Baştan söyleyelim… Elbette “hukuk sistemi”, her bir normunda, öncelikle egemenlerin çıkarlarını formüle eder. “Yargı erki” de, bu normların ışığında ve hatta kimi zaman bir norma yani hukuk kuralına gerek dahi duymaksızın, doğallığında, öncelikle egemenlerin çıkarlarını gözetir. Çağlar boyu bu iş böyle olmuştur, güçlü olan kuralı koymuş ve onu herkes için bağlayıcı kılmıştır. Nede olsa, “yargıç”ın […]
Baştan söyleyelim…
Elbette “hukuk sistemi”, her bir normunda, öncelikle egemenlerin çıkarlarını formüle eder.
“Yargı erki” de, bu normların ışığında ve hatta kimi zaman bir norma yani hukuk kuralına gerek dahi duymaksızın, doğallığında, öncelikle egemenlerin çıkarlarını gözetir.
Çağlar boyu bu iş böyle olmuştur, güçlü olan kuralı koymuş ve onu herkes için bağlayıcı kılmıştır.
Nede olsa, “yargıç”ın eline tokmağı veren “kral”, “kadı”nın eline mührünü veren de “padişah” ola gelmiştir.
“Adalet” denilen şey de, egemen gücün üstünlüğüne ve haklılığına biat etmenin, bir nebze olsun katlanılır ve kabul edilir kılınma biçimidir.
Ancak yine de, herkes için, “hukuk” diye, “adalet” diye bir şey vardır!
Hukuk disiplini, çağlar boyu kendi iç dinamiklerini, kendi ilke ve kurumlarını oluşturmuş; aynı zamanda kendi -meslek- mensuplarını, yani “hukukçuları” yaratmıştır.
“Hukuk normları”, az ya da çok, ezilen sınıfların mücadelesi ile de şekillenmiş, çoğu zaman ezen ve ezilen arasındaki geçici sulh durumlarını da hükme bağlamıştır.
Burjuvazinin, devlet aygıtını “güçler ayrılığı ilkesi”ne göre şekillendirdiği, “Anayasacılık” hareketinin ve “hukuk devleti” öncüllerinin, 18 inci yüzyılda Kıta Avrupa’sında varlık kazanmaya başladığı dönemlerde, bu iş bayağı abartılmış ve hatta, yeri geldiğinde sıradan bir yurttaş bile, krala karşı “Berlin’de yargıçlar var” (1) sözüyle meydan okuma cüretini dahi gösterebilmiştir.
Berlin’deki yargıçların hangi karara vardığı bilinmez ama, bu nedenledir ki; haksızlığa uğrayan, mağdur kılınan hemen herkes, mahkeme kapısında derdine bir çare ve umut arar olmuştur.
Gelelim asıl meseleye…
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti ve 4 milyona yaklaşan nüfusu ile “büyükşehir” olan Ankara’nın, bir de “büyükşehir belediye başkanı” vardır, kendisini tanırsınız.
Seversiniz ya da sevmezsiniz, icraatlarını beğenir ya da beğenmezsiniz, en azından “farklı” ve “renkli” bir şahsiyet olduğunu kabul etmek gerekir.
Şüphesiz kendisi, güç ve nüfus sahibidir, nitekim iktidardaki partinin önemli isimlerinden biridir, partisi yani siyasi iktidar tarafından korunur ve kollanır. Her seçimde aday gösterilmesi, belediyesinin birikmiş borçlarının bir kalemde silinivermesi, başına dert olan metro inşaatlarını devlet bakanlığının üstüne bırakıvermesi, sanırım bu durumun en fazla bilinen kanıtlarıdır.
Yine Ankara’da, ancak büyükşehir belediye başkanının aksine çoğunuzun tanıyıp bilmediği, sade bir yurttaş da yaşar.
Kendisi, 62 yaşında bir işçi emeklisidir, evli ve iki çocuk, bir de torun sahibidir. Aylık 600-700 TL kadar bir emekli maaşına -ki bu maaşın neredeyse tamamı kredi borçlarına, taksitlere falan gider- ve başını sokacak bir gecekonduya sahiptir.
Bu gecekondu, Ankara’nın Çankaya İlçesi sınırlarında, “Yukarı Dikmen Vadisi” denilen güzide bir bölgede yer almaktadır.
Ve bu bölgede, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından, 2000’li yılların başından bu yana bir “kentsel dönüşüm projesi” uygulanmak istenmektedir.
Hemen her kentsel dönüşüm projesinde olduğu üzere, gecekondularda barınan yöre sakinleri ile belediye yetkilileri ve müteahhit firmalar arasında bir gerilim yaşanmaya başlanır ve zaman içinde bu gerilimin dozu bir hayli de artar.
Öyle ya, hemen her kentsel dönüşüm projesinde olduğu üzere, yöredeki gecekonduların tez vakitte yıkılması ve yöre sakinlerinin tahliyesi, bu yörenin yeni lüks konut yapılaşmasına açılmasının kaçınılmaz ön koşuldur.
Yukarı Dikmen Vadisi’nde, yaşamda sahip oldukları belki de yegane maddi varlık olan gecekondularının ellerinden alınıp sokağa atılacak olmalarına isyan eden yöre halkı, bir araya gelip örgütlenir ve “barınma hakkı” mücadelesini başlatırlar. İşte, bizim emekli yurttaşımız da, bu mücadelenin bir ferdi, hatta önde gelen simalarından biri oluverir.
Neden nasıl bilinmez ama, sanki iş biraz da kişiselleşir. Projeyi uygulamak isteyen Ankara’nın büyükşehir belediye başkanı, yöre sakinleri ve özellikle de bizim emekli yurttaş hakkında televizyonlara çıkıp konuşmaya, onu “provokatör”, “tahrikçi” olarak suçlamaya ve hatta onun “yasadışı örgüt üyesi” olduğunu ima etmeye başlar. Bizim emekli yurttaşımız da, yöre sakini diğer komşuları ile birlikte gerçekleştirdikleri eylemlerde eline megafonu alıp, büyükşehir belediye başkanını topa tutar.
Karşılıklı bir dizi dava falan da olur; hatta bizim yurttaşın bir sözü, büyükşehir belediye başkanına yönelik “tehdit” olarak kabul edilip, hakkında bir ceza davası da açılır ve ceza kararı verilir. Belediye başkanı hakkında ise, bu güne kadar her hangi bir dava dahi açılmaz.
Gün gelir, bir sabah Ankaralılar, işlerine okullarına gitmek için evlerinden çıktıklarında, büyükşehir belediyesi tarafından basılıp, şehrin merkezi yerlerindeki stantlarda, toplu taşım araçlarında, otobüs ve metro istasyonlarında vs. halka ücretsiz dağıtılan bültende, bir yurttaşın boy boy fotoğraflarının yer aldığını ve onun hakkında akla zarar suçlamaların dile getirildiğine tanık olurlar. Büyükşehir belediyesi ve ilçe belediyelerinin faaliyetleri konusunda halkı bilgilendirmek amacıyla yayımlandığı, bizzat kapağında ifade edilen bu bültenin 351 inci sayısının neredeyse yarısı; bir yurttaşı karalamak, kötülemek, tabiri caize onu yerin dibine sokmak adına yapıldığı apaçık anlaşılan yanlı haberlere, yorumlara, fotoğraflara ayrılmıştır.
Burası Türkiye’dir, Ankara’dır, olur böyle şeyler. Bizde işler tersten yürür; eleştiri ve tenkit hakkı, yurttaşların değil de, sanki siyasetçilerin, idarecilerin hakkı olarak görülür. Bir yurttaş, ola ki bir devlet büyüğünü eleştirmeye kalkar, tabiri caiz ise anasından emdiği süt burnundan getirilir. Aksine, ola ki bir devlet büyüğü bir yurttaşı eleştirmek, hatta yerin dibine sokmak ister, devlet olanakları ile basılan bültenler, düzenlenen etkinlikler, televizyon kanalları onun emerine amade oluverir.
Avrupa memleketlerinde bir yurttaş bir devlet büyüğüne pasta, boya falan atar, buna “demokrasi” denir. Biz de yumurta atana, sanki silahlı suikastta kalışmış muamelesi yapılır. Mesela bizde basın başbakanı eleştirmez, eleştiremez; her daim başbakan basını eleştirir. Bir yurttaş başbakana bir sitemli söz söylemeye kalkar, “anasını da alıp gitmesi” emredilir. Bir futbol stadı açılışında başbakan ıslıklanır, o statta bulunan cümle insan hakkında soruşturma açılır.
Daha fazla örnek vermeye gerek var mı? Bence yok…
Ancak, Ankara’da yaşanan bu hadise, bizim memleket için olağan, alışılmış olsa da; sonuçta emekli bir yurttaşın ve onu sevip sayanların yürecikleri cız edivermiştir.
Ortada alenen işlenmiş hakaret ve iftira suçu vardır; bir yurttaşın kişilik haklarına, onun onur, şeref ve saygınlığına saldırılmıştır; üstelik bu suç, kamunun olanakları kullanılarak yani halkın parası ile basılıp dağıtılan bir kamu bülteni ile işlenmiştir.
Ne yapar bu yurttaş?
Adliyenin yolunu tutar, yargıcın savcının kapısını çalar.
Nitekim o da öyle yapmıştır.
Keşke, yapmaz olaydı.
Önümde, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 10.10.2012 tarihli bir iddianamesi ve bu iddianame ile Ankara 18. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan bir ceza davasının tensip zaptı durmakta.
Davanın müştekisi yani suçun mağduru, Ankara Büyükşehir Belediyesi
Başkanı Melih Gökçek; davanın sanığı ise, Tarık Çalışkan.
İddia o ki, Tarık Çalışkan, avukatı aracılığı ile Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek ve bir kısım belediye bürokratı hakkında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir suç duyurusunda bulunmuş.
Demiş ki Çalışkan ve onun avukatı, yahu bu nasıl bir iştir? Belediyenin bülteninde bir yurttaşa böyle sözler söylenmesi, ona alenen hakaret edilmesi, iftirada bulunulması, haklı ve hukuki bulunabilir mi?
Bu suç duyurusunu inceleyen savcılık, Melih Gökçek’in ve sair belediye bürokratlarının her hangi bir suç işlemediğine karar verip, dosyayı kapatır. Bu noktada Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı son derece özgürlükçü, demokrat, çağdaş bir tutum takınır ve der ki; “Ne var bunda? Memlekette basın özgürlüğü var!”
Dedim ya, biz de işler tersten yürür; bir siyasetçi, bir devlet büyüğü, ola ki bir yurttaşı eleştirip tenkit ederse, bu bir özgürlüktür!
Devamında ise, bu sefer de Melih Gökçek’in avukatı, Tarık Çalışkan hakkında, müvekkiline iftira edildiği gerekçesi ile yine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir şikayette bulunur. Bu sefer savcılık, olayı -denebilir ki daha ciddi ve derinlikli biçimde- soruşturup, Tarık Çalışkan’ın suç işlediğine kanaat getirir ve “iftira” suçundan cezalandırılması için söz konusu davayı açar.
Ancak, olayda maddi bir hata mevcuttur. Şöyle ki;
Tarık Çalışkan’ın avukatı, İbrahim Melih Gökçek ve bir kısım belediye bürokratı hakkında bulunduğu suç duyurusunda, söz konusu yayından bahsederek, “yayın yolu ile hakaret” ve “iftira”, aynı zamanda “kamu araçlarının suçta kullanılması” ve -sonuçta şüpheliler kamu görevlisi oldukları için- “görevi kötüye kullanma” suçlarından soruşturma ve dava açılmasını istemiştir. Savcılık, bu talep ve suçlamalar açısından, sonrasında Çalışkan’a iftira suçundan dava açmaya haklı bir gerekçe, dayanak bulamaz.
Ancak savcılık, bu suç duyurusu dilekçesinde yer alıp, gerçekte doğrudan bir suçlamaya konu yapılmayan bir başka ifadeyi, Çalışkan’ın Melih Gökçek’e iftirası olarak dikkate alır.
O söz ise şudur; “İ. Melih Gökçek’in ve kimi sermaye kesimlerinin bölgeye ve anılan projeye yaklaşımı, Yukarı Dikmen Vadisi’ni yoğun biçimde lüks konut yapılaşmasına açmak, dolayısıyla yöredeki ranta el koymak ve onu pazarlamak amacına dayanmaktadır”.
Yoksa sanılmasın ki, belediye bülteniyle hakarete, iftiraya uğrayan Tarık Çalışkan’ın avukatı, bu suç eylemi nedeniyle Melih Gökçek ve bir kısım belediye bürokratı hakkında bulunduğu suç duyurusunda; ola ki, Melih Gökçek adam öldürdü, banka soydu, yolsuzluk yaptı vb. iddiaları dillendirmiş olsun.
Öyle ya, Çalışkan’ın avukatı, Melih Gökçek’in başında bulunduğu koskoca belediye, onca işi gücü bırakıp da neden bir emekli yurttaş ile uğraşıyor meselesini -ki kabul etmek gerekir, tuhaf bir durumdur, illa ki açıklanmalıdır- sayın savcıya anlatabilmek için, Yukarı Dikmen Vadisi’nde uygulanmak istenen kentsel dönüşüm projesine ve bu projenin yol açtığı toplumsal gelişmelere değinme ihtiyacı duymuştur. Ve bu projenin, -alıntılanan sözlerde de yer aldığı üzere- yöre sakinlerinin ve kenttin hayrına olmadığını, yöre sakini olan müvekkili -yani Tarık Çalışkan- ile ona karşı suçu işleyenler arasında bu nedenle bir gerilimin, bir husumetin yaşandığını dile getirmiştir.
Taşıdığı önem nedeniyle bir daha, bir daha yazmak gerekir: Tarık Çalışkan’ın Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’e iftirası olarak soruşturmaya ve şimdi bir ceza davasına konu yapılan -aslında Çalışkan’ın avukatına ait olan- sözler; “İ. Melih Gökçek’in ve kimi sermaye kesimlerinin bölgeye ve anılan projeye yaklaşımı, Yukarı Dikmen Vadisi’ni yoğun biçimde lüks konut yapılaşmasına açmak, dolayısıyla yöredeki ranta el koymak ve onu pazarlamak amacına dayanmaktadır” şeklindedir.
Ama zaten bunu dünya alem bilmekte, başta konunun uzmanları olan şehir plancıları, mimarlar, mühendisler vs. olmak üzere hemen herkes bunu söylemektedir.
Zaten, genel olarak “kentsel dönüşüm” uygulamalarının her daim öncelikli amacı, tam da bu değil midir?
Neden mutfakta, ocakta yemek pişirilir? İnsan karnını doyursun diye. Neden otomobile, otobüse binilir? İnsan bir yere varsın, ulaşsın diye. Neden yağmurda şemsiye açılır? İnsan ıslanmasın diye.
Neden kentsel dönüşüm uygulaması yapılır?
Kentsel ranta el koyup, onu yeniden değerlendirmek ve pazarlamak için!
Yoksa, kentin yoksul gariban yurttaşlarına bir hayır işi yapıldığı mı sanılmaktadır? Vakti zamanında Tarık Çalışkan’ın ve diğer yöre sakinlerinin evlerine gelip kapıya çalan belediye yetkilileri, “bu evler çok sağlıksız, biz size yeni evler yapıp verelim, karşılığında para falan da istemez ha” mı demişlerdir?
Yoksa, “defolun gidin, biz burada çok katlı lüks konular yapacağız, onları satacağız, para kazanacağız” mı demişlerdir? Tabi ki bunu böyle apaçık söylememişlerdir, üstelik “kent güzelleşecek, çarpık yapılaşma önlenecek” vb. sözlerle de işi ambalajlamışlardır; ama yaptıkları açıkça bir ticaret, alıp satma, bir koyup üç alma işi değil midir?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Yukarı Dikmen Vadisi’ndeki yurttaşların, sözde kendileri için yapılacak ve yalnızca kendilerine yani yöre sakinlerine bedelsiz verilecek yeni lüks konutların, ne bileyim banyo fayanslarının rengi için mi mücadele ettiğini sanmaktadır? Tarık Çalışkan ile Melih Gökçek arasındaki husumet, Çalışkan’ın gecekondusunun yerine yapılıp, ona verilecek olan lüks apartman dairesinin, kaçıncı katta olacağından mı kaynaklanmaktadır?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, mesela Ali Ağaoğlu’nu büyük bir hayırsever falan olarak mı bilinmektedir? Örneğin “Maslak 1453”, yoksul dar gelirli yurttaşlara ya da evsizlere yönelik, bir bedelsiz konut edindirme projesi midir?
Neden kentsel dönüşüm projeleri, rant değeri bulunmayan ya da son derece düşük olan kent bölgelerine uğramamaktadır? Bırakın kentsel dönüşümü, belediye çöp kamyonu bile rantın olmadığı mahalleye, semte gitmemektedir.
Üstelik olaydaki tuhaflıklar bununla da sınırlı değildir.
Artık bu yazı, okur için sıkıcı ve kafa karıştırıcı bir noktaya gelmiş olsa da devam etmek gerekir; çünkü ortada bir “iftira” değil, olsa olsa bir “iltifat” bulunmaktadır. Zira “kentsel dönüşümü”, anılan ve bilinen ticaret mantığı ile, yerli ve yabancı sermayeye yeni yatırım olanakları açma niyeti ile yapan bir belediye başkanı, bu devirde muteber adamdır, neo-liberalizmin piridir, memleketi ve kenti kalkındıran örnek bir zattır.
Yoksa, ola ki şebeke suyunu halka bedelsiz vermeye kalkar, işte o zaman suç işlemiş kabul edilir.
Yani, ola ki Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’e, “sen Dikmen Vadisi’ndeki kentsel dönüşümü, yöredeki ranta el koymak ve onu pazarlamak için yapıyorsun” denmiş olsun; bu ispatlasın, en az üç beş uluslararası ödül daha alır, en az iki seçimde daha aday gösterilir.
Yani, kentsel dönüşüm ya da Yukarı Dikmen Vadisi’nde uygulanmak istenen kentsel dönüşüm neyse, söylenen de odur. Tam da bu noktada, ünlü şairimiz Can Yücel’i saygı ve özlemle anmak gerekir. (2)
Yani işin özü şudur;
Kendisine, üstelik kamu/devlet olanakları da (belediye bülteni) kullanılarak hakaret ve iftirada bulunulan, 62 yaşında emekli bir yurttaş, “Berlin’de yargıçlar var” demiş midir
bilinmez ama saldırıya uğrayan kişilik haklarının ve onurunun korunması için, avukatı aracılığı ile Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmuştur.
Başvurusu hızla sonuçlandırılmış ve suçun failleri hakkında, üstelik “basın özgürlüğü”nden bahsedilerek, “kovuşturmaya yer olmadığı” ve hatta “işleme konulmama” kararı tesis edilmiştir.
Aynı savcılık, bu seferde hakkını arayan bu yurttaş için bir soruşturma başlatmış, belli ki bir büyükşehir belediye başkanını şikayet etme densizliğinden olsa gerek, devamında hakkında bir ceza davası açmıştır.
Bu davanın gerekçesi “iftira” suçunun işlendiği yolunda olsa da; bu yurttaş, gerçekte kendisine ait olmayan -gerçekte bizzat avukatının kullandığı- suç duyurusu dilekçesindeki bir ifade nedeniyle yargılanacaktır.
Üstelik bu ifade, “İ. Melih Gökçek’in ve kimi sermaye kesimlerinin bölgeye ve anılan projeye yaklaşımı, Yukarı Dikmen Vadisi’ni yoğun biçimde lüks konut yapılaşmasına açmak, dolayısıyla yöredeki ranta el koymak ve onu pazarlamak amacına dayanmaktadır” tespitinden ibarettir. Yani, öteden beri konunun tarafları, ilgilileri, uzmanları, kent ve ülke kamuoyu tarafından sıklıkla dile getirilen, bilimsel ve sosyal bir gerçekliğin ifadesidir.
Üstelik bu ifade, daha doğrusu bu tespit nedeniyle, Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Melih Gökçek’e, Tarık Çalışkan ya da avukatı tarafından doğrudan yöneltilmiş bir suçlama da bulunmamaktadır. Nitekim, Çalışkan ve avukatı bir başka gezegende yaşamamaktadır. Söz konusu ifadeye konu olduğu şekilde yaşama geçirilen kentsel dönüşüm uygulamalarının, günümüzde neo-liberal belediyecilik anlayışının temelinde yattığını, bu nedenle egemen siyasal ve iktisadi düşünce açısından başarılı ve yerinde uygulamalar olarak görüldüğünü bilmektedirler.
İşte bütün bu tablo karşısında ortaya çıkmış olan, son derece acı ve kaygı verici gerçek ise şudur;
Öteden beri, yargı nezdinde hak aramak, eğer ki karşı taraf siyasi güç ve nüfus sahibi ise, zor ve zahmetli bir iş ola gelmiştir.
Ancak, düne kadar yargı nezdinde hakkını arayanın bir yurttaşın, böylesi bir durumda karşı karşıya kalacağı sonuç; en fazlası, çabalarının görmezden gelinmesi, şikayet başvurularının sonuçsuz kalması, yani siyasi güç ve nüfus sahibi kişilere -yargı tarafından- dokunulmaması olurdu.
Şimdilerde ise, siyasi güç ve nüfus sahibi kişi veya makamlara karşı yargı nezdinde hakkını aramak, ayrıca bir yaptırıma maruz bırakılmakta, adeta cezalandırılmaktadır.
Ola ki, kralı şikayet etmek için Berlin’e gidecek olan bir köylünün, artık orada karşılaşacağı şey, kraldan önce yargıçların emri ile kellesinin alınması olsa gerek.
Peki, Berlin’deki yargıçlara sizce ne oldu?
Taylan Efe
(1) Rivayet o ki, Prusya Kralı (ya da Alman imparatoru olarak bilinir), gözüne kestirdiği güzel bir arazide kendine bir saray yaptırmaya karar verir. Ancak, sarayın yapılacağı bu yerde, bir değirmen vardır ve doğal olarak önce bu değinmenin yıkılması gerekmektedir. Değirmenin sahibi olan bir köylü, bir türlü değirmenini vermeye yanaşmaz, hatta kendisine teklif edilen büyük paraları dahi geri çevirir. Bu durumdan haberdar olup öfkelenen kral; köylünün yanına gider ve “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar. Köylü, “Biliyorum efendim, siz kralsınız” der. Değirmenini vermemekte yine de ısrar edince kral, “Eğer değirmenini bana satmazsan, ben de senden zorla alıp, başına yıkarım” diye çıkışır. Köylünün yanıtı ise; “Siz kral olabilirsiniz, ama Berlin’de yargıçlar var” şeklinde olur ve bu söz, hukuk devleti anlayışının bir ifadesi olarak tarihe geçer.