Cezaevlerindeki 600’ü aşkın tutuklu ve hükümlü, 12 Eylül 2012 tarihinden bu yana başlattıkları süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerinde yaşamları ve sağlıkları açısından kritik günlere gelindi. Eyleme 12 Eylül tarihinde başlayan ve ilk grupta yer alan 63 tutsağın durumu giderek ağırlaşıyor. ANF’ ye göre: “Mevcut rahatsızlıkları devam ediyor ama her gün yenisi ekleniyor. Mide bulantıları, ishal, eklem ağrıları, […]
Cezaevlerindeki 600’ü aşkın tutuklu ve hükümlü, 12 Eylül 2012 tarihinden bu yana başlattıkları süresiz-dönüşümsüz açlık grevlerinde yaşamları ve sağlıkları açısından kritik günlere gelindi.
Eyleme 12 Eylül tarihinde başlayan ve ilk grupta yer alan 63 tutsağın durumu giderek ağırlaşıyor. ANF’ ye göre: “Mevcut rahatsızlıkları devam ediyor ama her gün yenisi ekleniyor. Mide bulantıları, ishal, eklem ağrıları, beyin hücrelerinde tahribatlar, uyku bozukluğu, sıvı alamama durumu gibi sorunlar yaygınlaştı.”
Türkiye, cezaevlerindeki açlık grevi ve ölüm oruçlarına yabancı bir ülke değil. 12 Eylül döneminden günümüze kadar çok sayıda açlık grevi ve ölüm orucu yaşandı. Yaşanan işkencelere, hak ihlallerine, onursuzlaştırma ve teslim alma politikalarına karşı ölümüne direnişler yapıldı. Bu eylemlerde çok sayıda değerli insanımız yaşamını yitirip sakat kaldı. 2000 yılında F tipi cezaevlerine, hücre sistemine, tecride karşı yürütülen direnişlere katliam yapılarak yanıt verildi. Ve yapılan katliama da “hayata dönüş operasyonu” adı verildi.
Bugün cezaevlerinde yeniden direniş var. İnsanlarımız en doğal insani talepler için, bedenlerini feda etmeyi göze alarak direniyorlar. Ölümün koynunda barış için direniyorlar…
Peki ölümü göze alan bu insanlarımızın talepleri nedir? Ne istiyorlar? Basına da yansıdığı gibi iki talepleri var: Biri milyonlarca Kürt’ün sevip saydığı Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıdır. Diğer talepleri de anadilde eğitim ve savunma hakkıdır. Talepler, en temel-doğal insan haklarıdır. Normalinde bu insani taleplerin tartışılmaması ve pazarlık konusu yapılmaması gerekir.
Ancak burası, Türkiye’dir. En doğal-temel insan hakları için insanların can bedeli direnişleri hayata geçirdikleri bir ülkedir. Bu insani taleplerin aynı zamanda barış, demokrasi ve özgürlük talepleriyle ilişkili olması gerçeği, mevcut statükodan kaynaklıdır: Hükümetler değişir, iktidarlar değişir ama başta Kürtler olmak üzere ezilenler, sistemin hedef tahtasındadır.
Artık burası, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey’in deyimiyle “Erdoğan’ın ülkesidir.” Ve Erdoğan, Amerika’yla, Kürtlere karşı “Usame Bin Ladin modelini” uygulama taktiklerini görüşüyor. Erdoğan ülkesinde, başta Kürtler olmak üzere bütün ezilenler hedef tahtasında ve saldırı altındadır. Bu ülkede, ezilenlere zulüm uygulanıyor. Roboski’de olduğu gibi 34 insanımız savaş uçaklarıyla bombalanıp katlediliyor. İçerde ve dışarıda savaş politikası izleniyor.
Gerçek şu ki AKP kendi iktidarlaşmasının önündeki en büyük engel olarak Kürt demokratik hareketini görüyor. İzlediği savaş politikasıyla Kürt hareketini tasfiye etmek istedi: KCK operasyonları adı altında sekiz bin BDP’li cezaevlerine dolduruldu. Geleneksel inkar ve imha politikası bu kez ırkçılıkla birlikte dincilik yapılarak uygulandı. Dün de bugün de Kürtlerin eşitliği ve özgürlüğü ısrarla kabul edilmedi-edilmiyor…
Tutsakların taleplerinden biri olan anadilde eğitim hakkı “Erdoğan ülkesinde” bir “hak” olarak görülmüyor: Erdoğan’ın “ileri demokrasi” standartlarına göre “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur. Bu bir hak değildir.” Arınç’a göre Kürtçe “medeniyet” dili değildir. Burhan Kuzuya göre de Anadilde eğitim “şeytana uymaktır.”
Tasfiyeci, ırkçı, gerici bakış açısına sahip bir iktidarın açlık grevlerine yaklaşımının insani olmayacağı açıktır.
Nitekim AKP iktidarı, 43 gün gibi uzun bir süre suskun kaldı. Sonra oyalama taktiklerini başlattı. 24 Ekim 2012 tarihinde, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i, cezaevine gönderdi. Ergin, Sincan’da açlık grevindeki tutuklu ve hükümlülerle görüştükten sonra şu açıklamayı yaptı: “Bu eylemler sesini duyurmak için yapıldıysa bu ses duyulmuştur. Maksadın hasıl olduğunu düşünüyorum” dedi.
Bu açıklamadan sonra, söz konusu taleplerle ilgili hiç bir adım atılmadı. Erdoğan ülkesinin Adalet Bakanı, bilinen eskimiş oyalama taktiklerine başvuruyor… Ölümün koynunda bedenleri erirken, kalıcı sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelirken, yetkililer üç maymunu oynamaya devam ediyorlar. Demek ki tutsakların sesleri hala duyulmamış…
Anlaşılan o ki bu insani sesleri duymaları için, insanım diyenlerin daha örgütlü ve kitlesel bir güç ile ayağa kalkması gerekiyor. Suskunluk, kayıtsızlık aşılmalıdır. “Erdoğan ülkesi” zorlanmalı, bu zulüm durdurulmalıdır. Unutmamak gerekir ki tutsakların barış çığlığına yanıt olmak, aynı zamanda ezilenlerin kendi geleceklerine sahip çıkmasıdır. Ezilenlerin ülkesi, yani insanım diyenler; işçiler, emekçiler, Kürtler, Aleviler, acilen ayağa kalkmalıdır. Demokratik direnme hakkını kullanmanın, ezilenlerin gür sesini birleştirip haykırmanın zamanıdır. Günümüz tiranları, sağır sultanları, ezilenlerin seslerini ancak böyle duyabilirler…