İktidar cephesindeki ilk ciddi yarılma Gülen cemaati ile Tayyip Erdoğan kanadı arasındaki 7 Şubat krizidir. Bunu, Başbakanla Cumhurbaşkanı arasındaki örtülü soğukluk ve Kürt kökenli AKP milletvekillerinin hoşnutsuzluğu izlemiştir. En son ekibiyle birlikte Ahmet Altan’ın Taraf’tan ayrılması ise buna eklenen başka bir boyuttur. Liberal-İslamcı cephenin dikiş yerlerinde (cemaat-AKP, muhafazakarlar-liberaller, AKP içindeki Türk/Kürt milletvekilleri) sökükler belirmesi yeni […]
İktidar cephesindeki ilk ciddi yarılma Gülen cemaati ile Tayyip Erdoğan kanadı arasındaki 7 Şubat krizidir. Bunu, Başbakanla Cumhurbaşkanı arasındaki örtülü soğukluk ve Kürt kökenli AKP milletvekillerinin hoşnutsuzluğu izlemiştir. En son ekibiyle birlikte Ahmet Altan’ın Taraf’tan ayrılması ise buna eklenen başka bir boyuttur. Liberal-İslamcı cephenin dikiş yerlerinde (cemaat-AKP, muhafazakarlar-liberaller, AKP içindeki Türk/Kürt milletvekilleri) sökükler belirmesi yeni bir durumdur. Önceki yıllarda ağır basan biat eğiliminin tersine dönmesi, siyasi bir krizin ön habercisi olabilir. Liberal kanatla muhafazakârlar ve her birinin kendi içindeki çelişkiler, en azından “Gül”/”Gülen” tarafı ile hükümet arasındaki gerginlikler gelip geçiciymiş gibi görünmüyor.
Bizim üzerinde asıl duracağımız bu değil, Ahmet Altan’ın bir elinde Yasemin Çongar, öteki elinde Neşe Düzel’le birlikte gazetesinden ayrılmasıdır. Bu, Taraf’ın geçirdiği sarsıntıların ilki değildi, sonuncusu da olmayacaktır. Fark şuradadır ki, bu defa sarsıntı gazetenin dümen koltuğunu havaya fırlatacak denli şiddetli olmuştur. Artık öncü sarsıntılar yerlerini artçılara bırakmıştır. Hemen herkesin dile getirdiği üzere, “Askeri vesayet”in (liberal-muhafazakâr jargonda dendiği gibi) yerini “siyasi vesayet” almasıyla misyon tamamlanmıştır. Dolayısıyla Taraf’ın varlık nedeni ortadan kalkmıştır. Halk deyişiyle öküz ölmüş, ortaklık bozulmuştur.
Hal böyleyken Ahmet Altan ekibinin ayrılması bazı basın ve sosyal medyada “yeri doldurulamaz gazeteci”, “kimsenin yapamadığını yapan adam”, “demokrasi ve özgürlük savaşçısı” gibi övgülerle karşılanmıştır. Askeriye kadar, iktidarın hasım gördüğü muhalefet odaklarına (devrimciler dâhil) karşı da düne kadar AKP iktidarının sopası vazifesini üstlenmiş Taraf başyazarı hakkında, “Ak Parti’nin ilk zamanlarında demokratikleşme hareketlerini desteklemiş, askeri vesayetin, darbe planlayıcılarının üzerine şiddetle gitmiş, Tayyip Erdoğan ‘tek adam’ rolünü üstlenip despotlaşmaya başladığında da yerden yere vurmuştur” denmesi tuhaftır. (Bkz: http://blog.milliyet.com.tr/Ahmet_Altan_ Naif_ve_Demokrat_Bir_Yazar)
Bu övgüleri hak edip etmediğinin cevabı başyazarın gazetesine kondurduğu manşetlerden çıkarılabilir. Taraf bugüne kadar “Darbeci Paşalar Gözaltında”, “Bak Burası Aktütün”, “Saklanamazsın Genel Kurmay”, “Sıra Askerdeki Ergenekon’da”, “Tehdidi bırak hesap ver” gibi sansasyonel başlıklar kullanmıştır. Beş yıl boyunca Ahmet Altan köşesinden generalleri, rektörleri, başsavcıları, yargıçları suçlamış, yazarlığından gelme ustaca yergilerini hiç birinden esirgememiştir. Hakkını vereceksek hitap şekli, devrimciler ve yeraltı basını hariç, yasal basındakilerin dudaklarını uçurtacak cinstendir. Bunun, dalkavuk basının “ağam paşam” edebiyatının yanında, sıradan okuyucu üzerinde gök gürültüsü etkisi yarattığına kuşku yoktur.
Gelgelelim bunları şahsi imkânları ve yüreğinin gücüyle yaptığını kimse söyleyemez. Gazete planlı bir mizansenle, cemaat-Tayyip Erdoğan-liberaller ittifakının ortak sesi olarak çıkmıştır. Dolayısıyla arkasında yüzde elliye yakın desteği olan bir hükümet, emniyet ve savcılık teşkilatlanmaları vardır. Yasemin Çongar gazeteyi çıkarmak için apar topar Washington’dan geldiğine göre biraz cesaret de o ithal etmiş olmalıdır. Türkiye’de Pentagon, NATO ve TÜSİAD’ın desteğinde ordunun yeniden yapılandırıldığı kimse için sır değildir: Gazeteler ve televizyonlar günlerce bu amaçla yapılan Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını vermiştir. Taraf, az çok “tarafsız” görünmekle yükümlü Gül/Gülen/Erdoğan’ın söyleyemeyeceğini söyleyecek bir araca duyulan ihtiyacın ürünüydü. Devlet denilen kurum kendi yasalarının dışına fazla çıkmak durumuyla karşılaştığında böyle yollara başvurur. Şafak operasyonlarında ve mahkeme safahatında kamuoyu oluşturmak, kaynağı belirsiz haberler sızdırmak, can derdine düşmüş generaller bir bir içeri tıkılırken naralar patlatıp korku salmak-Taraf’ın sık yaptığı şeyler arasındadır. Savcılara taşınan bavullar, Alper Görmüş türü gazetecilik, bir valiz CD ve plan teslim ederek Balyoz davasının açılmasını sağlayan Mehmet Baransu vs…
Ahmet Altan gibiler “demokrasi ve özgürlük savaşçısı” diye takdim edilince insanın dünyanın sonunun geldiğine inanası geliyor. Yeni milenyuma girilirken Türkiye’nin “savaşçı” demeye bin şahit lazım Abdullah Çatlı, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Ahmet Altan gibi yarı resmi “kahraman”lardan(!) bir adım ileri gidememesi şaşırtıcıdır. Hepsinin ortak özelliği sırtlarını devlete ve düzenin efendilerine dayamaları, eylemlerinin sonuçları nedeniyle asla yargılanmamaları, işlerini devletin tedarik ettiği pasaportlar, silahlar, yardımlar, yayınlar, istihbaratlar, arşivler ile görmeleridir.
Sözde sosyalist Çetin Altan’ın oğludur Ahmet Altan. Gazetecilik, televizyonculuk, yazarlık yapmıştır. Ne var ki altmışını aşmış Ahmet Altan üç darbe (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül) yaşamasına rağmen tek bir kez bile hapse girmemiştir (yanılmıyorsam). Onca liberal solcu aydının defalarca içeri tıkıldığı 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde Altan biraderlere kimsenin dokunmaması dikkat çekicidir. Üstelik o Ahmet Altan ki faşizme, darbelere, işkenceci subaylara sesini çıkarmamakla kalmamış, buna karşı en önde savaşan, çarpışarak ölen, darağacında/işkence tezgâhında/zindanda can veren, cezaevlerinde hiçbir zulme boyun eğmeyen devrimcileri aşağılayıp onlara küfür etmiştir. 12 Eylül döneminde yazdığı “Sudaki İz” adlı romanının devrimci mahpusların canını sırtlarında kırılan sopalardan daha çok acıttığının yakından tanığıyım. O günlerde susup, her şey tersine dönünce, AKP’nin zafer kervanına takılarak yiğitlik taslamak kolaydır.
Darbe yıllarında askeri cezaevlerinde devrimcilerin attıkları toplu sloganları, direnişlerini, sıkıyönetim mahkemelerindeki sorgu ve savunmalarda söylediklerini sıkıyönetim yasaklar, medya da bunu bilmezden gelirdi. Oysaki en zor zamanlarda, en güçten düştükleri anlarda, Ahmet Altan’ın gazetesindeki manşetlerden milyon kat fazlasını yaptılar. En üst rütbelisinden en alttakilere kadar karşılarına çıkan darbecilerin ne olduklarını yüzlerine haykırdılar. Hem de tanklarla, bölük bölük askerlerce kuşatılmış, elleri arkadan kelepçelenmişken, karınlarına tekmeler, omuzlarına kalaslar inip kalkarken… Mahkemelerde ağızları askerlerin avucuyla kapatılıp koridorlarda ve ringlerde dövüle dövüle cezaevlerine götürülürlerken… Üstelik önlerinde uzanan uzun ince yolda sıra dayakların, yasakların, ağır cezaların, açlık grevlerinin, ölümlerin onları beklediğini de bilirlerdi. Ahmet Altan gibi ne ellerinde buzlu viskiler vardı, ne de mazgallarından Boğaz manzarası görülüyordu. Generaller Ahmet Altan manşet attığında değil dağda bayırda sonuç alamadıklarında, kuşatılanları teslim alamadıklarında, idam sehpasına çıkardıklarına diz çöktüremediklerinde, işkence yaptıklarının ağzından tek laf alamadıklarında itibarlarını kaybettiler. Tek kurşun atmadan, manşetlerle hizaya sokulmalarının arkasında biraz da bu ağır hikâye vardır.