Açlık grevleri nezdinde ortaya çıkan keskin bir siyasallıktı. Kardeşliğe, mutabakata değil, mücadeleye ve çatışmaya yönelen, siyasal bir kavganın ifadesiydi karşımızda olan. Kafa karışıklığı yaratan tam da buydu Çok az eylemlilik taraf tutmayı ve saflaşmayı kaçınılmaz kılar. Doğrudan yaşamınızı ilgilendiren ya da yaşadığınız dünyaya yönelen “jest/ler” farkına varın/varmayın yakanızdan tutar ve savurur. Böylesi kaçınılmazlık ve tarafgirlik […]
Açlık grevleri nezdinde ortaya çıkan keskin bir siyasallıktı. Kardeşliğe, mutabakata değil, mücadeleye ve çatışmaya yönelen, siyasal bir kavganın ifadesiydi karşımızda olan. Kafa karışıklığı yaratan tam da buydu
Çok az eylemlilik taraf tutmayı ve saflaşmayı kaçınılmaz kılar. Doğrudan yaşamınızı ilgilendiren ya da yaşadığınız dünyaya yönelen “jest/ler” farkına varın/varmayın yakanızdan tutar ve savurur. Böylesi kaçınılmazlık ve tarafgirlik fırtınaların sonucu değildir sadece. Mesela devrim, o büyük fırtına, önüne katıp her şeyi ve herkesi sürükler peşi sıra. Sarsılmamak, olduğu yerde kalakalmak geçersizleşir, bilinçli bilinçsiz iki taraf; birbiriyle savaşan ve kaçınılmaz olarak ya yok oluşa ya da zafere yürüyen iki güç vardır. Sözler değil savaşma gücü belirler artık sonucu ve savaşma gücü sizi harekete geçiren tek dinamiktir. Tarafsızlık, askıya alınır, ya sokaktasınızdır ya da durmakla yine de sokaktasınızdır. Her şey değişir ve o her şey sizi de kapsar.
Sadece devrim, sıyrılıp gelen, sessiz ve sakin bekleyen zamanı bir tül gibi savuran o koca fırtına değildir tarafsızlığı askıya alan; farkına varılsın ya da umursamazlık diyarında unutulsun başka “jest/ler” de taşıdıkları kaçınılmazlıklarıyla devrimin neden olduğu tarafgirliği aktörlere dayatır. Bilmemenin, görmemenin, duyumsamamanın bir şey ifade etmediği bir haldir o eylemlerin yol açtığı. Bilmiyorum, görüyorum, duymuyorum demek anlamsızdır çünkü kuşatmıştır çepeçevre hayatı o “jest/ler” ve soluk almanın anlamı ancak ve ancak o eylem/lerin dolayımından geçer.
Böylesi bir atmosferin içinden geçtik. Açlık Grevleri – devrime atfedilen – her türlü “bir”likçi yapıyı ilga eden saflaştıran, kamplaştıran jestti. Duyarlılık veya duyarsızlığın, yakınında olmanın veya uzak kalmanın doğrudan siyasal anlam taşıdığı bir eylemdi açlık grevleri. Onu devrimle aynı safa sokan da tam da buydu: bağrında taşıdığı toplumsal uzamı ikiye bölen siyasallık. Doğrudan hayatı siyasal uzlaşmazlığın merkezine taşıdığından açlık grevlerinin siyasallığının üzerinden atlanılmaya çalışıldı. Onu siyasal olana bağlayan bağ – sadakat – görmezden gelindi. Açlık grevlerine yaklaşımlardaki ikircikliğin kaynağında, onun siyasalla kurduğu özgün bağın farkına varılmaması yatmaktaydı. Bu nedenle ya beden üzerinde hak ya da vicdan kategorileri altında hesaba katılmaya çalışıldı.
Açlık grevlerinin siyasalla kurduğu ilişkiyi değerlendirememenin sonucu olarak ortaya çıkan ilk tepki, beden üzerinde kimin hak sahibi olduğu üstüne yapılan bitmez tükenmez tartışmaydı. Burada iki karşıt söylem derinlerinde taşıdıkları ortaklığın farkına varmadan kıyasıya argüman üretti. Direnişçilerin yanında yer alanlar açlık grevini, bir kişinin kendi bedeni üzerinde, tamamen kendisine ait olan “kendi kaderini tayin hakkı” olarak yorumladılar. Bu anlamda da eylemin her türlü eleştiri ve yargıdan muaf kabul edilmesini beklediler. Hak kavramının taşıdığı muğlaklar bir yana böylesi bir söylem en azından aydınlanma retoriğinin belirli bir yorumuna yaslanmaktaydı. İnsan akıllıysa, karanlığı silip süpüren zihinsel yetilere sahipse doğrudan bedeni üzerinde tasarruf hakkı kazanmaktaydı. Akla duyulun sınırsız güven bu söylemin içinde yeniden üretildi. Merkezinde aklın yer aldığı tarih anlatısı çekinmeden yoruma davet edildi. Fakat bu daveti yenileyen başka bir söylem daha vardı ve direnişçilerin yanında yer alanların tersine bu kez karşı cepheden gelmekteydi.
Tipik egemen söylem bilinmektedir: açlık grevcileri piyondur, tasarruf hakları yoktur bedenleri üzerinde çünkü zihinleri yıkanmıştır, ideolojik bir düş içindedirler. Kafası karışık ve düşünme yeteneğinden uzak bir grup insanın kendini “telef” etmesinin önüne geçilmelidir. Evrensel akıldan pay almadıklarından tam da aklın evrenselliğinin tezahürü olan devlet eyleme el atmalıdır. Eylemciler ideolojinin puslu diyarındadır, aydınlatılmaları ve eğitilmeleri gerekir. Ancak bu sayede onlar da akıllarını kullanabilecekler ve iyi, kötüyü ayırabilecek bir hale geleceklerdir.
Bir yanda eylemcilerin safında yer alanların diğer yanda eylem karşıtlarının sözü ama ortaklık aynı; akla duyulan sınırsız güven. Her ikisi de akla verdikleri sorgulanamaz konum itibariyle, eylemin taşıdığı siyasal ikiliğin anlamına yaklaşamadılar. Bireyin bedensel varoluşuna bağlanan hakla anlamlandırılan eylem; kaçınılmaz olarak müdahale ve müdahale edilemezlik ikilemine sığdırılmaya çalışıldı. Bunun ötesine geçen ve siyasal kamplaşmaya meydan veren jest görmezden gelindi.
Açlık grevinin barındırdığı keskinliği “törpüleyebilmenin” bir yolu akla hasredilen sınırsız güvense diğeri vicdana ayrılan sınırsız alandı. Vicdana ayrılan o sınırsız alan “biz” ve “onlara” dair olana yer bırakmıyordu. “Biz” olanla, biz olanın ötesinde olan ele avuca gelmez, vicdanın geniş ögesi altında kayboluyordu.
Vicdan şemsiyesi, kendisine alan açmaya, varlığını “bir”in varlığından kurtarmaya çalışanın önündeki karanlık dehlizdir. Vicdan “bir”i, “iki”ye böleni yeniden “bir”e bağlamanın, bütünden yarışanı, onun ötesine uzanmaya meyledeni yeniden ve yeniden “bir”e, bütüne mahkûm etmeye çalışandır. Kocaman bir insanlık kümesi tarif ederek siyasal özneyi, kimliği belirsize dönüştürmenin ve böylece siyasal mücadeleyi siyasallığından ayırmanın söylemidir vicdan. Vicdanın adına konuşan, siyasallığı öteleyebildiği, “biz” ve “onlar” karşıtlığını yoksadığı ölçüde söz alabilmektedir. Onun varlığı siyasal öncesindedir, ikiliğin başlamadığı noktayı işaret etmektedir.
Oysa açlık grevleri nezdinde ortaya çıkan keskin bir siyasallıktı. Kardeşliğe, mutabakata değil, mücadeleye ve çatışmaya yönelen, siyasal bir kavganın ifadesiydi karşımızda olan. Kafa karışıklığı yaratan tam da buydu.
Kürt Siyasal Hareketi, açlık greviyle siyasal bir hareket olduğunu ve böylece de bütünlüğün, kardeşliğin bağrında yatan ikiliği bir kez daha gösterdi. Açlık grevleri, kendini ırksal bağ üzerinden tanımlayan o bütünü, Türkiye Cumhuriyeti’ni, tanım krizine sokan, zan altında bırakan Kürt Siyasal Hareketi’ne yönelen sadakatti. Hapishanelerdeki tutsaklar, “bir”liği tanımlayan ilkeyi şüpheli hale getiren olaya (Kürt siyasal varlığına) sadakati ifade etmiş oldular ve aynı zamanda gösterilen bu sadakat, bütünün, ikiliği ortadan kaldıran “bir”in, varlığını yeniden ve yeniden sarsarak siyasal bir “jest”in ta kendisi oldu. Olayla başlamış olan süreç, mahpusların olaya sadakatleriyle varlığını yenilemiş oldu. Taleplerin kendisi, özellikle Abdullah Öcalan söz konusu olduğunda, bu sadakatin varlığının altını çiziyordu. Mesele; sadece tekil bir varlığın etrafında şekillenmiyordu, aksine siyasal bir olaya olan bağlılıktı.
Açlık grevlerinin, bu derece soru işareti yaratmasının gerisinde, belki de, sadakatin ve onun oynadığı siyasal rolün yeterince anlaşılamaması bulunmaktaydı.