İktidar, her fırsatta eski bir teraneyi yeniden ısıtıyor: İradesiz Kürt! Bunlar ”örgüt dayatması, vatandaşım çaresiz”. ”Kuyruklu Kürtler” demenin başka bir yolu. Deniyor ki ”bu mahkumlar, kandırılmaya ve aldatılmaya bir çocuk kadar müsait zavallılardır” ”Onlara ölün diyen siyasi parti ve bölücü terör örgütüdür. Onlara ölün diyenler ise bu sırada kuzu kebap yiyorlar. Tam tarihini de vereyim. […]
İktidar, her fırsatta eski bir teraneyi yeniden ısıtıyor: İradesiz Kürt! Bunlar ”örgüt dayatması, vatandaşım çaresiz”. ”Kuyruklu Kürtler” demenin başka bir yolu. Deniyor ki ”bu mahkumlar, kandırılmaya ve aldatılmaya bir çocuk kadar müsait zavallılardır”
”Onlara ölün diyen siyasi parti ve bölücü terör örgütüdür. Onlara ölün diyenler ise bu sırada kuzu kebap yiyorlar. Tam tarihini de vereyim. 17 Temmuz 2012’de milletvekilleri ve terör örgütünün bazı üyeleri Ahmet Türk’ün verdiği yemekte kuzu kebabı gayet şen şakrak götürdüler. Şu anda açlık grevi falan yoktur. Bunlar tamamen şovdur. Bunların yarısından fazlası da dilekçeyle bundan vazgeçtiklerini açıladılar.”
Bunlar, yüzlerce tutsağın açlık grevlerinde (söylendiği an itibariyle) 50’inci günde olduğu bir ülkenin Başbakan’ının sözleri. Söz sahibinin ciddi (?) bir iddiası var. İddianın kaynağıysa, yalan haber ve nefret suçlarından defalarca mahkum olmuş, hatta bu yüzden ismini bile değiştirmek zorunda kalmış bir gazete(Akit). Çengiz Çandar’ın ”İstihbaratçılık bir meslek olabilir; ama ‘dezenformasyon’ aracı olarak onların tetikçiliğini yapmak meslek değildir. Şerefsizliktir” titriyle arazlarını teşhis edip Ahmet İnsel’in ”lağımcı gazetecilik”le adını koyduğu bir çamur deryası. Sıradan biri böylesine ucuz dedikodular, iftiralar ve hedef göstermeleri kullanıyorsa ”çapsız” der geçerdik, peki ya bunu ”iktidar” yapıyorsa? Mesele de budur…
Her iktidarın kendini savunması normaldir. Kendine dönük eleştirileri ”siyasal meşreplerince” rasyonel bir biçimde yanıtlayabilirler. İktidar, eleştiriyi yanıtlarken kendi ideolojik çerçevesinde yaklaşabilir, meseleyi o bağlamda ele alabilir. Hatta, yerine göre populist ajitasyonlar da çekebilir. Bunlar siyaset içinde kanıksanan durumlardır. Savunma ve ajitasyon, bir yandan eleştiriyi savuşturma işlevini görürken bir yandan da yandaş kitlesinin politik söylemi ve kültürünü besler. İktidarın gücünün sözün gücünden beslendiğini bilen muktedir, siyasal söylemiyle rakibine karşı kendi tabanını söylemsel ve kültürel olarak hazırlar. Başbakan’ın ”çamur” gazetecilik kaynağı ve o kaynağa bağlı iddialarını vahim kılan da budur. Bu derece şaibeli olup yaptığı iş gazetecilikten çok ”tetikçilik” olan bir kaynağa hem de Türkiye’nin en önemli sorununda ve oldukça kritik bir virajda yaslanmanın anlamını sorgulamak gerekiyor. İç ve dış konjonktür gereği epey sıkışan iktidar, çıkışı tetikçilerde arıyorsa, gittikçe pespaye biçimde siyasal alanı dezenforme ediyorsa ve siyaset işi eni-sonu ”toplumsal destek/kitle mobilizasyonu” işiyse kaygılanmak için oldukça ciddi bir sebebimiz vardır. Vardır, zira bu tarz dezenformasyon mevcut bir gerçeği/süreci çarpıtarak kamuoyunu aldatmak kadar, muhtemel bir ”kirli tezgaha” da hazırlık olabilir.
Başbakan’ın iddiaları kendi içinde dahi oldukça tutarsız ve safsatadan da öte absürt durumdadır. Devletin elinde tutsak olan mahkumlara hangi örgüt yahut parti emir verebilir? Rızaları olmadan böyle bir eyleme sevk edebilir? Evet, rıza!… En dikkat çeken yer de burası. İktidar, her fırsatta eski bir teraneyi yeniden ısıtıyor: İradesiz Kürt! Bunlar ”örgüt dayatması, vatandaşım çaresiz”. ”Kuyruklu Kürtler” demenin başka bir yolu. Deniyor ki ”bu mahkumlar, kandırılmaya ve aldatılmaya bir çocuk kadar müsait zavallılardır”. Özetle 80 küsur yıllık mükerrer eblehlik. Sivilleşiyoruz diye takla atanların boynuna ”mavi boncuk” olsun. 1996 ve 2000 açlık grevlerinde ne söylendiyse ekleme bile yapmadan aynısı deniyor: ”Örgüt baskısı, yiyorlar, bunlar şov, siyaset bu değil.” Sonrası malum: Hayata dönüş… Esasında söylenen şu: Birilerinin ölmesi lazımsa, onu da biz yaparız.
Benimse dikkatimi geçtiğimiz aylardaki bir bilimsel keşif çekti: Buna göre, beyinde gibi atık ve zararlı maddelerin temizlendiği bir kanalizasyon sistemi bulunmuş. Bu sistem tıkandığı zaman Parkinson ve Alzheimer gibi hastalıklara yol açıyormuş. Sanki Türkiye’de yaşanan durumu özetliyor. Kanalizasyon sistemleri tıkanıp zihni felç edilmiş bir toplum ve bunun sonuçları. İnsan beynini nasıl ki atıklar tıkıyorsa, toplumsal bünyeyi de ”milliyetçilik, hegemonya ve kibir” tıkıyor. Sistemdeki tıkanıklıktan faydalanan birileri elbette var. Neticede her bataklık kendi canlılık formunu üretiyor. İktidarın başından beri yapmaya çalıştığı da bu formu yeniden dizayn etmek. Geçmişte bu sayısız defa denendi ve yerine göre de başarılı olundu. Müslümandan laik kesimine bir ülke top yekun bir hegomonik milliyetçilik sarmalına alındı. Geçmişte bunun adı ”Kemalizm yahut Atatürkçülük”tü, bugünse daha geniş vizyonlu: Bölgesel liderlik ve model ülke! Buradan ”demokrasi ve adalet” çıkmayacağını geçmişte gördük. Bugün de bu ”kanalizasyon yapısıyla” demokrasi ve adalet tecelli edemez. Yönetenin apoletli olması ya da olmaması işlev açısından derin farklar doğurmamakta. Mesele her daim aynı: Siyasal yapının benzetirsek ”zehirli atık” üretmesi. Bu atıklar ürediği sürece ne hakiki bir barış ne eşitlik ne de adalet tecelli edebilir. Hülasa, iktidarın bu meseleyi çözmeye ne kapasitesi ne vizyonu ne de gücü yeter. Yetmez, zira ne dün ne de bugün hiçbir zaman öylesi bir misyonu olmadı. Muktedir olmanın getirdiği imkanlarla bugün artık sorunun ta kendisi olmuş durumdadırlar, kimse kendini daha fazla aldatmasın!…
albatross82@hotmail.com