Oldum olası pragmatizmden, nabza göre şerbetten ve kamusal ”hazır bulunmayışlığı” gerekçe göstererek eleştiriyi yuvarlamaktan hazzetmedim. Dahası ÖSS kavramsallaştırmasını aşamayıp ”nesnellik” adı altında dolaşıma sunulan birtakım laf ebeliklerini de iğreti ve hesapçı buldum. Siyasetle az buçuk ilgilenmiş, toplumsal yaşamı biraz olsun salim bir kafayla gözlemlemiş herkesin rahatlıkla görebileceği bir gerçek vardır: Siyaset ve politika hemen daima […]
Oldum olası pragmatizmden, nabza göre şerbetten ve kamusal ”hazır bulunmayışlığı” gerekçe göstererek eleştiriyi yuvarlamaktan hazzetmedim. Dahası ÖSS kavramsallaştırmasını aşamayıp ”nesnellik” adı altında dolaşıma sunulan birtakım laf ebeliklerini de iğreti ve hesapçı buldum. Siyasetle az buçuk ilgilenmiş, toplumsal yaşamı biraz olsun salim bir kafayla gözlemlemiş herkesin rahatlıkla görebileceği bir gerçek vardır: Siyaset ve politika hemen daima ”güç ilişkileri” çerçevesinde şekillenir. Bunun kadar önemli ikinci bir husussa, her siyasal aktörün kafasında politik bir ideal ve o idealin somutlanmış halinin mevcut olduğudur. Siyaset ve toplum üzerine kafa yoran herkesin eleştiri ve hareket tarzını belirleyen iki temel olgu budur. Aydın denen zümreyse, bir kısmı ya siyasi iktidarlar çevresinde kümelenmiş yahut dışarıda durup daha çok ”sistemik” katkılarını ve çabalarını sunan söz ustalarından oluşur. Hele birtakım aydınlar vardır ki bunların görevi, biz söylesek tam teşekküllü linç psikozuyla karşı çıkacakları gerçekleri kılıfına uydurmaktır. Bunların da Goebells aparatçıkları mı yoksa aydın mı oldukları pek belli olmaz.
Halihazırdaki ”kalkınma modeli”nin, bizzatihi kapitalizmin gelişimi açısından dahi oldukça sorunlu olduğunu, daha yıllar öncesinden birçok iktisatçı, düşünür ve sistem muhalifi söylüyordu. ”Görünmez el”in pratikte ”şirketler lehine görünür kılınırken”, işçiler ve toplum yararına olduğunda ”zinhar sakıncalı” olduğuna fanatik biçimde iman edenler, sistem ne zaman ki giderek artan sayıda ve sıklıkta krizlere girmeye başladı, ağız değiştirir oldular. Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Para Fonu (İMF) gibi kuruluşların bile dönem dönem ”uyarmak zorunda kaldığı” meseleler her krizde patronlar tarafından dahi dillendirilir oldu. Vallahi biz desek ”sermaye düşmanlığı”yla suçlanırız, ahan da TÜSİAD başkanı diyor. Küreselleşmenin refahın artışına önemli katkılar sunduğunu özetle ifade eden Ümit Boyner, buna karşın giderek eşitsizliğin arttığını belirterek bunun ”büyüme için” sorun olduğunu ifade ediyor. Boyner’in derdi belki başka; ancak şu bir gerçek ki ”bu yapı giderek artan oranda bir etik/politik meşruiyet krizi”ni derinleştiriyor. Çalışıp üreten her sivri zekanın ”zengin olabileceği”ni vaaz eden bu iktisadi model her insanın; 1. zengin olmak istememesi; 2. bu uğurda kendini paralamaması; 3. yapıp üretse dahi karşılığını alamaması 4. buna elverişli eğitim ve finansal araçlara ulaşamaması gibi önemli sorunlarla boğuşmakta. Bu krizi, hem ”küresel” hem de ”yerel” boyutta derinleştiren elbette başka faktörler de var.
Suriye’deki krizi ele alalım. Esad’dan Esed’e devşirilen bir PDR harikası(?) karşımızda. Suriye rejimine, o rejimin insana ve topluma bakışına çok şey denebilir. Fakat daha ilk günlerden ”Nusayri Rejimi” tamtamlarıyla bağırılıp çağırılan, muhalif bir siyasal partinin ”dinsel mezhebi”ne yönelik çirkin imalar yapılan bir ”söylem tarzı”ndan bahsediyorsak durum değişir. Hele de bahşedilmiş bir köşede kalem oynatırsanız, Alevilerin Suriye ”muhabbeti”ni ispata sekizli parende atmaya başlarsınız. Akif Beki bunu ”ilk defa” yapmıyor elbet. Mesele entelektüel kalibre sorunu da değil, daha derin: Goebells.
Biz solcular ve demokratlarsa daha en başından beri özellikle Suriye hususunda iktidarın ”mezhepçi” bir duruşla hareket ettiğini ve yanlış hesaplar peşinde koştuğunu söyleyedurduk. Evetçiler bizim ”Baasçı kökenlerimiz”i deşe dursun Zaman’dan Ali Bulaç”Suriye’de hatalar(1)” başlıklı yazısında bakın neler diyor: ”1) Türkiye, Suriye’nin farklı dini, mezhebi ve etnik unsurlardan müteşekkil sosyo-politik yapısını yanlış okudu. Suriye’nin nüfusu ağırlıklı olarak Sünni Arap, Kürt ve Türkmenlerden ibaret olmakla beraber, yüzde 25-30 arası Nusayri ve Hıristiyanlardan oluşmuş bulunuyor. Esed yönetimine karşı sivil-silahsız gösteriler başladığında Nusayri ve Hıristiyan unsurlar kimi zaman kaygılandı kimi zaman umutlandı. Ne zaman ki Körfez ülkelerinin aktif katılımıyla sivil muhalefet silahlı mücadeleye ve arkasından ülke iç savaş girdabına girdi, Nusayri ve Hıristiyan nüfus yönetimin yanına geçti. Ayrıca Sünni nüfusun kayda değer bir bölümü Esed’in yanında yer aldı, hâlâ da yer yer desteğini sürdürüyor. Oysa Türkiye, muhalefete bu iki unsura hukuk temelinde ve inandırıcı yollarla kontra teminatlar vermeyi telkin etmeliydi. Buna teşebbüs etmedi değil, ne var ki Körfez ülkelerinin silahlı provokasyonu bunu mümkün olmaktan çıkardı.” Aynı yazar, ”Suriye’de hatalar (2)” başlıklı yazısındaysa İslamdaki farklı mezheplerin ”toplumsal sorun”lara yaklaşımını kendince özetlerken Türkiye’nin ”nasıl olsa kısa sürede düşecek” anlayışıyla ”harici radikalizm” olarak saptadığı ”savaş kışkırtıcılığı”na (ibare bize ait) yöneldiğini ifade etmekte.
Kürt sorunu, hükümeti ”iyi yaptığında destekleyen, kötüsünde eleştiren” mottolu aydın zümresinin fena tökezlediği bir alan oldu. İktidara geldiğinden bu yana, sayısız icraatla bugünlerin müjdesini pekala vermiş olan bir iktidara tanıdıkları ”kredi ve teşvikler”le yüzleşmekten kaçınan bu zümre, ”iyi olanı destekleriz” pragmatizmiyle sağlıklı bir özeleştiri veremez. Veremez, zira daha tüm bu ”iktidar krizleri” bu denli görünür olmamışken bu iş ”sivil vesayete” gidiyor diyenleri Kemalistlikle eleştirenleri biliyoruz. Yargıya ”talimat vermek” acaba bu zümreye göre de HSYK başkanının dediği gibi bir ”dil sürçmesi” mi? Vicdanı ve duruşuyla birçoklarından ayrılan ”evetçi” Oya Baydar’ın ”ideolojik kamplaşma, fanatizm ve körlük” üzerine tespitlerine katılmakla referandumla birlikte hem vesayetin bitmesinde bir ”aşama” hem de 12 Eylül’e ”dokunma” sağlanabileceği gerekçelerinin ne kadarının gerçekleştiğine dair eleştirel bir okuma yapması lazım gelmez mi örneğin? Bizzat hükümet yetkililerinin dahi ”temkinli konuşması”na, ”demokrat” duruşları sarih muhafazakar yazarların ”eleştirileri”ne gark olmuş bir Balyoz Davası dışında bu iktidar döneminde vicdanları ”rahatlatan” bir tane dava çözülebilmiş midir ki bugün dahi”yine olsa yine yapardım” denmekte? Tam da Radikal 2’de Kemal Şahin’in “normal ve makul bir siyasal aklın ‘Bu nasıl bir akıl tutulması. Hem anayasayı gözümüze bakarak alenen çiğne hem de başkalarını anayasaya uymaya çağır” diyerek tepkisini göstereceği bu sözler gerçekte bir çelişki değil, ‘diktatörlüğün ruhu’nu açığa vuran beyanlardır” tespitiyle dile getirdiği gibi bir ”ruhla” yargıda ve 12 Eylül davalarında hangi somut sonuçlar görülmekte? Kemal Şahin’i fazla ”tarafgir” buldunuz, buyurun biraz da Orhan Gazi E
rtekin verelim: (KCK, Ergenekon ve Balyoz için)“İçerik olarak da teknik olarak da kabul edilemez iddianameler. Ergenekon başlangıçta doğru gidiyordu ama şu anda cemaatlerdeki iç çekişmeler ve ilişkiler Ergenekon üzerinden sürdürülüyor. 1944’te Türk milliyetçilerine, 1949’da sosyalistlere ve komünistlere karşı sürdürülen operasyonlar bugün KCK, Balyoz ve kısmen Ergenekon üzerinden yapılıyor. Bir yargı endüstrisi oluşturuldu. Tamamı sermaye yapılarını korumaya yönelik yargı endüstrisi yaratılıyor. Çok ilginçtir müktesebatı olmayan birçok avukatlık büroları kuruluyor. Şu anda yüzde 20 civarında kürsü faaliyeti olmayan yargıç var. Bunlar yargı yetkisini kullanan bürokratlar. Bu hiçbir demokratik ülkede olamayacak bir uygulama. Daha önce ordu vesayeti vardı, artık yargı vesayeti var. Yargı ordulaşmıştır.” Oya Baydar ve diğer evetçiler, hükümetle ”organik ilişkisi” bulunmayan neredeyse hiçbir hukukçunun takdir etmediği bu yeni ”sistem”e ilişkin özeleştiri yapabilecek midir?
Hayallerimiz kadar gerçekçiyiz!
Bilgelik yahut entelektüellik, gerçekle aranıza ”pragmatist gerekçeler” uydurup set çekmek değildir. Muktedir olanın nizamı ve gücüyle ”uzlaşma” da değildir. Aksi halde dini kendi ”üslubunca” eleştiren Nişanyan’ı ”özür diletmeye çalışan” Aysever‘in düştüğü duruma düşüp Turan Dursun’un kemiklerini sızlatırsınız. Distopik hayallerin peşinden ille de gitmek değildir aydının görevi. Değildir ama illa ki gündelik yaşama ilişkin ”net ve tutarlı” tavırlar koyabilmektir. Şeyleri ”adıyla çağırabilmek”, eğri olanı ”makuliyet” adına ”doğru göstermemek”, ”normal ve olması gereken” kadarını bile ”maksimalist” görmemektir. Olgular, insanlar ve topluma ”sarih” bir gözle bakarken bunu hemen daima ”mazlum/mağdur/zayıf” olanın lehine okuyabilmektir. Muhalif ”olan”ın devrimci, demokrat, eşitlikçi ve özgürlükçü ruhunu gözetebilen entelektüel, ”kendine sunulan” ile yetinmeyen, şartları zorlayan ve ”iktidar”a karşı uyanık olandır. Tüm bunları yapamıyorsanız -belki başka bir yazının konusu olacak- dün ”cumhuriyetin kazanımları” deyip resmi ideoloji batağına sürüklenen solun bir kısmının düştüğü tarihsel hataya düşer, ”AKP’nin kazanımları”yla tarih ve özgür vicdanlarda yargılanırsınız.
Not: Bu yazının yayımlandığı gün 38 gündür açlık grevinde olan 400 kadar Kürt tutsak var. En son BDP milletvekili Faysal Sarıyıldız süresiz ve dönüşümsüz greve başladı. Her ne kadar bu grevin toplumdaki vicdan tıkanıklığını açamayacağını düşünsem de özgürlük ve barış adına direnen tüm devrimci tutsakları selamlıyorum.
albatross82@hotmail.com