Birbirinden dil, din, ırk, renk ve benzeri özellikleri sebebiyle farklı olan toplulukların, karşılıklı olarak ön yargılar, hafif ya da güçlü düşmanlıklar beslemeleri doğaldır. Ancak, insanın doğasındaki, bilinmeyene karşı tedirginlik, korunma dürtüsü ve yabancıyla rekabet güdülenmelerinden doğan bu sürtüşme ya da gerginliklerin tek başına savaşları, katliamları, sürgünleri beslediği pek görülmemiştir. Halklar tüm ön yargılarına ve karşılıklı […]
Birbirinden dil, din, ırk, renk ve benzeri özellikleri sebebiyle farklı olan toplulukların, karşılıklı olarak ön yargılar, hafif ya da güçlü düşmanlıklar beslemeleri doğaldır. Ancak, insanın doğasındaki, bilinmeyene karşı tedirginlik, korunma dürtüsü ve yabancıyla rekabet güdülenmelerinden doğan bu sürtüşme ya da gerginliklerin tek başına savaşları, katliamları, sürgünleri beslediği pek görülmemiştir. Halklar tüm ön yargılarına ve karşılıklı kötülemelerine karşın, dışarıdan bir müdahale gerçekleşmediği sürece iç içe/yan yana yaşamayı becerebilmektedirler.
Milliyetçilik ise, hedef kitlesi olan topluluğu düşünce ve savaşımına kazanabilmek için düşmanlıkları körükler, herhangi bir sorun yoksa da yaratır. Çünkü milliyetçilik, milletlerin ağa ve beylerinin kendine bir pazar edinme kaygısının ideolojisidir. Ele geçirilmek istenen o pazarda hasılata ortak olacak -ülke az gelişmişse- yabancılara mecburen yer vardır ama başka yerli milletlerden unsurlarla bölüşüm -eğer ekalliyet baskın çıkamamışsa- söz konusu olamaz. Milliyetçi münevver ve aktivist de fikrinin zaferi için toplumun zaaflarını ve kendine göre çıkarlarını kaşır da kaşır. Tarihten devşirilen efsanevî öğeler ve -çoğunlukla- din de fikrin imalinde yapışkan olarak kullanıldı mı dört başı mamur bir milliyetçilik artık doğmuş demektir.
İmha ve küçük bir bilanço
İttihat Terakki dönemiyle birlikte, çağın dayattığı zorundalıklar ve İmparatorluğun giderek küçülüyor olmasının getirdiği psikoloji sebebiyle, yönetici elit içine düştüğü dar boğazdan çıkabilmek amacıyla yeni arayışlara girdi. Önce hilafet kartıyla ümmet birliğine oynandıysa da şiddetli Arap ayaklanmaları ve Arnavut bağımsızlık savaşıyla bu hamle boşa çıktı. Osmanlıcılık mefkuresi de hemen hemen aynı gerçeklikler sebebiyle zaman içinde “kurtuluş için formüller” listesinden çıkarıldı (1). Geriye kala kala yalnızca Türkçülük kaldı -başka bir sürü politik reçete bulunabilirdi ama hem Osmanlı’nın içinde bulunduğu keşmekeş durumu, hem de Türk aydınlarının, yöneticilerinin ve siyasetçilerinin entelektüel sığlıkları sebebiyle bu ihtimaller tartışılamadı bile-. “Adriyatik’ten Çin Seddine” şiarlı pantürkist ütopyayı bir kenara koyarsak, dönemin Türkçülüğü, Cumhuriyet’in resmî ideolojisinin bir parçası olan milliyetçiliğin hemen hemen tamamen aynısıydı. Sadece egemen olunması plânlanan topraklarda doğal olarak bir küçülme meydana geldi (Güney Kürdistan, Batum, Batı Trakya, Makedonya ve Arnavutluk bölgeleri elde tutulamadı).
Türkçülüğün ihyası için önce bu toprakları Türkleştirmek gerekiyordu elbette. Böylece daha o dönemde Anadolu’nun binlerce yıllık Türklüğü üzerine kimi neşriyatlar yapılmaya başlandı. Türkleştirme için iki yol belirlendi: 1- “İkna”, 2- İmha.
“İkna” yöntemi,”Türkleştirilmesi kolay olan Müslüman halklar” için düşünüldü, ama bu “ihya” plânı da, günümüze dek etkilerini şiddetle sürdüren başka bir paradigmal iflasın getiricisi oldu: Kürt ulusal kurtuluş hareketi. Olayın Kürtleri ve diğer Müslüman toplulukları içeren bölümüne uzun uzadıya değinmeyeceğiz, biz bu yazıda daha çok genel olarak topluluklara karşı uygulanan şiddet, yıldırma ve yok etme pratiklerini irdelemeye çalışacağız.
Türk vatanı için, XX. yüzyıl başlarında hissedilen en büyük “problem” Ermeni milletinin varlığı ve talepleriydi, önce Ermeni devrimcilerine karşı idam dalgalarıyla başlatılan süreç, toplu imha politikasına evirildi ve 1915 yılındaki malum son gerçekleşti. Ancak bu erime hâli milliyetçilere yeterli gelmedi; İttihatçıların bayrağını devralan Kemalizm, oklarını Rum, Asurî gibi Hıristiyan topluluklara yöneltti. Pontos meselesi dahlinde şiddetlenen Rum katliamı, 1924 yılındaki mübadele sürecine vardı ve böylece hem İstanbul dışındaki topraklar Rum nüfusundan temizlendi, hem de gelen 500 bin Müslümanla vatan daha bir Türkleşti (2); yani bir taşla iki kuş! Pek dillendirilmese de Asurîler de bu şiddet politikalarından paylarına düşeni aldılar, önce 1915-18 yılları arasında bu topluluğa karşı kapsamlı bir katliama (3) girişildi, 1924 yılında da Nasturîler, gerçekleştirdikleri ayaklanma bahane gösterilerek, katliama uğradı (4).
Daha sonra ulus-devlet inşacıları, 1922 Manyas Çerkes sürgünü, 1934 Trakya Yahudi pogromu, 38 Dersim katliamı, İkinci Paylaşım Savaşı döneminde Yahudilere yapılan baskı ve sürgünler, 1942 Varlık Vergisi zulmü ve 1955 6-7 Eylül provokasyonuyla yollarına emin adımlarla devam ettiler. Zaten iyice azalmış olan gayrimüslim azınlık ülke topraklarında hemen hemen tamamen yok edildi (5) ve diğerleri de uzun süre sindirilmiş oldu. Günümüze dek gerçekleştirilen, Otuz üç kurşun, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi, Roboski gibi katliam hareketleri de aynı yok etme ve sindirme düşüncesinin günümüze dek ulaşan halkalarıdır.
Bu katliamların özellikle gayrı Müslimlere karşı olanlarına bilindiği gibi eşraftan ve halktan da doğrudan destek geldi. Peki bu katılım nasıl sağlandı? Başta da belirttiğimiz gibi milliyetçilik, kitleleri, onların zaaflarına ve ekonomik-sosyal çıkarlarına oynayarak mobilize eder. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin kovulmasında kendine fayda gören Müslüman nüfusun önemli bölümü, katliamlara doğrudan katılmakta hiçbir şekilde tereddüt etmedi. Çünkü onları bu cinayetlere davet edenler, onlara, kovacakları insanların topraklarını, işlerini, statülerini ve paralarını vaat ediyorlardı. Ayrıca Ermeni ve Pontos meseleleri dahilinde düşündüğümüzde işin içine Müslüman halk için bir de önemli bir güvenlik sorununun da giriyor olması, devletin imha politikasına desteği güçlendirip tartışılmazlaştırıyordu da. Böylece devletin gücü ve desteğini arkasına alan ve “müreffeh bir gelecek için” motive edilen kitleler faşizmin dümen suyuna girmiş oldular.
Bu Ermeni soykırımı meselesinde de böyle oldu, Erzurum Kongresiyle Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na destek verme kararı almasında da. Maraş katliamında da böyle oldu. Orada pazarda Alevîlerin önemli bir gücü vardı ve bu olgu, faşist propagandayla Alevî mahallerinde katliama girişen Sünnî kitlenin organize edilmesiyle kırıldı. Hâlbuki önceden iki topluluk arasında klasik ön yargılar dışında şiddetli sorunlar söz konusu değildi.
Özetle milliyetçi ideolojinin asıl rahmi, “vatan, millet, din elden gidiyor!” kaygılarından çok, egemenlerin pazara ilişkin tasavvurlarıdır ve bu tasavvurlardan ileri gelen tasarruf hakkı düşüncesidir. Bu yaklaşım okuyucuya ekonomist indirgemeci bir yaklaşım olarak gelebilir ama milliyetçilik diye bir fikrin ortaya çıkmasını tetikleyen şey bizzat ekonomik çıkarlardır. Burada dil, ırk, din, vatan, tarih gibi kavramlar, ekonomik hakimiyet alanının belirlenmesinde tutkal işlevi görecek öğeler dışında önemli anlamlar içermez. Milliyetçilik, doğadaki hayvanların sidik ve kokularıyla kendi hâkimiyet alanlarını belirlemesi gibi, insanlara, bir ulus yaratıp, kan ve gözyaşıyla bir iktidar sahası yaratması gerekliliğini salık verir. Adına “vatan” denilen şey de, yerel burjuvazinin ve varsa prekapitalist feodalitenin pazarından başka bir şey anlama gelmez. Bir sosyalist, aynı zamanda bir vatansever olmalıdır ama bizim “vatan”dan anladığımız şey patronlarınkiyle aynı şey olamaz. Marksizmde ulus yerine sınıfın koyulması da bu yüzdendir zaten. Bunun doğal sonucu olarak da devrimciler, kitleleri farklı araç ve söylemlerle, farklı bir amaç için harekete geçirmeye çalışırlar.
Milliyetçiliğin patronların çıkarlarını koyduğu yere, sosyalizm, işçilerin ve s