındaki çelişkiyi, kültürel gelenek, dindarlık veya milliyetçilik üzerinden kontrol etmeyi şimdilik bir şekilde başarabiliyor. Sömürünün toplumsal meşruluğu açısından da bu gereklidir. Üniversitelerde harçların kaldırılması da genel toplumsal çıkarın bu doğrultuda işlev görmesinden dolayıdır. Ancak AKP’nin sermaye birikimi bir yanıyla Anadolu’daki ucuz emeğe dayanıyorken bir yanıyla da tüketim açısından Ortadoğu ülkelerine uzanıyor. Söz gelimi Irak- Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye’nin ihracat kaleminde ilk sıralarda geliyor. Gıda, tekstil, inşaat ihracat içinde ilk sırada yer alıyor. Dolayısıyla Ortadoğu, ticaret getirisi bakımından Anadolu sermayesinin şah damarını teşkil ediyor. Hal böyle iken sadece ekonomik ve politik ilişkiler değil, toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi açısından eğitim alanı kritik bir role sahip oluyor. Zira sadece sermaye yatırımıyla Ortadoğu’da İslam’ın koruyucusu olmak yeterli kalmıyor. Artık bilgi çağında bilginin de ihracını bölgesel düzeyde yapması bekleniyor. Lakin ihraç edilecek bilginin de içeride sermaye rejiminin ideolojisine veyahut vizyonuna-misyonuna uygun dizaynı gerekiyor. Sadece akademik bilgi ile değil, medyatik kitle kültürünün de bu perspektife uyması dayatılıyor. TV dizilerine “ahlaki”, “tarihsel” veya “dinsel” müdahaleler bir bakıma bu amaca da hizmet ediyor.
Ancak AKP eğitim yolu ile Ortadoğu’daki sermayesini güçlendirirken yeni bir kimlik oluşturmaktan ziyade geçmişe dönerek hegemonya kurmanın ötesine gidemiyor. Bu yüzden Yeni Osmanlıcılık, İslam dininin koruyucusu olarak şekil almakla sınırlı kalıyor. Zira yeni bir kimlik inşa etmenin hem neo-liberalizme göbekten bağlıyken hem de NATO, AB, ABD gibi kanallarla Batıya yedeklenmişken pek inandırıcı olamayacağı pekâlâ biliniyor. Bu yüzden siyasal açıdan Yeni Osmanlıcılık, dinsel açıdan İslam’ın Sünni yorumu “komşularla sıfır sorun”dan eksili ve ekşi ilişkilere, çatışmalı süreçlere neden olabiliyor. Hem sınıfsal hem etnik (mezhepsellik de dâhil) çatışmanın sadece bölgesel değil Anadolu yerelinde de potansiyeli göz önünde bulundurulduğunda bu çatışmalı ruhun ancak eğitim yolu ile kontrol edilebileceği biliniyor; medya ve diğer iletişim kanallarının ideolojik yönlendirmesiyle de bu bütünleştirici kimliğin inşası gerçekleştirilmek isteniyor.
Kayseri modeli üniversite-sermaye birikimi ve Ortadoğu eksenli sarmalında ilginç bir rastlantıdır ki, 4 Aralık 2012’de Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın uçağının Erbil’e inmesine Bağdat tarafından izin verilmemiş olması da ironik bir durum arz ediyor.
Fotoğrafın genel hatları budur esasında. Kısacası Anadolu’da İslami tonla ortaya çıkan sermaye birikiminin hem ülke genelinde hem de nüfuz ettiği Ortadoğu toplumlarında meşruluğunu sağlaması için eğitimin tüm boyutlarında düzenleme bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Yasının başında da dediğim gibi YEK adlı düzenleme zamanında da benzer içerikli bir yasa teklifi sunulmuştu. Aynı yıl (2003-2004) Kamu Reformu Yasa Tasarısı ile yerel yönetimlere geniş yetkiler tanıyan ve esnek üretimi teşvik eden bir düzenleme de hayata geçirilmeye çalışılmıştı ancak muhalefetin tepkisinden dolayı ertelenmişti. Şimdi Kürt muhalefetinin istekleri ile de örtüşen yerel yönetimler ile yönetişimler yeniden gündemde. Bu sefer karşısında hem büyük bir muhalefet yok hem de sermaye birikimi 10 yıl öncesine göre daha çok yol kat etmiş durumda.
Girişimci üniversitenin rekabet tutkusu
2012 yılı itibariyle Türkiye’de 100’den fazla devlet üniversitesi, 60’tan fazla vakıf üniversitesi açılmış bulunuyor. Üniversitenin olmadığı il ise bulunmuyor artık. Buna rağmen memleketin bilim yapma pratiğinde hantallığın üstesinden bir türlü gelinemiyor. Çünkü yeni açılan üniversiteler bilimsel faaliyetten ziyade yukarıda değinildiği gibi öncelik sermaye birikimi ve yerel esnafın ihtiyacı göz önünde bulunduruluyor. Öyle olmasa fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimler en azından öğrenci kıtlığından kapatılmaz, aksine teşvik edilirdi. Zaten böyle bir derdin söz konusu olmadığını YÖK başkanının yeni yasa taslağını savunurken ortaya çıkıyor. YÖK Başkanı Çetinsaya, ya geleneksel üniversite modelini ya da küreselleşmenin rekabetçi ortamına ayak uyduran üniversiteler sistemini seçecektik, biz tercihimizi ikincisinden yana kullandık, diyor. Zaten her şeyin piyasalaştırıldığı bir çağda bilginin üretim alanı olması gereken üniversitelerin bilginin metalaştırılmasına hizmet eder hale gelmesini istemeyip de ne istesin YÖK başkanı. Rekabete, küreselleşmeye önem veren YÖK, üniversitelerin yönetimi devredeceği mütevelli heyeti ile ‘küresel düşün yerel yaşa’ felsefesinden olsa gerek ‘küresel piyasa yerel bilgi’ tandansına uygun hareket etmeyi bir borç biliyor.
Küreselleşme, rekabet derken kazın ayağı hiç de öyle olmuyor. Ki olmadığını, olamayacağını bir önceki YÖK başkanı Özcan şu ifadesiyle teyit ediyordu: “Zaman zaman ülkemiz çeşitli grip salgınlarına uğruyor ve her seferinde ülkemiz yurt dışına büyük paralar transfer ederek bu aşıları ithal ediyor. Son olayda da görüldü aşıların büyük kısmı kullanılmadı, geri gitti ama biz o büyük paraları transfer ettik. Bu arada hiçbir üniversiteden şöyle bir talep gelmedi; ‘madem bu kadar acil bir sorun var, insanlarımız ölüyor. Acaba bu aşıları biz ülkemizde üretemez miyiz?’ Mesela ben isterdim ki bir, iki üniversitemiz çıksın başbakanımıza gitsin; ‘Biz çalıştık, bu aşıları üretebiliriz. 25 Milyon Dolar’lık bir yatırıma ihtiyacımız var’ desinler.” (30 Eylül 2010)
Aynı konuşmada Özcan şu ifadeleri de kullanıyordu: “Üniversitelerde artık yeni bir dönem başladı. Üniversitelerin başarısı ülke ekonomisine sağladığı katkıyla ölçülüyor. Yaptığı bilimsel çalışmalar ülkeye ne kadar katkı sağlıyor artık ona bakılıyor. Artık kolayca ABD’deki bir üniversiteyle, Türkiye’deki bir üniversiteyi mukayese edebiliyoruz. Küreselleşme sonucunda üniversitelerde de artık yeni dönem başladı. Üniversitelerin fonksiyonları artık değişiyor. Ülkemizdeki üniversiteler de bu yarışta geri kalmamalı. İşbirliği ve rekabetin en plana çıktığı bir dünyada üniversitelerin bulundukları ülke ekonomilerine, o ülke insanına ne kadar katkı sağladığına bakılıyor. Katkı yoksa üniversite de yok demektir. Şimdi beklenilen yeni dönemde üniversiteler, ülke ekonomisine ve insanına katkı sağlamalıdır. ABD’ye bakın tüm yenilikler üniversitelerden çıkıyor.”
Yeni YÖK başkanının da Özcan’la aynı fikirde olduğu kuşkusuz. Lakin iki konuşma arasında çok kritik bir çelişki var. Bu çelişki hem piyasa üniversitesi yaratmanın hem de ondan kamu sağlığı için icatlar beklemenin uyuşmamasından kaynaklıdır. Eğer siz, üniversitelerin toplumsal yararını ekonomik çıkar üzerinden kurgularsanız elbette ki o üniversitelerden ekonomik çıkara dayanmayan aşı üretimini çıkaramazsınız.
Aslında hakkını da yemeyelim üniversitelerin. Bir rekabetleri var gerçekten. Eskiden laik ve anti-laik eksenlerinde kadrolaşma rekabeti vardı. Şimdi ise iktidar bloğunun açtığı üniversite sayısı o kadar yükseldi ki iktidarın içinden rekabetler başladı. Gülcüler, Gülenciler, Erdoğancılar bu rekabetin başını çekiyor. Bu kadrolaşma bilimsel pratiğe yansıyor veya yansıması muhtemel mi? Ne yazık ki şimdilik hayır. Zira iş sadece kadrolaşma değil, aynı zamanda akademik zenginleşme. Akademik sermaye yerine e
konomik sermaye yükseliyor üniversitelerden. Yeni açılan üniversitelerde ikinci öğretim programlarının açılması bunun en bariz göstergesi. Sabahtan gece yarılarına kadar daha fazla ücret alabilme hırsıyla çalışan bir akademisyenin ne zaman kitap okuyacağı ne zaman araştırma ve yayın yapacağı hala meçhul. Bilimsel merakın yerini daha fazla kazancın alacağı muhtemel dahilinde. Ki zaten yeni yasa ile piyasanın istediği ‘yarar’ ölçüsünde araştırma ve buna dayalı yayın yapılacağına göre söz konusu ulusal ve uluslararası endekslerde yer alan dergilerin hakem kurulunda da mutlaka piyasa düzeninin aktörlerinden de birileri olması beklenebilir artık. Hal böyleyken ekonomik çıkar üzerine kurulu bir üniversite sisteminde Kayserili ticaret erbabı gibi davranmayıp da Newton gibi mi davransın akademisyenler?
Arş. Gör. Ercan Geçgin
Ankara Üniversitesi, Sosyoloji
ercangcn@gmail.com