Kadın evi derleyen, toplayan, çekip çeviren, en az üç çocuk doğurmakla ve kocasını mutlu etme görevleriyle kuşatılırken, erkek ise kadının emeğinden sonuna kadar yararlanarak keyfini süren olmaktadır. Toplum içerisinde kadınların kendilerine tanımlanan bu rolleri layıkıyla yerine getirmemeleri, dışlanma, cezalandırma hatta ölüme kadar giden şiddetin çeşitli biçimleriyle sağlanmaktadır Kadın ve erkek belli fiziksel ve biyolojik özellikleri […]
Kadın evi derleyen, toplayan, çekip çeviren, en az üç çocuk doğurmakla ve kocasını mutlu etme görevleriyle kuşatılırken, erkek ise kadının emeğinden sonuna kadar yararlanarak keyfini süren olmaktadır. Toplum içerisinde kadınların kendilerine tanımlanan bu rolleri layıkıyla yerine getirmemeleri, dışlanma, cezalandırma hatta ölüme kadar giden şiddetin çeşitli biçimleriyle sağlanmaktadır
Kadın ve erkek belli fiziksel ve biyolojik özellikleri açısından birbirinden ayrılan iki farklı cinsiyettir. Ancak bu iki cins arasındaki ilişki toplumsal olarak belirlenmektedir. Yani doğuştan gelen özelliklerin yanı sıra toplumsal olarak üzerinde uzlaşılan bir ayrımlar sistemi bu iki cins arasındaki ilişkilerin belirleyeni haline gelmektedir. Bu ayrımlar sistemi toplumsal cinsiyet olarak kavramsallaştırılmaktadır.
Bu anlamda toplumsal cinsiyetin toplumsal ilişkilerde nasıl bir rol üstlendiğini anlamak toplumun içerisinde yaşayan bizler için son derece önemlidir. Toplumsal cinsiyet kavramsal olarak cinsler arasındaki ilişkilere dair basit betimleyici referansların yanı sıra bir dizi konumu da içerisinde barındırmaktadır. ‘Kadınlık’ ve ‘erkeklik’ olarak tanımlanan cinsiyet rollerinin ve cinsel sembolizmin farklı toplumlarda ve dönemlerdeki kapsamını ortaya koymak; toplumsal cinsiyetin belirlediği normlar şeklinde belirtilen sürecin, hem günlük hem de kuşaklararası süren insanlar arasındaki eylem ve ilişkiler üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu sebeple tarih sahnesinde dünden bugüne kadınların ve erkeklerin ekonomik, sosyal, kültürel olarak yani toplumun her katmanında her iki cinse yüklenen toplumsal rollerinin nasıl belirlendiğini anlamak, iki cins arasındaki eşitsiz ilişkileri de ortaya koyabilmek açısından belirleyici olmaktadır.
Toplum içerisinde evden başlayarak ev dışına kadar birçok alanda cinsiyetçi işbölümü belirleyici olmaktadır. Buna göre erkek dışarıda çalışan ve “evi geçindiren asli gelir” olarak kanıksanırken kadın ise yemek, temizlik, çocuk ve yaşlı bakımı, çocuk doğurma gibi birçok yeniden üretim faaliyetlerini gerçekleştiren olarak tariflenmektedir. Bu anlamda kadına atfedilen roller erkek üzerinden tanımlanarak, kadın ailede yer alan erkek bireylerin yeniden üretimini sağlayan, onları ertesi güne hazırlayan ve ailenin çoğalımını sağlayan olarak anlamlandırılır. Örneğin bir fabrikada son ütücü olarak çalışan erkeğin evde ütülerini yapan kadındır, çünkü söz konusu mekan ev olarak belirlendiğinde iş bölümü de buna göre şekillenmektedir.
Bu anlamda verili olarak önümüze sunulan ve bir o kadar “doğallaştırılan” bu işbölümü bir yandan iktidar ilişkilerini belirgin kılmanın asli bir yolu olarak karşımıza çıkarken diğer yandan da kadının ev içerisinde harcadığı emeğini değersizleştirerek görünmezleştirmektedir. Bu da kadının ikinci bir cins olarak algılanması sonucu hatta kabulünü ortaya koymaktadır. Günümüz toplumlarında ise kadınların konumu ve emeklerinin değersizleştirilmesi açıktır ki, sermayenin yararına bir süreç olarak işlemektedir. Bu anlamda temel güç kaynaklarının nihai olarak erkeklerin elinde tutulduğu, erkek egemen bir toplumsal düzeni ifade eden ataerki bugün kapitalizmden çok fazla beslenmektedir. Bu açıdan kadınlarla erkekleri eşitsiz bir ilişki içerisinde konumlandıran, erkeklerin kadınların emeğini, bedenini, cinselliğini denetlemesi ve sömürülmesini olanaklı kılan kapitalist ilişkiler olduğu kadar daha çok ataerkil ilişkiler sistemidir.
Kadının ev içinde sarf ettiği emeğin görünmezliği, ev içerisindeki ücretsiz, “değersiz” atfedilen emeği ve toplumsal olarak belirlenen “kadınlık” rolleri kadını ev içerisine hapsederek onu toplum içerisinde ailenin emek gücünün yeniden üretimini sağlayan bir ev kadını olarak tariflemektedir. Bu tarifler görünmez olduğu kadar “doğal” olarak da algılanmaktadır. Kadın evi derleyen, toplayan, çekip çeviren, en az üç çocuk doğurmakla ve kocasını mutlu etme görevleriyle kuşatılırken, erkek ise kadının emeğinden sonuna kadar yararlanarak keyfini süren olmaktadır. Toplum içerisinde kadınların kendilerine tanımlanan bu rolleri layıkıyla yerine getirmeleri, dışlanma, cezalandırma hatta ölüme kadar giden şiddetin çeşitli biçimleriyle sağlanmaktadır.
Tarihte de bolca örnekleri olduğu üzere cezayı kesenler ise yine erkekler ve erkek zihniyetine sahip olanlar olmaktadır. 25 Kasımın anlamı da burada açığa çıkmaktadır. Kadına Karşı Şiddetle mücadele günü olarak anlam kazanan bir günün varlığı, kadına yönelik şiddetin çok uzun zamandır var olduğunu göstermektedir. Hatta bugün sayısı daha da fazlalaşmaktadır. Bu anlamda ne 25 Kasım’a anlamını veren Mirabel kardeşler şiddete uğrayan ilk kadınlardı, ne de şu anda bir evde, sokakta şiddet gören kadınlar, son şiddete uğrayanlar olacak.
Kadının eve hapsedilmesi kadar bedelleri ağır olan bu süreçte kadına kesilen cezaları bugün kadınlar canlarıyla ödemektedir. Bugün duyduğumuz kadın cinayetlerinin sebepleri çok kulağımıza çalınmıyor, gerçek sebepleri kadının “doğallaştırılmış” emeğini yerine getirmemesi iken uydurulan kılıflar namus ve töre olarak sunularak toplumsal nezdinde meşruiyet kazandırılıyor. Kadınlar yemeğin tuzunu az koydukları, akşam yemeğini hazırlamadıkları gibi “sudan” ama toplum tarafından fazlasıyla belirleyici olan gerekçelerle üzerinde durup bir dakika bile düşünülmeden öldürülüyor. Bu anlamda kadın cinayetlerinin birçoğunun sebebi aslında kadının sadece kadın olması ve üzerine yapışan, toplum tarafından kanıksanmış rolleri oluyor. Yani kadınlar sırf kadın olduklarından dolayı kendilerine biçilen rolleri yerine getirmedikleri için bedel ödüyorlar. Kadının sarf ettiği emek bu kadar görünmezken ve değersizleştirilirken bunun için canından olduğunda bile bu emek görünürleşmiyor.
Peki, kadının emeğinin görünürleşmesi için daha kaç kadının öldürülmesi, daha kaç kadının erkek şiddetine maruz kalması gerekiyor? Şöyle bir düşünün, bugün evden çıktığınızda etrafınıza bakın. Ütülü takım elbisesiyle geçen A erkeği ya da okula yetişmeye çalışan B çocuğunun üzerinde kadının emeği yok mudur?
Bugün tam da bu alana bir kez daha dikkat kesilmemizin zamanıdır. Gördüğümüz tüm bu şeylerin arkasında yatan gerçeklikleri görmemiz ve değiştirmeye başlamamız gerekmektedir. Kadınların mücadelesini daha da fazla yükselterek, emeğimize, bedenimize sahip çıkmalı, var olan cinsiyetçi kuralları ve işbölümünü yıkabilecek yeni bir düzen inşa etmeliyiz. Bu anlamda kendi emeği gibi görünmezleştirilmeye çalışılan kadınların alana çıkma zamanıdır: 25 Kasım’da “Görünmeyen Emek Sesini Yükselt!”