Toplumsal muhalefetin tüm kesimleri mücadele hedeflerini, eylem tarzlarını ve örgütsel bileşimini/bütünlüğünü AKP karşıtı bir politik amaç doğrultusunda ortak hareket ettirmek zorunda. Bu yapıldığında ise Tayyip Erdoğan istediği kadar gerilim siyaseti izlesin, şürekası istediği kadar arkasını toplamaya çalışsın, halk nezdinde, meşruluğunu kaybetmiş bir faşist iktidar kalacak. Bu halk baskı politikalarına teslim olmayacağı gibi tehdide de şantaja […]
Toplumsal muhalefetin tüm kesimleri mücadele hedeflerini, eylem tarzlarını ve örgütsel bileşimini/bütünlüğünü AKP karşıtı bir politik amaç doğrultusunda ortak hareket ettirmek zorunda. Bu yapıldığında ise Tayyip Erdoğan istediği kadar gerilim siyaseti izlesin, şürekası istediği kadar arkasını toplamaya çalışsın, halk nezdinde, meşruluğunu kaybetmiş bir faşist iktidar kalacak. Bu halk baskı politikalarına teslim olmayacağı gibi tehdide de şantaja da boyun eğmez
ABD, Coca Cola ile Pepsi Cola arasındaki seçimini yaptı, sürpriz yaşanmadı ve Obama, bir “dört yıl daha”(1) başkan olarak kalacak. Artık klasikleşti, dört yılda bir seçim yapılsa da Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki değişim süreci 8 (4+4) yılda bir oluyor. Bu değişim isterse yılda bir yapılsın, ABD’nin özellikle emperyal politikalarında temel olarak hiçbir değişimi içermese de sekiz yıllık süreç, kadro sürekliliğini ve taktik uygulamaların istikrarını sağlıyor. Bu model Tayyip Erdoğan’ın da ilham kaynağı aslında. Gerek başkanlık tartışmaları, gerekse de cumhurbaşkanının 5+5 yıl olmak üzere on yıllık seçilmesi hesabı 2023’ü de “tek adam” olarak görme hayallerinin yansımaları.
ABD seçimlerinin sonlanmasıyla, beklendiği gibi Ortadoğu’da ortalık yeniden kızışmaya başladı. Her ne kadar ABD Dışişleri Bakanı’nın (büyük ihtimalle) değişecek olması, ABD’nin kapsamlı bir planı hayata geçirmeyi ertelemesine neden oluyorsa da bölgeye ilişkin hesabı olan aktörler kıpırdamaya başladı. Kuşkusuz bunların başında İsrail geliyor. (Her ne kadar hiç istemese de) İsrail, Suriye krizinin başlamasından beri ilk kez doğrudan silah kullandı. Topraklarına düşen bombayı gerekçe göstererek karşılık verdi. Ancak İsrail’in Suriye konusuna “doğrudan” müdahil olması, şimdilik planlar içinde yok.
Bu dönem içinde iki kritik gelişme oldu. İlki; çok doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünse de Irak yönetimi Rusya’yla yaptığı yaklaşık 4 milyar dolarlık silah sözleşmesini iptal etti. Bu durum ABD’nin, Rusya’yı Irak’ta istemediğinin bir göstergesi olduğu kadar Rusya’nın Suriye ilgisiyle ilgili de bir gözdağı. Ancak tersten Rusya’nın Suriye’ye olan “ilgi”sini de arttıracak bir zorlama. İkinci kritik gelişme ise Suriye muhaliflerinin (tamamını kapsamasa ve ciddi karşı çıkışlar olsa da), ilk kez tek yapı içinde birleşmesi ve birtakım temsili mekanizmalar oluşturması oldu. ABD gözetiminde, Fransa’nın operasyon şefliği, Katar’ın yataklık yaptığı toplantı ile Esad karşıtı koalisyona (şimdilik) bir meşruiyet şemsiyesi sağlandı. Bu şemsiye, emperyalistlerin Esad karşıtlarına doğrudan silah sağlaması için önemli; ki Fransa hemen iki gün sonra “artık muhaliflere silah verilebileceği” açıklaması yaptı. Diğer yandan muhalifler de ağır silahlar edinmek için uzlaşmış gibi görünmek zorundalar. Bu adımlardan anlaşılacağı gibi emperyalistler, Suriye’de kat edecekleri yolun uzun olduğunu anlamış durumdalar. Şimdilik hedef uzun süreli bir iç savaşla Esad yönetimini askeri olarak zayıflatmak. Esad ise elinde daha çok “koz” olduğunu her fırsatta gösteriyor: İsrail’in savaşa çekilmesi, bölgenin savaş alanına dönüştürüleceği tehdidi (ki Beyrut’ta istihbarat şefinin patlatılması kanıttır) ve elindeki kimyasal/biyolojik silahların varlığı.
Aktif taşeronluktan alt basamaklara
AKP ise Davutoğlu ile, aktif taşeronluktan, nasıl oldu da taşeronluk sınıflandırmasının en alt basamağına düştü diye hayal kırıklığı yaşıyor. Antalya, İstanbul derken Esad muhaliflerine beş yıldızlı yataklık yapma, merkez üssü olma hayalleri suya düştü. 50 bin mülteci, 100 bin mülteci limitini verirken, mülteci sayısı 200 bine yaklaşmasına rağmen ne uluslararası yardım alabiliyorlar ne de bunu gerekçe gösterip tampon bölge kurabiliyorlar. Angajman kuralı diye uydurdukları şartlara -her türlü tehdit savaş nedeni sayılacakmış, mesela Suriye savaş uçakları 5 km’den daha yakına gelirse müdahale edeceklermiş- kendileri bile inanmıyor. (Bu arada Aslı Aydıntaşbaş gibi savaş baroneslerini bile hayal kırıklığına uğrattılar.) Uluslararası güçlerin Erdoğan-Davutoğlu ikilisinden vazgeçmelerinin en önemli nedeni ise kuşkusuz bu ülkedeki savaş karşıtı muhalefetin güçlülüğüdür. Suriye krizinin faturasını ödeyebildikleri tek kaynak ise devletin Başbakana hesap vermeden keyfince kullanabilsin diye ayırdığı “örtülü ödenek”ten yapılan harcamalar. Örtülü ödenek harcaması Cumhuriyet tarihindeki en yüksek meblağa çıktı: 900 milyon lira.
Fitch AKP’yi neden öptü?
AKP’nin Suriye konusundaki bir süredir sürdürdüğü suskunluğu ABD seçimini beklemenin yanında bir başka beklentiyle de ilgiliymiş; kredi derecelendirme kuruluşlarından gelecek müjdeli haberle. Fitch Ratings, Türkiye’nin uzun vadeli yabancı para cinsinden notunu yatırım yapılabilir düzeye yani BB+’dan BBB-‘ye yükseltti. (2) Ve AKP ve sermaye güruhunda bir sevinç dalgasına neden oldu. Bu malzemenin bundan sonra Tayyip Erdoğan tarafından bolca kullanılacağını kestirmek zor değil. Onlara göre ülkeye dışarıdan para yağacak. Ancak bu durumun getireceği “avantajlar” kamuoyunda yaratılan beklentiyle bire bir örtüşmüyor.
Bu tür durumlarda, not artışı olan ülkelere yönelik sermaye girişimlerinde bir artış olduğu doğru, ancak bu artış doğrudan yabancı yatırımların artması değil. Yabancı para girişi portföy yatırımları ve kredi kanalları yoluyla gerçekleşiyor, yani daha kolay “para kazanma” yolları bulunuyor. Bu durum ise borsa spekülasyonlarını arttıracak. Diğer yandan kredi faizlerinin düşmesi ise daha fazla borçlanma demek. Türk lirasının daha da değerleneceği düşünüldüğünde, ithalat artışıyla beraber cari açığın patlamasına tanıklık edeceğiz. Kısaca, dış borç ve cari açık artarken, ülke ekonomisi uluslararası spekülasyona ve çalkantılara çok daha açık hale gelecek. AKP hükümetinin ekonomik alanda kendisini kurtaracak gözüyle baktığı bu yeni durum sadece sıcak para getirmeyecek, çok daha büyük bir krizi de “ithal” edecek. Bu durum ülke halkları açısından, küresel sermaye sömürüsüne çok daha doğrudan muhatap olmak anlamına geliyor.
Megalomaninin doruklarında
Tüm bunlar Tayyip Erdoğan’ın umurunda mı? Değil elbette. O, her geçen gün tek adam megalomanyaklığına daha derinden saplanıyor. 29 Ekim’de yediği tokadın acısını, aklı sıra 10 Kasım törenlerine gelmeyerek çıkartıyor. Gerekçe neymiş? Endonezya ziyareti sırasında Brunei sultanıyla karşılaşmış, onun daveti üzerine Brunei’ye uğramış. 9 Kasım yerine 12 Kasım’da ülkeye geldi. Gelince ne yaptı? Bakanlar Kurulu’nu toplamak yerine kendi adını verdirdiği Rize’deki üniversiteden koşar adım fahri doktora ünvanı aldı. (Bu doktoralığın hangi üstün akademik başarısı için verildiği bilinmiyor.) Bakanlar Kurulu’nu toplamamasının nedeni ise açık: 30 Ekim’de Kürtlerden yediği tokadın acısını çıkarmak. Çünkü Ankara’da herkes onun bakanlar kurulunu toplamasına, açlık grevleri konusunun konuşulması ve makul bir açıklama yapılması beklentisiyle hazırlanmıştı. Ama nafile! O, siyasal tutumunu, ta Bali’den, üstelik “Demokratik Küresel Yönetişimin Uluslararası Barış ve Güvenliğe Katkısı” konulu panelinde, konunun içeriğine uygun (!) olarak idam çığırtkanlığı yaparak açıklamıştı.
“Şantaj, tehdit” kimin işi?
Kürtleri şantaj yapmakla, tehdit etmekle suçlayan Tayyip Erdoğan’ın, gerçek anlamda kendisi bunları yapmaktadır. AKP kadroları bile onun şantaj, tehdit açıklamalarını nasıl bertaraf edeceklerinin derdine düşmüş durumdalar.