Giriş Ataerkil toplumda kadınlara yönelik şiddet, kadının bedenine, doğurganlığına, cinselliğine, yaşamsal etkinliğine veya emek etkinliğine yönelen çeşitli biçimler alabilmektedir. Biliyoruz ki erkekler, binlerce yıldır, kadınları, cinselliklerini, doğurganlıklarını ve emek etkinliklerini denetleyerek tahakküm altına almaktadır. Ataerkil tahakküm, ne giyeceğini, cinselliğini nasıl yaşayacağını, kaç çocuk doğuracağını buyurarak kadına dolaysız şiddet uyguladığı gibi, bu tahakküm fiziksel şiddetten sözlü […]
Giriş
Ataerkil toplumda kadınlara yönelik şiddet, kadının bedenine, doğurganlığına, cinselliğine, yaşamsal etkinliğine veya emek etkinliğine yönelen çeşitli biçimler alabilmektedir. Biliyoruz ki erkekler, binlerce yıldır, kadınları, cinselliklerini, doğurganlıklarını ve emek etkinliklerini denetleyerek tahakküm altına almaktadır. Ataerkil tahakküm, ne giyeceğini, cinselliğini nasıl yaşayacağını, kaç çocuk doğuracağını buyurarak kadına dolaysız şiddet uyguladığı gibi, bu tahakküm fiziksel şiddetten sözlü aşağılamaya, tacizden tecavüze, kadının katline kadar pek çok şiddet biçimiyle kol kola yürümektedir.
Kadınlar, binlerce yıldır, cinsellikleri ile doğurganlıklarını denetim altında tutan türlü tahakküm ve şiddet biçimlerine maruz bırakılmışlardır. Bekaret kemeri veya kadın sünneti, günümüzün “modern” dünyasında da yer yer görülebilen, tarihi çok eskilere uzanan şiddet biçimleridir. Günümüzde ise bu “arkaik” biçimlerin yanı sıra kürtaj yasağı, bekaret testi gibi çağdaş düzenlemelerle, veya, kadına iffetli, namuslu, itaatkar olmayı salık veren, evlilik dışı cinsel ilişkiyi yasaklayan ataerkil normlarla kadınların cinsellikleri ve doğurganlıkları denetim altında tutulmaktadır. Verili normlara uymayan kadınlara verilen ceza toplumsal dışlama ve aşağılamanın yanı sıra yine fiziksel şiddettir.
Son dönemde sık sık gündeme gelen “üç çocuk doğurun” diye buyuran iktidar, kadınların bedenleri üzerindeki tahakkümü açık ederken, örtük bir şiddet barındırır. Yine, anneliğin kutsallaştırılıp, kadının annelikten bağımsız bir varoluşunun olmadığını ileri süren sözler de benzer bir şiddet içerir. Bu sözler, aynı zamanda, kapitalizmle ataerkinin karşılıklı dayanışmacı ilişkisini de gözler önüne serer.
Kapitalizm, ataerkil tahakküm ve kadının doğurganlığı
Günümüzün ataerkil kapitalist toplumunda kadınların doğurganlığı üzerindeki denetim özgül biçimler almış, özgül işlevler yüklenmiştir. Sermayenin kendinden önceki kurum ve yapıları kendi işleyişine uyarlama yeteneği, ataerki ile benzer ilişkiler kurması sonucunu doğurmuştur. Sermaye, ataerkil tahakkümün çeşitli veçhelerini, daha yüksek kârlar elde etmek yahut toplumsal yeniden üretimini sürdürmek amacıyla kullanabilmektedir. Bu eğilimin kadın bedeni bağlamında ortaya çıkardığı sonuçlardan biri, kapitalistlerin, üretimin sürekliliğini sağlamak amacıyla kadınların doğurganlığını fütursuzca denetleyebilmesidir. Örneğin 1980 ve 1990’lar boyunca Meksika sınırındaki sanayilerde (maquiladoralar) kadınların gebe kalıp emek sürecinden çekilmesini önlemek amacıyla kadınlara düzenli olarak gebelik testi yaptırılmıştır. Çeşitli ataerkil toplumsal yasakların yanı sıra işten atılmakla tehdit edilen bu kadınların çalışma yaşamında özgür olduğunu, özgür bir cinsellik yaşadığını, huzurlu bir yaşam sürdüğünü düşünmek olanaksızdır.
Kadın bedeni üzerindeki ataerkil tahakkümün günümüzde ortaya çıkardığı sonuçlardan biri de kadınların hane içine kapatılıp, bakım işlerinden sorumlu tutulmasıdır. Kadınlar toplumu var eden en önemli ögeyi, insanı yetiştirmekten sorumlu tutulmakta, aynı zamanda sermayenin başlıca koşulu üreticileri, yarının işçilerini karşılıksızca üretmektedirler. Bu yükümlülük kadınları çeşitli toplumsal etkinliklerden, gelir getiren işten, sosyal güvenlik sistemine erişimden uzak tutar. Ayrıca, kadınların erkeklere bağımlılığını koşullayan temel olgulardan biridir.
Üç çocuk doğurun söylemi sermaye birikimi bağlamında da kritik anlamlar taşır. İlkin, çocuk bakımı kadınların istihdama katılmasındaki en önemli engeldir. Eğitimli veya eğitimsiz binlerce kadın, kamusal kreşler son derece yetersiz olduğundan ve çocuklarının bakımını üstlenecek bir kuruma ayıracak geliri olmadığından istihdam dışı kalmaktadır. İstihdama katılamayan kadınlar, yeni dönem sanayi politikaları için ideal emek gücü potansiyeli olarak görülmektedir. Böylece kadınlar, sermayenin ihtiyaç duyduğu güvencesiz esnek işlerde çalışacak ucuz emek gücü havuzunu oluşturacaktır. Tam da bu noktada yaratılan “fetişizme” değinmeden geçmemek gerekir. Esnek çalışmanın “kadınlara uygun iş” olarak ifade edildiği görülmektedir; oysa bu yakıştırma, sermayenin esnek çalışmaya duyduğu ihtiyacı kadınlara yansıtmasından başka bir şey değildir. Esnek çalışmanın kadınlar için ideal olduğunu iddia etmekle egemen söylem hem kadını ataerkil normlara yerleştirir hem de bu ataerkil normlara dayanarak, sermayenin ihtiyacını sanki kadınların ihtiyacıymış gibi ifade ederek gerçekliği ters çeviriverir. İkinci olarak bu “buyruk” iktisadi / politik hedefleri barındırmaktadır; temel hedef emek havuzunun hızla genişlemesidir. Kadınlardan hane içinde geleceğin işçilerini yetiştirerek yedek sanayi ordusunu genişletip, ücretlerin düşmesine katkıda bulunması beklenmektedir. Sonuç olarak, kadın bedeni üzerindeki tahakküm, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamasına da hizmet etmektedir.
Kutsaldan Rasyonele Annelik ve Karşılıksız Bakım Emeği
Bu olgu kadınları can evinden vuran bir örtük şiddet biçimiyle birlikte yürür: Annelik kutsallaştırılmış; “iyi anne olmak” kadınlar için en temel toplumsal norm halini almıştır.
Kapitalizm öncesi toplumlarda çocuk bakımından yine kadınlar sorumlu olsalar da annelik, günümüzdeki gibi, duygusal, ruhsal ve toplumsal bakımdan ağır vurgular taşımaz. Günümüzdeki “anneliğin” oluşumunda, feodal toplumdan kapitalist topluma geçerken kadın erkek rollerinin ayrışması sürecinde iki uğrak kritik bir öneme sahiptir: Bir yandan çocukluğun, kişiliğin gelişme evresinde şekillendirici bir evre olduğu fark edilince ve çocuğa karşı yeni davranış biçimleri geliştirildikçe, annelik yeni bir anlam kazanmıştır. Öbür yandan erkek egemen toplum çocuğun yetiştirilmesi ve eğitilmesinde anneye büyük sorumluluk yüklemiş; erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü ideolojik / ahlaki yeni normlar yoluyla güçlendirilmiştir. Annelik ve kadınlık, iffet ve namus gibi ataerkil normlarla yeniden tanımlanmış, böylece çocuk bakımı hem fiziksel hem de toplumsal yükleme bakımından ağırlaşmıştır.
Kadını anne yapan ataerkil ilişkiler bütünü, anneliği kadınlığın doğal bir özelliğiymiş gibi kabul etmekte; anneliği yücelterek çocuk bakımının kadın işi olmasını meşrulaştırmaktadır. Anneliğin kutsallaştırılıp meşrulaştırılmasında, kadınlara yüklenen -şefkat, duygusallık- gibi toplumsal cinsiyet rollerine başvurulmaktadır. Arkaik toplumlarda yaratılan mitlerde olduğu gibi, günümüzde toplumsal normlarda karşılık bulan anneliği kutsallaştırma, nihai olarak çocuk bakımını kadınlara yüklemeyi meşrulaştırmanın bir aracıdır. Örneğin, toplumsal ilişkilerde ikincil statüye yerleştirilen kadın, “cennet anaların ayağının altındadır” sözlerinde olduğu gibi, anne olarak cennetle ödüllendirilmektedir.
Ataerkil tahakküm, ilahi mekanizmaların yanı sıra “rasyonel” tedbirleri de işe koşar. “Rasyonel” seçimlere dayalı bir dünyada insanlara mutluluk vadeden neo-klasik iktisatçıların rasyonellik, verimlilik bağlamında kadınları yetersiz bulması ve kadınların ilk ve asli görevinin annelik olduğunu ileri sürmesi nasıl da ironiktir. Örneğin Alfred Marshall’a göre en değerli sermaye insana yatırılan sermayedir; bu sermayenin en kıymetli parçası da annenin etkisi ve ilgisinden kaynaklanır. Marshall, şefkatli ve özgeci içgüdülerinin çocuk bakımında esas olduğunu düşünerek, kadınların çocuk büyütmede
ki “kutsal” görevine dikkat çekmiştir. Marshall’ın düşünce sistematiğinde duygu ve davranışların geçirdiği başkalaşım (metamorfoz) çarpıcıdır: Anne şefkati, annenin özgeci tavrı gibi olumlu değerler yükleyerek yücelttiği annelik / kadınlık özelliklerini, kadınların çocuklara aktaracağı sermayenin bileşenleri olarak nitelemektedir. Ve Marshall, ataerkil toplumun “kutsal”ını, kutsal olarak onaylamanın ötesine geçerek, daha düne kadar lanetlenmiş olan sermayenin “uşağına” çevirmiştir. İlki bakım işini kadınlara yüklemenin tinsel bir yoluysa, ikincisi de kadınların yükünü -sermaye cephesinden- olumlamanın rasyonel bir yoludur.
Birkaç ay önce basına düşen “kadından anneliği çıkardığımızda geriye kutsal bir şey kalmaz” sözler de benzer bir zihniyetin ürünüdür. Bu sözler her şeyden önce kadını anneliğe indirger. Kadının annelikten ayrı – bağımsız bir varlığı kalmaz; annelik kendi başına bir varoluş kazanır. Yine bu sözler, kadınlar üzerindeki ataerkil tahakkümü imler. Bu sözlerle erkek iktidar, çocuk bakımını yüklemek için annelik üzerinden bahşettiği kutsallığı, kendisine yönelen en ufak bir tepkide geri alacağı tehdidi savurarak kadınları tahakküm altında tutmaya çalışmaktadır.
Son Söz
Sonuç olarak diyebiliriz ki kadınların bedenleri üzerinde ataerkil tahakkümü güçlendirmeyi hedefleyen muhafazakar söylem giderek sesini yükseltmektedir. Muhafazakâr dil şiddetin dilidir ve üç çocuk söylemiyle veya kadınlığı anneliğe indirgeyen anlayışla karşımıza çıkmaktadır. En son kürtajı yasaklamayı amaçlayan düzenlemeler, gebe kadınların kayıt altına alınması, sezaryan doğumlara müdahale muhafazakârlaşmanın geldiği boyutları gözler önüne sermektedir.
Açıktır ki kadınların bedenlerine yöneltilen tahakküm, kapitalizmin bekasına da hizmet etmeyi amaçlamaktadır. Kadına biçilen temel “görev” annelik, kadınların üreme makinelerine dönüştürülmesi sonucunu doğurur. Kadınların iradeleri dışında üremeye ya daSilvia Federici’nin aktardığı, 70’li yılların feminist bir şarkısında olduğu gibi “devlet için çocuk doğurmaya” zorlanmaları, kadınların kapitalizme özgü cinsiyete dayalı yeni işbölümündeki işlevlerini ortaya koymaktadır.
Melda Yaman Öztürk
Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Unv., IIBF
meldaya2000@yahoo.com