Bu, betonda boy veren karanfile yazılmıştır. Bin yıllık közü ve isiyle uzanan yangın bir tarihin. Büyütülen bir aşktır cehennemde, aşkı tutuşturmak için cennetle. Bir muhayyel şeb-i aruza coşkudur ki yürüten, o kadar olsun! Yeter olsun diye aman vermez zillete, son bir sigara gibi insanın tek çaresini arayanların… Söz, ateş, çığlık, sükut, bazen sadece bir nefes […]
Bu, betonda boy veren karanfile yazılmıştır. Bin yıllık közü ve isiyle uzanan yangın bir tarihin.
Büyütülen bir aşktır cehennemde, aşkı tutuşturmak için cennetle. Bir muhayyel şeb-i aruza coşkudur ki yürüten, o kadar olsun! Yeter olsun diye aman vermez zillete, son bir sigara gibi insanın tek çaresini
arayanların… Söz, ateş, çığlık, sükut, bazen sadece bir nefes ya da silah olup savaşanların öyküsüdür bu.
Adına “vicdan” deniyor güneşin doğduğu tarafa yakın topraklarda insanı evrensel bir namus davasına koşturan şeye. Vicdan… Eğer kanıyorsa “tam” eder insanı. Yok, yoksa… “Yok” eder …
Hürriyet ve ekmek için kavgası insanoğlunun ya da keşfi vicdanın… Eski söylencelere göre ateşin tanrılardan kaçırılmasından beri sürüyor. Daha yeni rivayetlerse Âdem ve Havva’nın dımdızlak cennetten kovulmalarından başlatıyor hikâyemizi. Akıldan söze, sözden eyleme yürüyen parolayla yığınlar bilendi, bileniyor: Adalet!
Betonda boy veren karanfil… Çok satıldı, hor görüldü, sırt çevrildi, ezildi, kimsesizleştirildi, silindi. Ama o imparatorlara ve dahi tanrılara kafa tutan cüretiyle kan ve karanlık içindeki uykularından dirildi. Bir adı vicdansa, öteki adı da inat oldu hep. Zemherî soğuk hücrelerin ıslak taşına yatırılmışken de, kentin ana caddesinden görkemli zafer geçişindeyken de vicdan ve inattan mürekkep.
Betonda boy veren karanfil… Yarım yamalak hatırlanan eski, kırık dökük bir dörtlük de oldu, saatlerce süren dipdiri bir senfoni de. Baş tacı da edildi, ayaklar altında da çiğnendi. Bilindi halaskâr diye de;
kanlı, bıçaklı soysuz düşman diye de taşlandı. Karargâh olmuş bekâr odalarında da okundu, milyonluk meydanları da inletti. Bir tırnak çakısı bile bulamadığı günler de oldu kendini korumak için, en büyükleri korkutan ordular da kurdu, ölüme kesmiş esirleri kurtarmak için.
Epey düşmanı, çok hâini, daha az kahramanı, ama en fazla da korkağı vardır karanfile sevdânın. Açık açık seviyorum demek öyle kolay değildir kezâ, şaşırıp da kınamamak gerek. “Ölüm” gösterilir, “sıtmaya râzı ol” denir çoktan mezara girmiş yoksullara.
Betonda boy veren karanfil, inançtır er ya da geç pırıltılarıyla serpilecek müjdeli bahara. Öfkedir, kılıcı keskin, boynu bükülmez, hakkâniyetli bir öfkedir, hilenin ve yalanın ya göz boyayan ya da yaşartan saltanatına. Utanmazlığın karşısında ar, “ateş”le cevaptır “teslim ol!” çağrılarına… Karanfil, insanın yemek tarifi duyarken bile nefsinin oynadığı gerçeklikte, yaşatmak için açlığın baş dönmesinde hücre hücre eriyip, sona doğru durmadan giden soluklarla inşaa edilmiş başka bir gerçekliktir. İnsanın en temel dürtüsü kıskançlık ve kendi başını korumakken, aç olduğu hâlde ekmeğini tanımadığı bir başka açla paylaşmak, “gemisini kurtarabilecekken”, düzenin tıkır tıkır yürüyen koca gemisine denizi boylatma hayaliyle yanıp tutuşmaktır karanfil.
Evet, karanfil, bugün bir hayli yalnız kalmış. Ama o gâlip çıkacak sefâletin muhafızı kanlı ejderle savaşından. Çünkü akıl öyle emreder, haklıdır, dünyaya güneşi sırtlarında taşıyanlar; bir bez ya da kâğıt parçasını milyonlarca cana üstün tutandan!