Sessiz sedasız bir İstanbul akşamı olsun, İstanbul’u tepeden gören bir çatı katı olsun. Cemaat, cemiyet olmasın. Paris’i düşlesin. Bir de daktilo olsun. Bir de “olmadı” diye buruşturup attığın kâğıtlar için çöp torbası. Bir de Fransız şarabı. Tatlıdır yoksul kanından süzülen şarap. Aslan yapar insanı Akşam haberlerini izlerken duyduğum bir haberle birden bire rahatladım. Üzerimdeki yüklerin […]
Sessiz sedasız bir İstanbul akşamı olsun, İstanbul’u tepeden gören bir çatı katı olsun. Cemaat, cemiyet olmasın. Paris’i düşlesin. Bir de daktilo olsun. Bir de “olmadı” diye buruşturup attığın kâğıtlar için çöp torbası. Bir de Fransız şarabı. Tatlıdır yoksul kanından süzülen şarap. Aslan yapar insanı
Akşam haberlerini izlerken duyduğum bir haberle birden bire rahatladım. Üzerimdeki yüklerin belki de en ağırı olan ukalalık duygusundan kurtulmuştum.
Önyargı ile konuşmaların, düşünmeden pat diye yargıya varmanın, herkesten önce el kaldırmaların, ilk önce işe koyulmaların verdiği bunca zararlardan sonra “Ben dememiş miydim, bak görüyor musun haklı çıktım” demenin dayanılmaz rahatlığı.
***
Bazen insanın içine bir şey doğar. Ortama ya da zamana uymadığı için söyleyemez.
Bazen küfredesi gelir. Ağzını açamaz. Bazen ağlayası gelir. Ağlayamaz.
Bazen doğru söyleyen birini yalnızlaştırmaya çalışırsın. Bazen inanmadığın birini alkışlamak zorunda kalırsın.
Bazen gitmen gerekirken gidemez, koşman gerekirken koşamazsın. “Gitme dayanamam” diyemezsin. Bazen öpmen gerekir öpemezsin.
Acır durur için. Acıyı zamana bırakırsın. Geçmesini beklersin. Geçmez meret. Geçti zannedersin. Fırsatını bulduğu an tespih çeker gibi yuvarlar seni, bir aşağı bir yukarı. Baş aşağısındır bazen, bazen de dimdik.
***
1996 yılının ilkbahar aylarında babamın pankreas kanseri nedeniyle Ankara Onkoloji Hastanesine yatırıldığını haber verdiler. Gittim.
O koskoca insanın bu denli zayıflayacağını, küçüleceğini, gözüme bakamadığından değil, ama mecalsiz olduğunu görünce dehşete kapıldım.
Babama ne olmuştu böyle. Kanser nasıl bir illetti ki dağ gibi insanları yere seriyordu. Babamın güçsüzlüğü ve bir şey yapamayacak olması bana tuhaf bir güç de vermiş gibiydi. Artık babamdan daha güçlüydüm. Ne istersem diyebilirdim. Hatta yüzüne tükürüp “Ne halin varsa gör. Geber” bile diyebilirdim.
Benim ne diyeceğim, nasıl davranacağım babamın umurunda bile değildi. Farkında değildi ki. Dehşetli bir acı içerisinde ölümü beklediği belliydi. Sanki hemen ölmek istermiş ama hiç istemezmiş gibi.
Annemi kaçırıp getirdiğinin daha ikinci yılında da analığımı kaçırmıştı. Sekiz anamdan sekizde analığımdan olmak üzere tam 16 çocuğun babası. Babam.
Adalet Partisi’nden belediye başkanıyım diye “Demirel” deyince kasabada kır atlı gösteriler yapan babam. Abimin düğününde ablam “Aldırma Gönül” türküsü söyledi diye Aksaray’dan Taşpınar’a kadar kovalayan babam.
12 Eylül faşizminden sonra, gece yarısı evde yatarken elinde silahla “kalk gomünis seni geberteceğim” diyen babam.
***
“Baba nasılsın” dediğimde sanki elde kalan son barutunu yakmak ister gibi hafifçe başını kaldırdı. Gözlerini gözlerime dikti.
“Hoş geldin oğlum, neler yapıyorsun, Şenay da burada bildiğim kadar, o nasıl?”
“İyiyiz baba, Şenay da iyi, kendini yorma, iyi olacaksın, doktorlarla konuştum, Şenay da yarın gelecek” dedim.
“Oğlum ben ölmeye ölüyorum da bir şey demek istiyorum. Sizin devrimci olduğunuzu biliyorum. Burada da bu işlerle uğraştığınızı da.”
“Şimdi bunların sırası değil, yorma kendini be” dedim.
“Tam sırası, başka sıra olmayabilir” dedi.
“He baba” dedim.
“İster inan ister inanma bugünkü aklım olsaydı bende devrimci olurdum, nasıl aldattılar, nasıl kandırdılar bu o… çocukları, anlatamam” dedi.
“Boş ver baba seni seviyoruz” dedim.
” Boş verilecek bir iş değil oğlum. Döneyim dedim dönemedim. Yoksa emekli bile etmezlerdi.”
Ertesi gün Şenay da geldi. Babamı Aksaray’a götürüp döndüm. Zemheri ayında ölüm döşeğinde canı üzüm istemiş. Aldım götürdüm Ankara’dan. İki gün sonra babam ölmüştü.
Geriye ne bavulu kaldı ne de vasiyeti. Babamın ölmeden evvel devrimci olması bana yetti.
****
Orhan Pamuk’un hiçbir kitabını okumadım. Birkaç kez başladım, sıkılıp bıraktım.
Yakışıklı Harbiyelilerin sırmalı, kılıçlı elbiselerle gittiği, kızların kendisi için yarışacağını sandığı salonda asıldığı kızın neden yüz vermediğine köpüren büyüklük kompleksi. Özenle kesilmiş saçları ve dikkatlice seçilmiş gömleği, parlayan iskarpinleri.
Ne bileyim sevmedim, sevemedim işte. Ama neden bu kadar önyargılı olduğumu da anlatamadım kimseye.
Nobel ödülü aldığı zaman okuduğu “babamın bavulu” öyküsündeki aşağılık kompleksi. Defalarca okudum, töreninde yaptığı konuşmanın tümünü. Bir seviyor, bir sevmiyor. Bir iyi, bir kötü; bir öfke, bir sevda; bir serçe, bir şahin. Bir salak, bir dahi…
Babasının bavulunu bir türlü açamıyor. Açıyor kapatıyor. Kapatıyor açıyor. Ama asla okumuyor. Yok ki babasının ona bıraktığı bir bavul.
Demek baban 1940’lı yıllarda Valery’yi çevirmiş ama para kazanamadığı için sevmemişti bizim memleketi de Avrupa’ya gitmişti ha.
Oysa deden zengindi hani. Okumadın ki hiç babanın bavulundan çıkanları. Babanın bavulundan çıkan bir trafik kazası öyküsü, bir iki de aile gürültüsü, öyle mi?
Belki de babanın bavulundan şu dizeler çıkacaktı, kim bilir:
“Makarna yer Alamanın köpeği bile.
Belki de makarna yemez her zaman.
Ve lakin Kartallı öyle görünüyor.
Mehmetçik Memet
Kör demiryolunda Mehmet yürüyor.
Yürüyor Mehmetçik köpeğe doğru.
Dört el üzerinde emekleyerek.
Kah girip, kah duraklayarak.
Başını taşlayacakmış gibi saklayarak.
Mehmetçik, Memet.
Kaptı, itin önünden makarnayı, kaçıyor.
Kaçıyor Memet arkasına bakmadan.
Alkışlıyor Memedi Alaman
Alamanın çok hoşuna gitti marifet.”
İnsan bir okur la. Okumaya cesaret edememen bundan olmasın.
Sessiz sedasız bir İstanbul akşamı olsun, İstanbul’u tepeden gören bir çatı katı olsun. Cemaat, cemiyet olmasın. Paris’i düşlesin. Bir de daktilo olsun. Bir de “olmadı” diye buruşturup attığın kâğıtlar için çöp torbası. Bir de Fransız şarabı. Tatlıdır yoksul kanından süzülen şarap. Aslan yapar insanı.
Bir kez aslan oldun mu artık her şey haktır sana. Aslan olmadığı için kızarsın babana.
***
Televizyonda Orhan Pamuk’un 6 önemli(!) Avrupalı yazardan biri olarak Suriye Başkanı’na “Çek git yoksa öldürecekler seni” mektubuna imza attığını duyunca tüy gibi hafifledim. “Bak demedim mi bu herifte bir şey var diye” dedim bizimkine.
Keşke haklı çıkmasaydım. Keşke iblis yanımla yaşasaydım. Ne düşündüm o anda Suriye de ölen binlerce kadını, çocuğu, ne düşündüm Nobel ödülü verenlerin çetelere gönderdiği kurşun geçirmez gocuğu.
Kinden ve öfkeden kudurmuş bir taşeron güvenlik görevlisi. Bir de ona durmadan güzelleme yapan emperyalizmin bilmem nesi.
***
Demek kandan pay istersin Orhan. Demek babandan intikam alacaksın Orhan.
Şimdi sessiz sedasız otel odalarında yaz. Kapat gözlerini, cemaate, cemiyete, halka, beşeriyete ve acı gerçeğe. Kapat gözlerini, berkit pencerelerini ve duyma kolsuz, bacaksız ve gözsüz Arap çocuklarını.
Duyma sakın, edebiyatın bozulur, çıkaramazsın içindeki muhteşem romanı. Unut gitsin, unutturacaktır sana Fransız şarabı Irak’ta, Libya’da, Mısır’da ve Suriye’de ölen ve yüreği en az senin kadar sevmeyi bilen Arap’ı.
Aldığın ödülünün hakkını ver. Ne ısıtmasına ihtiyacın var o ”
Kırmızı”nın, ne de üşütecek kimseyi artık senin “Kar”ın.
…
Babam ölmeden evvel devrimci oldu. Keşke sen de babanın bavulunu okusaydın.