Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Berlin’e resmi ziyareti sırasında, Türkiye’nin AB üyeliğine Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılına kadar karar verilmesi gerektiğini, yoksa AB’nin Türkiye’yi kaybedeceğini söyledi. Diğer taraftan, bu beyanat AB ile bitmek bilmeyen müzakerelere dair hayal kırıklıklarını ifade ediyor. Diğer taraftan, artık bu müzakerelerin başarıyla sonuçlanmasının ne AB ne de Türkiye hükümeti tarafından beklendiğinin göstergesi […]
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Berlin’e resmi ziyareti sırasında, Türkiye’nin AB üyeliğine Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yılına kadar karar verilmesi gerektiğini, yoksa AB’nin Türkiye’yi kaybedeceğini söyledi. Diğer taraftan, bu beyanat AB ile bitmek bilmeyen müzakerelere dair hayal kırıklıklarını ifade ediyor. Diğer taraftan, artık bu müzakerelerin başarıyla sonuçlanmasının ne AB ne de Türkiye hükümeti tarafından beklendiğinin göstergesi olabilir. Aslına bakılırsa her iki taraf da Türkiye’nin AB üyeliğine ilgisini kaybetti.
AB halen genişlemeden çok kısmi çözülme ihtimaliyle karşı karşıya. Bugünkü kriz AB’deki merkez-çevre bölünmesini açığa çıkarıyor. Önce AB üyeliği ve daha sonra avro bölgesine giriş Güney Avrupa avro bölgesinin üye devletlerinde, Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da sanayisizleşmeye neden oldu. 2000’lerde ticaret dengesi ve cari işlemler hesabı ağır biçimde bozuldu. Almanya, oldukça kısıtlayıcı ücret politikalarıyla bu dengesizlikleri ağırlaştırdı. Almanya ve diğer bazı ihracata dayalı merkez ülkeleri 2000’lerde yüksek cari işlemler fazlası vermeyi başardılar. Hem Güney hem de Doğu Avrupa’da, çevre ülkelerinin cari açıkları başta Alman ve Fransız bankalarından olmak üzere, dış kredi çekerek finanse edildi. Mevcut krizde, çevre ülkelere sermaye akımları kesildi, faiz oranları hızla yükseldi. Önce Doğu, sonar da Güney Avrupalı AB ülkeleri sert bir krize girdiler. Alacaklı bankaların çıkarları doğrultusunda, Avrupa Komisyonu ve Uluslararası Para Fonu (IMF), AB’nin çevre ülkelerini çok sıkı kemer sıkma politikaları uygulamaya mecbur kıldılar. Etkili bütçe ve ücret kesintileri cari açıkları geçici olarak azalttı. Bununla beraber, peşinden gelen kriz özel ve kamu borcu krizini büyüttü.
Merkez ülkeler çevre ülkelere olan baskıyı hafifletebilecek, kapsamlı ücret ve maliye politikaları gibi önlemler almadı. Merkez ülkelerin hükümetleri, özellikle de Almanya, güçlü transfer ödemeleriyle çevresel avro bölgesi ekonomilerini desteklemeye isteksiz olduğunu çok açık hale getirdi. Çevre ülkeler daha az kısıtlayıcı bir yoldan gitmeyi isterlerken, tüm AB ülkeleri içinde en kısıtlayıcı pozisyonu benimseyen Britanya hükümetiyle beraber merkez ülke hükümetleri, AB’nin 2014-2020 bütçe dönemi periyodu için kısıtlayıcı bir çerçeveden yanalar. Bu anlaşmazlık, Avrupa Birliği’nin liberal Bütçe Komiseri Janusz Lewandowski’nin, Büyük Britanya’yı geleceğini AB’de görüp görmediğine karar vermeye çağırması noktasına tırmandı.
Çevre ülkelerdeki üretken yapıların geliştirilmesine dair önlemler ne AB politikalarının ne de ulusal politika gündeminin bir parçası. Dolayısıyla AB, merkez-çevre bölünmesinin temel sorunlarıyla uğraşmıyor. Batı Avrupa bankalarının riskleri, bazı Güney Avrupa ülkelerinin parasal birlikten çıkartılmasını sindirebilir bir seviyeye düşürüldüğünde, bu ülkelerin avro bölgesinin dışına doğru isale edilmesi muhtemeldir.
Böylelikle, Birliğin çekirdeği olarak avro bölgesi küçülebilir. Aynı zamanda avro bölgesinin AB içindeki pozisyonu güçlendirilir. Ulusal parlamentoların yetkileri sistematik olarak azaltılırken Avrupa Komisyonu’nun, avro bölgesi üyelerinin ulusal bütçe politikalarına müdahale yetkileri pekiştirilir. Avrupa Merkez Bankası, bankacılık denetimiyle görevli olur. Bu planlar, avro bölgesine dahil olmayan Birleşik Krallık ve Polonya gibi ülkelerce eleştirilmekte. (Henüz) avro bölgesi üyesi olmayan Doğu Avrupa devletleri, Avrupa Komisyonu’nun bankalar birliği önerisi kapsamında haklarının sınırlanmasını eleştirmekte. Birleşik Krallık hükümeti, böylesi bir denetleyici yapının dışında kalacağını açık bir şekilde belirtti. Hükümet, City of London’daki (Londra’da İngiltere’nin finansal merkezi olarak bilinen bir bölge-çn) finansal faaliyetlerin yararına (zayıf) denetim uygulamalarına devam etmek için kendi denetleyici yetkilerini elinde tutmak istiyor. City of London’ın çıkarları doğrultusunda Britanya hükümeti, zaten geçmişte avro bölgesine katılmamaya karar vermişti. Financial Times’ın yorumcusu Wolfgang Münchau’a göre “Birtanya’nın olası bir ayrılmaya veya en azından marjinalleştirmeye gitmesinin temel nedeni AB karşıtı bir başbakanı olması değil 15 yıl önce avro bölgesine katılmama kararı almasıdır”.
Dolayısıyla, avro bölgesinin merkez ülkeleriyle avro bölgesi üyesi olmayan ülkeler arasında ve avro bölgesi ülkeleri içinde genişleyen çatlaklar bulunmaktadır. 3 katlı bir AB yapısı ortaya çıkmaktadır:
1) Çekirdek avro bölgesi. Güney Avrupa ülkelerinin isale edilmesiyle avro bölgesi küçülebilir. Geri kalan avro bölgesinde politika oluşumu, daha merkezi ve daha az demokratik olabilir.
2) Henüz avro bölgesi üyesi olmayan, ancak mevcut mevzuatla avro bölgesine girmeye çaba göstermeye mecbur edilen ülkeler. Bu ülkelerin avro bölgesine doğru ilerlemeleri daha kısıtlayıcı bir yolda ele alınacaktır. Avro bölgesindeki gerilim ve avro bölgesi üyesi Güney devletlerinin feci kalkınma deneyimleri ele alındığında, bu grup içindeki bazı ülkelerde avro bölgesi seçeneğinin eleştirel bir yeniden değerlendirmesi olabilir. Milliyetçi muhafazakâr Macar hükümeti hâlihazırda bu seçeneği terk etmiş görünüyor.
3) Avro bölgesi üyesi olmayan ülkeler. Bu grubun AB içindeki rolü azalıyor. Bu grubun esas ülkesi Birleşik Krallık’ta, Muhafazakâr Parti’de giderek güçlenen bir akım açık bir biçimde AB üyeliğini sorguluyor.
AB çevresindeki dördüncü halka, (potansiyel) aday devletler tarafından şekillendiriliyor. Bu ülkeler AB’ye bir dizi tretmanla bağlı durumda ve çoğunlukla hukuk normlarını AB mevzuatına uyarlamış durumdalar. Türkiye bu gruptaki ülkelerden en önemlisi. Ayrıca, İzlanda ve Doğu Avrupa’da AB ile en erken akdi bir ilişkiye giren devletlerin olduğu bu grup, öncelikle Yugoslavya’nın ardılı devletleri de kapsıyor. Hırvatistan dışında, AB’ye giriş beklentisi, öngörülebilir bir gelecekte karanlık.
AB’ye giriş tarihi 1 Temmuz 2012 olarak belirlenen Hırvatistan örneğinde dahi şu sıralar soru işaretleri belirmekte. Hırvatistan ile ilgili en son AB ilerleme raporundaki eleştirel değerlendirmelerden sonra, Alman federal meclisinin başkanı, geçmişte Hırvatistan’a büyük destekçi olan Hıristiyan Demokrat partiden Norbert Lammbert, Hırvatistan’ın AB’ye geçiş için henüz hazır olmadığını beyan etti. Bu daha eleştirel duruşun Hırvatistan’ın kendisi için sonuçları henüz net değil. Bununla beraber, bu durum Alman muhafazakar çevrelerin, Avrupa’nın çevresinden yeni üye devletler kabul etmeye açık isteksizliğinin bir işareti.
Türkiye’nin AB’ye nihai üyeliği, AB’nin içinde bulunduğu kriz öncesinde zaten tartışmalıydı. Tereddütler, AB’deki Hıristiyan Demokrat çevrelerce seslendirilen kültüralist kaygıların ve Kıbrıs’taki anlaşmazlığın net bir şekilde ötesine geçmekteydi. Türkiye, içindeki güçlü, yerleşik burjuvazisiyle bölgesel bir güç. Bu bağlamda, AB’ye yeni katılmış olan ülkelerden ve diğer aday devletlerden oldukça farklı. Bu nedenle müzakereler, son genişleme süreci boyunca olduğundan daha az asimetrik. AB’ye Türklerin girişi, AB’deki güçlerin iç dizilimini açıkça değiştirebilecektir. Mevcut iç karışıklıkta bu, üye ülkelerinin çoğunun istemediği bir şeydir. Ekonomik olarak Batı Avrupa sermayesi, Türkiye ekonomisine imtiyazlı giriş hakkına sahiptir.
AKP hükümeti AB’deki egemen havanın net bir biçimde farkındadır. AKP için müzakerelerin ilk aşamaları, belirli kilit devlet kurumları (özellikle ordu) üzerindeki kontrol için Kemalist güçl
erle iktidar mücadelesinde elini güçlendirdi. Aynı anda, AKP genel anlamda bu iktidar mücadelelerini kazandı. Ekonomik olarak, mevcut kriz AB’nin Türk sermayesi için önemini, eşitsiz bir biçimde olsa da, giderek azalttı. Örneğin AB-27 ülkelerinin Türkiye ihracatındaki, 2007’de %56.3 olan payı 2012’nin ilk 9 ayında %38.3’e düştü. Bu çok dikkat çekici bir düşüş. AB’de devam eden aşırı mal arzıyla karşılaşılmasıyla, Türkiye sermayesi ihracatını coğrafi olarak çeşitlendirme arayışına girdi. Politik olarak, Türk dış politikasının belirgin yön değişikliği de gözlenebilir. AKP hükümeti, ABD yanlısı bir çizgiyi izlemeye gittikçe daha fazla yöneldi. Bu durum, Arap ülkelerine (örneğin Suriye’ye) yönelik politikalarının genel eğilimine yansıdı. Sağcı Arap hükümetleriyle, özellikle Suudi Arabistan ve Katar’daki otokratik rejimlerle ve aynı zamanda yeni Mısır hükümetiyle de daha yakın bağlantıları şekillendirdi. Son AKP kongresinde Arap ülkelerindeki dinci sağcı güçlerden bir hayli çok konuk varken genel olarak AB ülkelerinden temsilcilerin olmaması bunun sembolik bir ifadesidir. 2023’de AB üyeliğinin AKP’nin gerçek amacı olarak görünmesi güçtür.
* Doç.Dr Joachim Becker
Viyana Ekonomi Üniversitesi
Uluslararası İktisat ve Kalkınma Enstitüsü
[Joachim Becker tarafından Sendika.Org için İngilizce kaleme alınan yazı Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]