Hiçbir devlet, dış tehlikeleri bahane ederek, iç sorunları şiddetle çözme yoluna gidemezdi Tessa Hofmann 2007 yılında düzenlenen Avşar Elleri Sempozyumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle yoğun eleştirilere uğrayan Yusuf Halaçoğlu, kendisini öne çıkaranlar tarafından alelacele yedeğe alındı. O sempozyumda söylediği sözlerden bazıları, üzerinde fırtına koparılacak önemde değildi; bazı doğrular içermekteydi. Kabul ettikleri dini ve/veya etnik aidiyetlere iman […]
Hiçbir devlet, dış tehlikeleri bahane ederek, iç sorunları şiddetle çözme yoluna gidemezdi Tessa Hofmann
2007 yılında düzenlenen Avşar Elleri Sempozyumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle yoğun eleştirilere uğrayan Yusuf Halaçoğlu, kendisini öne çıkaranlar tarafından alelacele yedeğe alındı. O sempozyumda söylediği sözlerden bazıları, üzerinde fırtına koparılacak önemde değildi; bazı doğrular içermekteydi. Kabul ettikleri dini ve/veya etnik aidiyetlere iman edenler, Halaçoğlu’nun sözlerine, “olabilir” deme olgunluğunu gösteremedi. Hem Kürt etnik aidiyetini benimsemiş Türklerin, hem de Aleviler arasına karışmış Ermenilerin olması, Osmanlı ve Türkiye tarihi göz önünde tutulduğunda, doğal karşılanmalıydı. Ancak, Halaçoğlu’nun resmi tarihe bağlılığı, kendisine her şeyden önce duygusal tepkilerin oluşmasına yol açmıştı. Oysa bu sorunlar duygusallıkla tartışılıp çözümlenebilecek nitelikte değildi.
Halaçoğlu’nun, “Türkiye’nin Derin Kökleri – Osmanlı Kimliği ve Aşiretler” kitabını okuduktan sonra, önsözde geçen “Burası Türkiye Cumhuriyeti’dir ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları vardır. (…) Bizim ülkemizde yaşayan Ermeni’si de, Rum’u da, Kürd’ü de, Türk’ü de hepsi bizim vatandaşımızdır. (…) Demokrasi herkesi eşit gören bir yönetim biçimidir” tümcelerini düşündüm. Halaçoğlu hakkında taşıdığım olumsuz düşüncelerde haksız olabilir miydim? Aldığım notları bir kez daha gözden geçirdim. Anlaşılabilirlik sınırını zorlayan bölümlerden bazılarını okurla paylaşmaya karar verdim.
Halaçoğlu, bazı savlarına dayanak olması dileğiyle, birkaç yerde ‘Osmanlı adaleti’ne atıfta bulunuyor. Örneğin, “Osmanlı yönetim sisteminin din ve millet farkı gözetmeksizin herkese geniş bir anlayış ve hoşgörüyle baktığı malumdur (Halaçoğlu 2010:84)” diyor. ‘Malum’, yani herkes tarafından bilinen bu ‘doğru’ya birkaç noktadan karşı çıkacağız. Ama önce, Halaçoğlu’nun şu sözlerini de birlikte okuyalım: “Devletin… hangi dinden ve milletten olursa olsun bütün insanları Osmanlı tebaası kabul etmesinde, dolayısıyla Müslüman olmayanları ikinci sınıf vatandaş olarak görmemesinde aramak lâzımdır (age s. 85)” “Osmanlı Devleti, tebaasına inanç ve ırkî ayrım yapmadan eşit tutmuştur… (age. s. 115)”
İleri sürülenlerin, özellikle gayrimüslimler için söylenenlerin doğruluğunu sınamadan önce, Müslümanların durumuna bakmakta yarar olabilir; onların durumu bize bir ölçüt sunabilir. “Rumeli’ne sürülen Müslüman’ların henüz hidayete ermemesi” nedeniyle, II. Mehmet’in 1476’da, Rumeli’de yaşayan Müslümanlara, onların beş vakit namaz kılmasını zorunlu kılan bir ferman çıkardığını, Ali Yıldırım bize Hammer’den aktarıyor (Yıldırım 1996:52).
Bunun yanında, Kanuni’nin 1546 tarihinde Vize Kadısına, namazı terk edenlerin cezalandırılmasına yönelik bir fetva göndermesi de örnek olarak verilebilir. (age. s. 124-125).
Müslümanlara yapılan baskıyı, Padişah fermanlarıyla uyum içinde olan şeyhülislam fetvalarında da görmekteyiz. Bunlardan birinde, “Mesele: Bazı Müslüman köylerinde mescid bulunmasa, Müslümanlar cemaatle namaz kılmasalar ne yapmak gerekir? El Cevap: Zamanın hakimi onlara zorla mescid yaptırabilir. Ayrıca namaza devam ettirmek için de bütün vilayet valilerine 944’te emir verilmiştir” (Yıldırım 1996:163) denilmektedir.
Sünni İslam için ağır baskı oluşturduğu görülen bu ve benzeri fetvalar, söz konusu heterodoks İslam olduğunda, katliamı vaaz etmektedir. Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Kızılbaşlar için ileri sürdüğü söz ve eylemleri sıraladıktan sonra, “… Tüm bu nedenlerle bu başıboş topluluğun, büyüğünü, küçüğünü, yurtlarını ve tüm eserleri ile katledilip ortadan kaldırılmaları mübahtır. Kızılbaşlar’ın kafir olduklarından kuşku duyanlar dahi kafir olurlar” (Yıldırım 1996:156) der.
Sahip olduğu temel inançsal değerler açısından bakıldığında İslam içerisinde değerlendirilen topluluklara, bir üstkavram olarak Aleviliğe karşı bu derece tahammülsüz davranan, Alevilerin öldürülmesini hak gören bir anlayışın, gayrimüslimlere hoşgörüyle yaklaşmış olduğuna inanabilir miyiz?
Yalnızca, “zimmi” olarak nitelenen hukuki statüleri dahi, gayrimüslimlerin ötekeliştirilmesi, aşağılanması ve dışlanmasıdır; dolayısıyla Müslümanlarla eşit görülmemesidir. Zimmilik, başka bir dinin mensubunu Müslüman yanında ikinci sınıf görmenin İslam’daki adıdır. Bu hem hukuki hem de sosyal alanda böyledir. Zimmi, “İslam topraklarında Halife güvencesinde dinlerini muhafaza ederek yaşamlarını sürdürebilen ehl-i kitap sahiplerine verilen addır. (…) Zimmîlere tahammül edilir, İslam’ın otoritesini kabul etmeleri koşuluyla varlıklarına ses çıkarılmaz, himaye edilirler. (…) Yani özetle, eşit bir ilişki değil, katlanma, tahammül etmedir söz konusu olan” (Akçam 1994:69-70).
Aslında, İslamın yayıldığı toprakların vatandaşlık ve eşitlik gibi kavramlarla tanışması, çok daha sonraları mümkün olmuştur. Bu kavramlar, anılan coğrafyada yaşayan topluluklar içinde bugün bile taraftar bulmakta zorlanmaktadır. Bunun nedenini, İslamın inançsal örgütlenmesiyle siyasal örgütlenmesinin koşut yürümüş olmasında aramak gerekir. Bu konuda, Akçam; “İslam’da genel eşitlik ve vatandaşlık kurumu, din ve devlet aynılığı nedeniyle oldukça zordur. İslam esasına göre oluşmuş bir devlet ve hukuk sistemi, Müslüman olmayanı kendisine yönetici olarak göremez. Bunun yolu da genel vatandaşlık haklarını bir tek müslümanlara tanımak diğerlerine bu hakkı yasaklamaktan geçer. İnsan haklarının en temel prensibi olan, her insanın doğuştan eşit olduğu ilkesi ile açıktan çelişen bu durumun izahı oldukça zor olmaktadır. (…) Sonuç, Müslüman olmayanların eşit olmamaları, ikinci sınıf vatandaş olmalarıdır (Akçam 1994:71)” diye yazar.
Eşit vatandaşlık ilişkilerinin kurulmadığı, kurulmasının mümkün olmadığı Osmanlı devletinde, Müslüman olmayanlar toplumsal ve siyasal örgütlenmenin birçok alanından dışlandılar. “Örneğin, ibadetlerini müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. Hristiyanların genel olarak çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktır. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundadırlar. Ayrıca ata binemezler, sadece katır veya eşeğe binebilirlerdi. Silah taşımaları, bir müslümanla karşılaştıkları an kaldırımda yürümeleri yasaktı. (…) Osmanlılar Ermenilerin şapka ve ayakkabılarının kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi olmasını şart koşmuşlardı. Evlerini değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda, takunya giymeleri yasaktı ve peştemallarına çıngırak takmak zorundaydılar. …müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evleri müslümanlarınkinden daha alçak olmak zorundaydı” (Akçam 1994:72-73).
Osmanlı’da verilmiş fetvalara bakıldığında, bunun gibi onlarcasıyla karşılaşılır.
Bunlardan biri de şöyledir: “Mesele: Ehl-i İslam içinde olan zımmileri, yüksek görkemli evler yapmaktan, şehir içinde ata binmekten ve fahir kıymetli libas giymekten ve yakalı kaftanlar giymekten ve ince tülbendler ve kürkler ve sarıklar sarınmaktan velhasıl ehli İslam’a ihaneten, kendilerini böbürlenmekten alıkoyan hakim hayır işler, sevap kazanır mı? El Cevap: Kazanır” (Yıldırım 1996:121). (1)
Belirtmekte yarar olabilir; gayrimüslimlerin yalnızca evleri değil, ibadethaneleri de camiden yüksek olamazdı. O dönemde yapılanların inşaatı yer seviyesinin çok altı
ndan başlatılırdı. Bunlardan bir tanesini, yerin dibine batmış gibi görünen bir kiliseyi, Bulgaristan’ın Ruse/Rusçuk şehrinde görme fırsatı buldum. Kiliseye, mahsene iner gibi iniliyordu.
Buraya kadar yazılanlar, dini inanç mensubu olanlara ilişkindir. İnanmayanların durumu hepsinden kötüydü. Eğer bir de Müslüman iken dinsiz olmuşlarsa affları kesinlikle yoktu. “Mesele: ‘Bir kişi karşısındaki iki kişiye dinsiz dese, bu kişilere bir şey yapmak gerekir mi? El Cevap: Gerekmez, belki dinsiz değildirler.
Mesele: Peki bir tanık daha bulunursa onlara ne yapmak gerekir? El Cevap: Öldürülmeleri gerekir, kafirlikleri anlaşılmış olduğundan” (Yıldırım 1996:172).
Anlatılanların hepsinin, özellikle dinsizlere (kâfir) karşı uygulamanın ortaya koyduğu bir gerçeklik var ki, o da, İslam’da (dolayısıyla Osmanlı’da) vicdan özgürlüğü olamayacağıdır.
T. Akçam’ın (1994:66) aktardığına göre, “Yayılma döneminde ağırlıkla Kuzey Arabistan’da karşılaşılan kavimlerden, Müşrikler’in İslam veya ölüm dışında bir seçenekleri yoktu. Bunlarla herhangi bir anlaşma yapmak söz konusu değildi.”
İslam’ın ilk döneminde (Hicret’in 10. ve 11. yıllarında) meydana gelen Ridde olayı da İslam’ın vicdan hürriyetine yatkın olmadığını gösterir. Bahriye Üçok, Ridde’yi, “İslam’dan dönmek, İslam dinini reddetmek” (1996:35) olarak tanımlıyor. Bilindiği gibi, bu devirde İslam’dan dönenlerin üzerine şiddetle gidilmiştir. Seyf bin Ömer’in rivayetine göre, Ebu Bekr’in mürtetlere karşı emirlerini içeren mektupların birinde, “…Tanrı elçisi davetini kabul ettirinceye kadar savaştı… Ben sizi Tanrı’nın dinine sıkı bir surette riayete çağırıyorum… size Muhacir, Ensâr ve Allah’ın lütfû olarak Tanrı yoluna gidenlerden bir ordu ile falan komutanı gönderiyorum… çağrısını kabul etmeyenlerle savaşmasını, onlardan ele geçirebildiği kimseleri sağ bırakmamasını, onları ateşte yakmasını ve her türlü işkence ile öldürmesini…. emrettim” (Üçok 1996: 95-96) diye yazılıdır.
Osmanlı’nın eşitlikçi olmadığının, olamayacağının bir göstergesi de vergi uygulamasıdır. İnsanlara dini inançlarına göre faklı vergi uygulaması yapan bir devletin eşitlikçi olması beklenemez. Osmanlıların eşitsiz vergi anlayışının bir ürünü olarak, çoğunluğu yoksul ve aşırı vergi yükü altında ezilen gayrimüslim tebaanın bir kesimi daha az vergi ödemek için, ya Müslüman oluyor ya da kendisini Müslüman olarak yazdırıyordu. Vergi eşitsizliğini gösteren bir belgede şunlar yazılıdır: “Defter-i yasaha-i liva-i Mardin, (madde) 5: Ve ziraatlerinden eğer müslüman ger keferedir humüs üzere alalar. Amma bağlarından ve penbelerinden ve meyve bostanlarından yedide bir alalar. Bu üzere kaydolubdur. Ammâ kâfirin humüs” (Barkan, Türkiye Tarihi Üzerine (içinde) s. 553. (2)
Yusuf Halaçoğlu (2010:81-82), tahrir defterlerinden edindiği sayısal bilgileri ideolojik yorumladığı için de başka bir çıkmaza giriyor. Diyarbakır örneğinde olduğu üzere, kayıtlarda gösterilen Müslüman sayısını, Türk diye okuyor. Böylece, bölgede yaşayan Müslüman ama Türk olmayanlar, örneğin Kürtler, Türk sayılmış oluyor.
Türkleştirme, Halaçoğlu’nun da belirttiği üzere, Osmanlı’da -yoğun olmamakla birlikte- hemen her zaman gündemde olan bir siyasetti. Kendisinin sayıları aktarış biçimi de Türkleştirme çabalarının psikolojik boyutuna örnek teşkil edebilir.
Sunulan cetvellerdeki topluluk adlarından Ekrad, sözcük anlamı belirtilmeden bir Türk boyu olarak yazılmış. Onların hangi soydan geldiği ya da kendilerini hangi etnik aidiyet içinde gördükleri benim sorunum değil elbette. Ancak bu sözcüğün, Kürt sözcüğünün Arapça’daki çoğulu olduğuna ilişkin bilgi verilmemiş. Sözcüğün başka göçer topluluklar için de kullanılmış olabileceğini göz ardı etmeden söyleyebiliriz ki, Kürtler için kullanıldığı kesindir. En azından bunun kitapta açıkça belirtilmesi gerekirdi.
Halaçoğlu ile aynı (resmi) çizgide duran Ali Tayyar Önder, “Ekrad” alt başlığıyla işlediği bölümde, “Arap tarihçisi Mesudi, 10. yüzyılda Kürt kavimleri, Kürdün çoğulu olan bir kelimeyle ‘ekrad’ olarak tanımlamıştır” (Önder 2005:155) diye yazar. Sonrasında, sözcüğün ‘konar göçer’ aşiretler için de kullanıldığını belirtir. Yazara göre; “Aynı tabir (ekrad yn) ‘Kürt’ olarak bilinen göçer aşiretler için de kullanılmıştır” (age. s. 156). Gerisi tanıdık; Kürtlerin Türk olduğunu kanıtlama çabası!.. Önder’in, Kürtlerin Türk olduğunu kanıtlamak için verdiği uğraşın sonunda yine de uzlaşılabilir bir düzleme varmasını, geleneksel katı (inkarcı) çizgideki esnemeye önemli bir işaret olarak saymak gerekir. Şöyle yazar: “Bu arada, önemle vurgulanması gereken husus, asli kökenleri Türk de olsa, bugünkü Kürtlüğün asırla süren bir süreç içinde, özellikle İranlı ve kısmen Arap unsurun ve de yerli unsurların kaynaşması ile oluşmuş özgün bir etnik olduğu olur. Dolayısıyla, bugünkü Kürtleri, Türk ya da İranlı veya karışık bir sınır toplumu, Kürtçe’yi yabancı kelimelerden oluşan bir söz yığını ya da başka bir dilin lehçesi olarak tanımlamak mümkün değildir” (Önder 2005:180) Ekrad, Osmanlıca sözlükte de Kürt’ün çoğulu olarak verilmiştir. (Devellioğlu 1999)
Bilim insanı, konumu gereği öznellikten uzak ve tarafsız olmalıdır. Burada olayları sadece bir açıdan, Türkçü açıdan gören Halaçoğlu için, kendisine yakıştırdığı bilimadamı, ağır ve taşıması zor bir sıfattır. Ne bir çalışmaya bilimsel dediniz diye o çalışma bilimsel olur, ne de kendinize bilimadamı dediniz diye bilimadamı olursunuz. Çalıştığınız süre içinde topladığınız malzeme, edindiğiniz birikim ve buradan ulaştığınız sonuç açısından bakıldığında, bir konu üzerinde uzun zamandır çalışıyor olmanız da bir anlam ifade etmeyebilir.
Gelelim Ermeni meselesine…
Ermeni soykırımının önemli kanıtları, Divan-ı Harb-i Örfî’de yapılan tanıklıklar ile sunulan belgelerdi. Bunları, “Dahiliye Nazırlığı ile, III ve IV. Ordu Komutanlığı, V. Kolordu ve XV. Tümen Komutanlığı, Teşkilat-ı Mahsusa Müdürlüğü, Ankara Vilayeti, İstanbul Merkez Komutanlığından başka birçok vali ve kaymakam ile yapılan yazışmalar ve şifreli telgraflar oluşturuyordu” (Hofmann 2003:77-78).
Aynı dönemde açılmış yerel davalar da vardı. Mahkemelerde ifade veren 3. Ordu Komutanı Vehip Paşa ve Ankara Valisi Hasan Mazhar’ın söyledikleri ile Ahmet Refik ve Çerkez Hasan (3)’ın yazdıkları ve hatta Sabah gazetesinde yayımlanan yazılar; hepsi birlikte soykırımın Osmanlı belgeleriydi.
Alman misyoneri (Protestan papazı) Dr. Johannes Lepsius’un Ermeni soykırımına tanıklığı (‘Ermeni halkının Türkiye’deki durumu üzerine rapor’un Almanya’da yayımlanması, 7 ağustos 1916’da yasaklanmıştı) ya da soykırımı fotoğraflarla belgeleyen Armin T. Wegner… Bunlar da Osmanlı’nın işbirlikçileri cephesinden (aykırı) belgelerdi.
Ancak, Halaçoğlu şu sözlerle, Amerikan konsolosluk raporlarını işaret ediyor bize: “Biliyoruz ki, 1914-17 döneminde Osmanlı imparatorluğu Fransızlarla, İngilizlerle ve Ruslarla savaştı. Amerika Birleşik Devletleriyle savaşmadı. O sebeple de Anadolu’da Amerikan konsoloslukları mevcuttu. Amerikan misyonerleri de okullarıyla öğretmenleriyle Anadolu’daydılar ve hatta bazı öğretmenler Ermenilerle beraber hareket ettiler. Şimdi Amerikan konsoloslarının raporlarına bakıyorsunuz, daha sonra Milletler Cemiyeti raporlarına bakıyorsunuz. Aslında söylendiğ
i gibi olmadığı açık ve net şekilde görülüyor. İddia edilen kadar insan ölmediği açıkça ortada” (Halaçoğlu 2010: 129).
Son tümcede görülen, önce ölümleri rakamlara indirgeme, sonra da rakamları küçültme eğiliminin, ahlaki açıdan kabul edilebilir bir yanı yoktur. Ancak bazı noktaları tartışmadan geçemeyeceğiz. Bunlardan biri, Amerikan konsolosluk raporları. ABD’nin 1913-16 yılları arasında İstanbul Büyükelçiliği görevinde bulunmuş Henry Morgenthau’nun tanıklığına iki nedenden dolayı başvuracağız. Birincisi, raporların çoğunu ABD’ye gönderen kişi olduğundan. İkincisi ise, soykırımın mimarlarının, onu güvenilir bulmasından. Talat Paşa, Morgenthau’ya, “seni daima adil gördük ve sayende Amerikanın Türkiye siyasetine hürmet gösterdik” diyor. Talat’ın ahlaki mirasçılarının (4) da onun sözlerine değer veriyor olduğunu düşünüyoruz!
ABD konsolosluk raporları denilen raporların hemen hepsi Morgenthau’nun elinden geçiyordu. Kitabın, Hariciye Nazırı Halit Bey’in, Amerikan konsoloslarının Ermenilerin durumu hakkında Amerika’ya bilgi göndermesini durdurmasını Morgenthau’dan istediği bölümünde, Morgenthau, “İşin doğrusu, bu bilgilerin çoğunu bizzat ben gönderiyordum ve de vazgeçmedim” (Morgenthau 2005: 265) diye yazıyor.
Alman Büyükelçi Wangenheim ile yaptığı bir konuşmada ise, “Washington’a ziyadesiyle malumat gönderdiğimi kabul ediyorum. Her raporun ve her vesikanın suretini Hariciyeye gönderdim. Orada emniyetle muhafaza edilir ve bana ne olursa olsun, deliller mevcuttur ve Amerikan ahalisi malumat için benim şifahi raporuma tabi değildir” der. Morgenthau’nun, “Bunun kadar berbat mezalimleri gizli tutabileceğimi mi zannediyorsunuz? (…) Unutmayın ki, Amerikalılardan maada Alman misyonerler de Ermeniler hakkında bana malumat veriyorlar” sözleri üzerine Wangenheim, “Söylediklerinin hepsi hakikat, lakin en büyük meselemiz bu harbi kazanmak. (…) Ermeniler çok zavallı bir ahali. (…) Ancak çok kötü muamele gördüklerini itiraf ediyorum. Tahkikat için birini gönderdim, o da Türk zabitan tarafından değil ama çeteler tarafından büyük zulümler yapıldığını rapor etti” (Morgenthau 2005: 278) sözleriyle karşılık veriyor.
“Haziran’ın son haftasında” diye yazıyor bir konsolosluk raporunda, “Erzurum Ermenilerinden bazı gruplar müteakip günlerde sevk edildi ve ekserisi güzergah üzerinde vurularak veya boğularak katledildi.” Atıldığı Fırat nehrinden bir kayaya tutunarak kurtulan Ermeni kadını Zarouhi, “askerlerin yüzlerce çocuğu nasıl süngüleyip de Fırat’a attıklarını, erkek ve kadınların nasıl çırılçıplak soyulup, birbirine bağlandıklarını ve nehre atıldıklarını” Erzurum’daki Rus Şehir Birliği temsilcisine anlatıyor. (Morgenthau 2005:234)
Talat Paşa’nın, “onlara yaptıklarımızdan sonra artık hiçbir Ermeni dostumuz olamaz”(Morgenthau 2005:249) sözleri boşuna değildir.
Halaçoğlu, her ne kadar Ermenileri yok etme kastının olmadığının ‘açık ve net’ olarak görüldüğünü (Halaçoğlu 2010:129) ileri sürse de, eldeki belge ve bilgiler bunu doğrulamamaktadır. Morgenthau, “İttihadçı Hükümetin ‘Ermenileri yeni evlere sevk etme’ niyetinde olduklarını ciddiyetle iddia etmeleri saçmadır; kafilelere gösterilen muamele Enver ve Talat’ın gerçek amaçlarının imha olduğunu açıkça göstermektedir. (…) Tek bir kafilenin başından geçenler bile bu tehcir planının imha planına nasıl evrildiğini göstermektedir. Söz konusu ayrıntılar bana doğrudan Halep Amerikan konsolosu tarafından verilmiş olup, şu anda Washington’da Dışişleri Bakanlığında dosyalıdır” (Morgenthau 2005:234) diyor.
İfadelerde hemen herkesin söylediği, uygulamaların Ermenilerin imhası doğrultusunda olduğudur. Bunlardan biri olan ve Ankara’daki görevinden alınan Vali Mazhar Bey, olayı şöyle anlatır: ‘Ermenilerin tehciri hakkında İstanbul’dan Dahiliye Nazırı’ndan aldığım emirleri anlamazlığa vurdum, biliyorsunuz ki diğer bazı vilayetler tehcir işleri ikmal ettikleri halde ben başlamamıştım. Atıf Bey geldi, Dahiliye Nazırı’nın Ermenilerin hin-i tehcirinde katl ve imha edilmeleri hakkındaki şifahi emrini tebliğ etti. Ben de, hayır Atıf Bey, ben Valiyim, eşkiya değilim, ben yapmam, bu sandelyeden kalkarım sen gelir yaparsın dedim.” Kastamonu Valisi Reşit için anlatılan ise şöyledir: “Katib-i Mesuller davasında, karar suretinde de yer aldığı gibi Vali Reşit, ‘ben elimi kana boyamam,’ dediği için, Kâtib-i Mesul Hasan Fehmi’nin girişimiyle görevden alınmıştır” (Akçam 2002:278).
Görüldüğü üzere, Ermenilerin imhası, ileri sürüldüğü gibi bazı çetelerin ve memurları tasarrufu değil, büyük bir planın uygulanmasıdır. “Yozgat davasının on birinci oturumunda (5 Mart 1919) Mutasarrıf Cemal, kendisine, Ermenilerin imha edilmesi için Ankara Kâtib-i Mesulü Necati tarafından gayriresmi bir emir verildiğini söyler. Necati bu emrin, İttihat’ın merkez komitesinin isteği olduğunu söylemiş, üzerinde bu emrin yazılı olduğu bir kağıdı göstermiş, fakat Cemal’in bunu okumasına izin vermemiştir.” (Akçam 2002:279)
Margenthau, Enver’le yaptığı bir görüşmede, onu kızdırmamayı düşünerek, Ermenilere karşı yapılan katliamlardan Hükümetin sorumlu tutulamayacağı doğrultusunda sözler söyler: “Tabii, Heyet-i Vükelanın böyle korkunç şeyler tatbik etmeyeceğini biliyorum. Siz ve Talat ve Heyetin sair azaları mesul tutulamazsınız. Şüphesiz madunlarınız sizin tasavvur ettiklerinizden fazlasını yaptılar. Astlarınıza hakim olmak her vakit kolay olmaz farkındayım.” Ermeni soykırımındaki rolünün bilincinde olan Enver, sorumluluğun astlara yıkılmasına karşı çıkarak bütün sorumluluğu kabul eder: “Büyük hata yapıyorsunuz, bu memleket mutlak hakimiyetimiz altında. Mesuliyeti madunlarımıza atfetmeye niyetim yok ve ben olup biten her şeyin mesuliyetini bizzat kabule hazırım. Sevkiyat talimatını bizatihi Heyet vermiştir. Ermenilerin Osmanlı Hükümetine hasmane tavrından dolayı bunu yapmakta haklı olduğumuza kaniyim, ama Türkiye’nin hakiki hakimleri biziz, hiçbir memur bizim emrimiz olmadan bu nevi hareketler yapamaz” (Morgenthau 205:257-258)
Talat Paşa’nın Morgenthau’ya, “Bir gün bütün Ermeni meselesini seninle müzakere ederim, lakin o gün hiç gelmeyecek” (Morgenthau 2005: 245) demesi, amacın tehcir değil, Ermenilerin imhası olduğunu gösterir mahiyettedir.
Halaçoğlu’nun, “Ayrıca Amerikan Ortadoğu Yardım Kuruluşunun bütün o bölgedeki Ermenilere, topladıkları paraları aktarmaları devlet tarafından uygun görülmüştür” (Halaçoğlu 2010:129) söylemi de gerçeği yansıtmıyor.
Burada yine Morgenthau’nun tanıklığına başvuralım: “Temmuz ayının ikinci yarısında, Zeytun ve Sultaniye’de hiç yiyeceği kalmayan 5.000 Ermeni’nin olduğunu duydum. Bu konuyu Enver’le konuştum, o da yiyecek sağlayacağını söyledi. Amerikan temsilcilerinin o bölgeye gidip, sürgünlere yardım ve bakım sağlamalarına ilişkin herhangi bir teklifi kabul etmedi.” “Enver Amerikalıların Ermeni vilayetlerinden uzak durmalarında ısrar ediyordu hala”. “Amerikalıların Ermenileri beslemesini istemiyoruz (diyordu).” (Morgenthau 2005: 254-256)
Bırakın ileri sürüldüğü gibi, yardımda bulunanlara kolaylık sağlandığını, yardım edebileceklerin önü her vesileyle kesilmeye çalışılıyordu. Hatta Enver, Amerikan Hükümetinin Morgenthau’ya gönderdiği yardım amaçlı paranın kendilerine verilmesini istiyordu. Morgenthau’nun şifreli yazışması engelleniyor, Amerikan konsolosu Leslie Davis’in yazışmalarına ise el koyuluyordu.
Soykırım öyle b
oyutlardaydı ki, Morgenthau, Ermenilere karşı yapılan sadistçe tutumun ‘korkunç ayrıntılarını’ ABD’de yayımlamazlar diye anlatmadığını, anılarının birkaç yerinde belirtiyor.
Bu kadar belge, bilgi ve tanıklığa karşın, hâlâ, “kasıtlı olarak öldürülmüş insan” bulunmadığını ve soykırımın safsata olduğunu söyleyebilecek kadar pişkin olmalarını; başka bir deyişle, bu kadar rahat olabilmelerinin nedenini, Akçam’ın söylemiyle, inandırıcılık gibi bir kaygılarının olmamasında aramalıyız.
İttihat ve Terakki’nin projesi, Anadolu’yu Müslümanlaştırmak ve Türkleştirmekti. Bununla kendilerine, küçülen imparatorluk içerisinde güvenilir bir bölge yaratmaktı. Bu düşünceye, Osmanlı ordusunda saygınlığı olan Von der Golz Paşa ile diğer Alman yöneticilerin telkinleri sonucu varmışlardı. Plana göre, Balkanlar’dan ve Arap bölgelerinden çekilip Anadolu’yu kendilerine yurt edineceklerdi. İttihatçı Habil Adem, Balkan savaşlarından önce yayımlanan yazısında başkentin Ankara’ya taşınacağından, Arap bölgelerinin ve Balkanların terk edileceğine ve hatta Anadolu’da bir Türk devleti kurulacağına kadar birçok konuyu yazmıştı. (Dündar 2008:60)
Buraya kadar tartışılanlar, işte bu planın birinci ayağına, Anadolu’nun Müslümanlaştırılması aşamasına ilişkindi. Bu aşama, savaş yıllarında büyük oranda tamamlanmıştı. Bundan sonra kısmen tartışılacak olan ikinci aşamaya, toplumsal huzursuzluklara bugün bile kaynaklık eden Türkleştirmeye ilişkindir.
Halaçoğlu (2005:109), “Bugün şöyle bir etrafımıza baktığımızda, yaşayış ve giyim tarzlarımız ile Orta Asya’da bağımsızlığına kavuşmuş Türk cumhuriyetlerindeki kardeşlerimizin yaşayış, konuşma, gelenek ve göreneklerinin aynı olduğunu görmekteyiz…” diyor.
Bu yazılanlara köyünden hiç çıkmamış, bütün dünyası köyüyle sınırlı insanlar inanabilir. Belki de kitabın hedef kitlesi bu! Ancak, dünyası daha geniş, adı geçen ülkelerin insanlarıyla tanışma ve hatta o ülkeleri gidip görme şansı yakalamış insanlar bunun doğru olmadığını bilir. Bu ülke insanlarının “yaşayış, konuşma ve gelenekleri” Türkiye’dekinden oldukça farklıdır. Sıradan bir internet kullanıcısı bile bunu gözlemleyebilir. Bu söylem, Türkiye’de sanki nonokültür (yani tek tip konuşma, yaşayış, gelenek) varmışçasına oluşturulmuştur.
Türklük, (Halaçoğlu’nun vitrin söyleminde olduğu gibi) soysal bir değer değil de bir üst kimlik ise, o zaman “Türk cumhuriyetlerindeki kardeşlerimiz” söyleminin bir anlamı yoktur. Bir üst kimlik olarak kendisini “Türk” olarak tanımlayan, diyelim ki bir Arnavut’un, neden Orta Afrika’da değil de Orta Asya’da akrabaları olduğu sorusu asıl niyeti açıkça ortaya sermektedir. Bunun anlamı, aynı soydan geldiğini sananlardan oluşan kurgusal bir toplum yaratma projesi olan ulusçuluğun yanında, onun tamamlayıcısı olarak uzaklarda sanal akrabalıklar yaratma işi olabilir. Demek ki,Türk sözcüğünün bir üst kimlik olduğunun söylenmesi basit bir aldatmacadır. Gerçek niyet, Türkleştirme, yani Türkiye’de yaşayan herkesin kendisini Türk görüp, kökenini Orta Asya’ya bağlamasını sağlamaktır. Daha kestirme bir söyleyişle, asimilasyondur.
Türkiye’nin demokrasi sorunu olduğu, ifade özgürlüğü vs. olmadığı doğrudur. Ancak, bu doğrunun içinde eritilemeyecek başka doğrular da vardır: Topluluk ya da grup hakları. Bu hakların kullanımının Türkiye’de yaşayan her topluluk için geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Türkçe konuşan topluluğun kendi dilini kurumsal ve kuramsal düzeyde geliştirme olanakları varken, bu hakkın diğer topluluklar tarafından kullanımı engellenmektedir. Halaçoğlu, Kürtlerin verilmeyen ve bireysel haklar çerçevesinde ele alınamayacak olan bu hakkını bildiği halde, kabulü PKK’ya yarar gerekçesiyle inkara yönelmektedir. Eğer söylemlerde içtenlik olsaydı, demokrasinin gelişmesi için anılan hakların bir an önce tanınması doğrultusunda görüş belirtirdi.
Halaçoğolu, “Soyadı Kanunu çıktığında soyadları verilirken memurların işgüzarlıkla o kimselerin eski lakapları kullanmak yerine kafalarından uydurup aynı aileden olanlara bile farklı soyadları verdikleri” (Halaçoğlu 2010:120) tezini ileri sürüyor. Elbette, ‘devletin gözünden kaçan’ birkaç istisnai durum söz konusu olabilir.
Oysa, ilgili kanun bilindiğinde, durumun anlatılandan oldukça farklı olduğu görülür. 21 Haziran 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu’nun 3. maddesi, “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” der. Kanunun 8. maddesine göre ise, “Soyadı seçme işlerinde çıkacak ihtilafları halletmek ve kendiliklerinden soyadı seçmeyenlerle anası babası belli olmayan çocuklara ad takmak ve bir adın kanunun istediği şekle uygun olup olmadığı hakkında karar vermek salahiyeti ana kütüğün bulunduğu yerin en büyük mülkiye memuruna aittir. Ayrıca, 24.12 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile düzenlenen Soyadı Nizamnamesi’nin 5. maddesinde “Yeni takılan soyadları Türk dilinden alınır”, 7 maddede, “Yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz”, 8. maddede, “Bir aşirete veya kabileye ilişik anlatan soyadları kullanılamaz ve yeniden takılamaz”; 12. maddede, “7, 8, 9, 10 ve 11 inci maddelere aykırı olarak verilmiş adlar aile kütüklerine ve doğum tutanaklarına
yazılamaz. Söz konusu maddelere aykırı olarak verilmiş olan adların değiştirilmesi için ilgili resmi dairenin göstereceği lüzum üzerine Cumhuriyet savcıları tarafından yerleşim yeri adresinin bulunduğu yerdeki görevli asliye hukuk mahkemesinde dava açılır” denilerek, Türkçe olmayan soyadları yasaklanır.
Buna, nüfus memurluklarına gönderilen soyadı listelerini de eklemek gerekir. İlgili kanun ve talimatnamesi ortada ve bunların Türkleştirme amacı içerdiği açık iken, ‘memur işgüzarlığı’ ile izah edilebilecek bir meseleden söz edilmemelidir. Kaldı ki, kanunla, insanların Türkçeden başka bir dil kullanmalarını, Türkçe olmayan ad ve/veya soyad almalarını yasaklıyorsunuz; Türkçe olmayan yer adlarını değiştiriyorsunuz (1921’den bu yana 30.280 yerleşim yeri adının değiştirildiği söyleniyor), sonra da “Anadolu bir mozaik değil, Anadolu bir Türkmen yatağıdır”(Halaçoğlu 2010:109) diyorsunuz. O zaman insanın aklına şöyle bir soru takılıyor: Anadolu bir Türkmen yatağıysa, Türkleştirmek için bunca çabaya ne gerek var?
Haksızlığın hak, hoşgörüsüzlüğün hoşgörü olarak gösterilmesinin nedenini, bu olumsuzlukların kanıksanması ve yinelenmesinin mümkün hale getirilmesi olarak düşünüyoruz.
Buna izin vermeyeceğimizi, bilmiyorum söylemeye gerek var mı?
Notlar:
(1)Ayrıca, Kanuni’nin 1537’de zimmilerle ilgili yayımladığı bir ferman için aynı eserin 119 ve 120. sayfalarına bakılabilir.
(2)Benzer bir yasa için bkz.: Defter-i müfredat ve mahsulat-ı vilayet-i Erzincan, madde 3 s. 562)
(3)Çerkez Hasan: Tehcir ve taktil kelimelerini bırakınız. Bunu Ermeni milletinin imha kararı suretinde ifade ediniz ki münakaşaya lüzum kalmasın.” Alemdar, 5 Nisan 1919 (Akçam 2002:315)
(4)’Ahlaki miras’ söylemi, Tessa Hofmann’a aittir.
Kaynaklar:
AKÇAM Taner, İslam’da Hoşgörü ve Sınırı, Başak Yayınları, 2. Baskı, Ankara Haziran 1994
AKÇAM Taner, ‘Ermeni Meselesi Hallolunmuştur’ – Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2008
AKÇAM Taner, İnsan Hakları ve
Ermeni Sorunu – İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İmge Kitabevi, 2 Baskı, Ankara 2002
BARKAN Ömer Lütfi, Türkiye Tarihi Üzerine – Araştırmalar / Belgeler (içinde), Gözlem Yayınları, İstanbul 1980
DEVELLİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugât, Aydın Kitabevi Yayınları, 16. Baskı, Ankara 1999
DÜNDAR Fuat, Modern Türkiye’nin Şifresi – İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İletişim Yayınları, İstanbul 2008
HALAÇOĞLU Yusuf, Türkiye’nin Derin Kökleri – Osmanlı Kimliği ve Aşiretler, Babıali Kültür Yayıncılığı, 2. Baskı, İstanbul 2010
HOFMANN Tessa, Talat Paşa Davası – Bilinmeyen Belgeler / Yorumlar, Belge Yayınları, İstanbul 2003
MORGENTHAU Henry, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü, Belge Yayınları, İstanbul 2005
ÖNDER Ali Tayyar, Türkiye’nin Etnik Yapısı – Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler, Pozitif Yayınları, İstanbul 2005
ÜÇOK Bahriye, İslâmdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler – Hicrî 7.-11. Yıllar, Cem Yayınevi, İstanbul 1996
YILDIRIM Ali, Osmanlı Engizisyonu, Öteki Yayınevi, Ankara 1996