Şeyleri ait/sahip olmadıkları yerlerde aramak saflık değilse politik bir işgüzarlık olsa gerek. Oysa politika ve elbette siyaset, çoğu kere hem de kurumsal bir vaziyette işgüzarlık üzerine kuruludur. Biz fanilerin göreviyse, bu ahval ve gidişata, başkaca bir deyişle sözün yani iktidarın sözünün gücüne karşılık vermek, elden geldiğince sözsel direnç noktaları inşa etmek. Öyle ya, eskiler düz […]
Şeyleri ait/sahip olmadıkları yerlerde aramak saflık değilse politik bir işgüzarlık olsa gerek. Oysa politika ve elbette siyaset, çoğu kere hem de kurumsal bir vaziyette işgüzarlık üzerine kuruludur. Biz fanilerin göreviyse, bu ahval ve gidişata, başkaca bir deyişle sözün yani iktidarın sözünün gücüne karşılık vermek, elden geldiğince sözsel direnç noktaları inşa etmek. Öyle ya, eskiler düz yazıya pekala bilinçli bir biçimde ”inşa” demişlerdir. Siyasetin henüz bir ”bilim” ve ”uzmanlık” telakki edilmediği zamanlarda sözün ne denli önemli, kurucu bir unsur ve rıza ”aracı” olduğu elbet biliniyordu…
Eğitim popülizmi
Biliniyor bilinmesine de dünden bugüne tüm iktidarlar yapacaklarını yaptı/yapıyor. Milli Eğitim Bakanı konuşuyor: ”Öğretmenler cami önünde yem bekleyen güvercin gibiler”. Bakan haksız mı? Bir konuda hayır: Öğretmenler atama bekliyor, doğrudur. Bakanın bilmemesi imkansız olan başka bir şeyse Türkiye’nin en az 80 bin civarında öğretmen istihdamına ihtiyacı olduğu gerçeği. Nitekim, bu sayı ücretli/taşeron çalışan öğretmen sayısına tekabül eder: En az! En az, çünkü, ihtiyacın bundan da fazla olduğu biliniyor. Bu işin bir yönü; başka bir yönüyse öğretmen ihtiyacını temin eden üniversite programlarına yönelik. Türkiye’de atama bekleyen aşağı yukarı 300 bin civarında öğretmen adayı olduğu biliniyor. Buna rağmen ne yapıyor iktidar? Halihazırdaki eğitim ve fen-edebiyat fakültelerinin kontenjanları bile epeyce fazlayken buna bir de ”açık öğretim/uzaktan eğitim” programlarını ilave ediyor! (3 yıl kadar önce). 3 yıl sonraysa ”çok fazla birikme var, iptal” deyiveriyor: Bunun adı ”umut tacirliği/tüccarlığı” değilse nedir? Söyleyelim: 1) Ucuz popülizm ve gündelik siyaset. 2) Sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacı. (”Sermaye” derken bunun içinde devlet de vardır. Bakınız: Ücretli öğretmen istihdamı). Oysa, bakan tüm bunları bilmiyormuş ve her zaman yaptıkları gibi garabet söylemlere ve ucuz sağcı popülizme cevaz veriyor. Gelin görün ki merdi kıptinin şecaati gibi sirkatin eyliyor. Bakana sorarlar: Bu güvercin teşbihine devlet tapusunda/kapısında ihale/fırsat bekleyenler de dahil midir? Öğretmenler hiç değilse -ki onu da elinize yüzünüze bulaştırdığınız- bir sınavla bu kapıya girmeyi deniyor: Peki ya dağıttığınız ihale, teşvik ve kredilerinizin siyasal iktidarınız ve pozisyonunuzla ilişkisi ne ola? Bu oyunda kazançlı çıkanların ekseri çoğunun size yakın itikatta olmaları, kaderin bir cilvesi yahut iktidarın nimeti mi?
Kültürel talan ve mimari yıkımın adı: kentsel dönüşüm!
Kent politikaları, genel siyasal politikanın mikro modelleridir. Dahası kentler, siyasanın ufkunda belirlen algı ve ideaların kurucu sembolleridir de. Yine de kentler, siyasal iktidarların beklentilerinin aksine kendi kültürel dokularını, ticari yapılarını ve mimari estetiğini oluşturur. Kurulduğundan bu yana bir tür ”şantiye alanına” dönen (dönmek zorunda kalan) Türkiye’de kentsel yıkım sürekli bir tehdit, ondan da öte ekonomi/siyasi model haline geldi. Önceleri ”azınlıkların ve farklı etnik/dinsel kültürlerin izlerinin silinmesi”ne dayalı bu makro siyasi anlayış, sonraları kendi ekonomik statüsünü ve modelini de yarattı. Dedik ya; kent dokusu ve örgüsü yaşam alanları olmanın ötesinde gündelik kültürel ilişkinin ve dokunun da kalbidir. Yüz yıllardır belli bir gelenek çerçevesinde oluşan/evrilen/gelişen bu yapılar, şimdi ”deprem” gibi pekala meşru bir argüman kullanılarak işgüzarca yok edilmek isteniyor.
Bizzat yaşadığım mahalleden biliyorum: Yaşadığım meskun mahali ve semti, iktidarın kafasındaki modele göre dönüştürürlerse burada doğru düzgün bir kişi kalmaz! Kalmaz zira: 1) Semtimizin büyükleri şehir/apartman hayatını kabul etmez. Öyle ki bu insanlara en konforlu apartman dairesini verin, onları birkaç göz odalarından ve bahçelerinden vaz geçirmek hayli zordur. 2) Semtin ekonomik/kültürel yaşamı, yerleşim şekline göre oluşmuştur; bu insanları bu kültürel dokudan ihraç etmek ciddi anlamda sosyal travmalara da sebep olacaktır. Belki de depremin yapamadığını siz kendi elinizle yapacaksınız. 3) Ekonomik açıdan bu insanları zorluklara sokacaksınız; tuzu, yağı, şekeri olmadığında komşusundan tedarik eden; bakkalından kredi kartı olmadan alış-veriş yapan insanlardan; yani bir tür imece dayanışmasından bahsediyoruz!
Buna karşın Başbakan zemin etüdü olmayan binaların tehdidine ve ”benim vatandaşımın rahatına” vurgu yapan bir konuşma yaptı. Sorun şu: Gerçekten de dediği gibi birçok bina ve apartman var. Yıkım tehlikesi herkesin malumu. Ancak, bunun kadar ciddi bir tehditse buna karşın ”vatandaş”a önerilen şu: a) Bina/mülk bedelleri yeni yapılaşmalar sonucu oluşan yeni ”değerler” dikkate alınmadan verilebilir. b) Sulukule vb örneklerde görüldüğü gibi eski yapıya karşın hem son derece küçük hem de istem dışı kat/mevkiler verilir. c) Koruma kurulları ve hukuki süreçler yeni kanunla by-pass edilir! Bu en ciddi tehlike. Yurttaşların mülklerinin yanında mimari/tarihi değeri yüksek birçok eski yapıyı da tehdit etmekte. Defalarca yazılıp çizildi. Zurnanın pırt dediği yerde bu by-pass işlemi bulunuyor. Özetle iktidar öyle bir iş yapıyor ki, ne denetime ne de hukuki hak arayışına cevaz veriyor. Kentsel dönüşümü sorgusuz sualsiz savunanlara sorumuz şu: Hukuki süreçlerin üzerinden sek sek oynandığı hangi projenin adil ve sağlıklı uygulanabileceği iddia edilebilinir?
Kürt ve ”Yeni” Kürt sorunları
Çözülmeyen her travma bünyede yeni sorunlara kapı açar. Yahut ”dün yediğin hurmalar bugün bir yerini tırmalar”… Halen kendi içinde büyük bir çözümsüzlükle inatla imtihan eden bir ülke varken buna yeni imtihanlar/sorunlar eklemeye teşne görünüyor iktidar. Çokça yazıldı/çizildi, tekrar etmek pahasına: Bu sorun çözülmedikçe hem şartları değişecek hem ağırlaşacak hem de toplumsal maliyeti (ekonomik değil!) artacak. Üstelik hem kendi içinde hem de bölgesel bazda yeni sorunlar üretecek. Bugün yaşanan tam da budur. Bu bağlamda ”yabancı ülkeler” denilerek flu ve belirsiz bir ibareyle Suriye’yi işaret eden savaş tezkeresinin hedefi tam olarak Suriye değildir. Suriye ve Esad’dan da öte, Güney’de biçimlenen yeni otonom Kürt Bölgesidir. Tezkereyle aynı günlerde -şimdilik pek dikkat edilmeyen- bir gelişme daha yaşandı: Küpeli ve Cüdi dağları da dahil 15 yer daha geçici güvenlik bölgesi ilan edildi! Oslo’da yeni görüşmelerin işaret fişeğinin atıldığı söylenen günlerde hem Suriye’ye tezkere çıkartacaksın hem de fiili yeni ”ohaller” ilan edeceksin ve buna tedbir diyeceksin? Sanırım bunun askeri lügatteki tam karşılığı olsa olsa hazırlıktır: Savaş hazırlığı! Radikal’den Fehim Taştekin ‘Türkiye’nin fiili olarak zaten 23 Eylül’den beri karşılık verdiğini’ yazıyor. Taştekin bunun ”iç kamuoyuna yönelik” bir hamle olduğunu söylerken haksız değil elbette; ancak, en az bundan da öte bu bir kamusal ”propaganda/hazırlık” evresine de tekabül etmiyor mu? Kandil’den ”somut adımlar görmediğimiz sürece bu işin oluru yok” mesajları geldiği günlerde iktidar ”II. OSLO” ivmesinin kullanılabilinir olmadığını anlamış g
ibi yahut yaz dönemlerinde kaybettiği mevzi ve prestijleri Güney’deki yeni atılımla geri kazanmanın ve Kürtleri minimum taleplerle/tavizlerle masaya oturtmanın derdinde olabilir mi? Her ne saikle olursa olsun, ”bu kafayla zor azizim”…
Şeylerin içini boşaltmak: Nefret suçu
Nefret suçları görece ”yeni” bir hukuki kavram. Temelindeyse, özellikle ulus-devletlerin yarattığı etnik/dinsel tahribatlar söz konusu. Belli bir bölge yahut ülkede ”çoğunluk”ta olan etnik/dinsel grubun, iktidarın gücü, onayı ve teşvikiyle azınlıkta olan grup üyelerine yönelik tehdit, hakaret ve aşağılamalarını ihtiva eder. Nefret suçu kavramının temelinde azınlıkta olanın korunması vardır! Bundan da öte, nefret suçu soyut/olgusal kavramlar üzerinden değil; somut insan toplulukları ve gruplarına yönelik davranışlar üzerinden tanımlanır. Bu durumda soyut bir kavrama yönelik eleştiri, hatta tahkir nefret suçu kapsamına girmeye yetmezken, eleştirinin doğrudan somut bir varlık olan etnik/dinsel gruplara yönelmesi nefret suçuna girer. İktidar ne yapıyor peki? Pekala yine ”meşru/haklı” bir kavramdan/noktadan hareketle oldukça çarpıtılmış bir biçimde kendi tabu ve yasaklarını topluma şırınga etmeye çalışıyor. Seçim meydanlarında, medyada ve televizyonlarda Aleviliği ve Zerdüştlüğü bir ”hakaret sembolü” gibi gören -hatta kalabalıklara yuhalatan- iktidar, yine aynı azınlıkların tarihi belleklerinde oldukça olumsuz fetva ve olaylarla sembolleşen kişilikleri (Ebu Suud gibi) ağzından düşürmüyor. Kadın ve eşcinsellere ettikleri hakaretleri saymıyoruz dahi. Hal böyleyken ”nefret suçu” zırvalığıyla hem muhafazakar popülizm ve taassuplarını ikincil bir hukuki koruma zırhına alıyor hem de bu söylemle birilerinin ağzına bir parmak bal çalıyor. Dikkat: Bu yasa ”iktidar mantığınca yasalaşırsa” dini ve manevi değerleri hakaretin cezalandırıldığı ikinci bir kanun yönetmeliğimiz olacak!Bizleri ”ne var bunda, abartıyorsun” diye uyarmak niyetinde olanlar varsa bunu bir zahmet düşünsün.
Girişte söyledik: Şeyleri olmadıkları yerde aramak saflık değilse işgüzarlıktır. Şeyler ve kavramlar ancak kendi hukuki, felsefi ve politik bağlamlarıyla birer bütündür. Bunun manası şudur: Altın cevherini karga dışkısında, demokrasi ve özgürlükleri de gittikçe otokratlaşan bir iktidarın söylem ve nutuklarına aramanın manasızlığıdır. ”Milletimiz”den ”benim milletime”; Kürt kardeşlerimden ”benim Kürt kardeşlerim/vatandaşlarıma” gelen bir siyasi dil ve zihinsel dışavurumun da gösterdiği üzere bu dillik kullanımlar gelişi güzel siyasal retoriklerden ibaret değildir. Sahiden de bu iktidarın kafasında, tıpkı öncekilerde olduğu gibi ve en az onlar kadar, birer benim/bizim aidiyet kalıplarıyla koşullanmış kategorik kimlikler mevcuttur. Sosyal yaşamdan politik yaşama; kültürel tavır ve algılardan dillik kullanımlara değin bu ”mülkiyet/sahibiyet” algıları dün bir parça flu olsa da bugün en cismani haliyle ortadadır. Dün ”dinde zorlama olmaz” diyen Zahid, bugün zor’u ”dayak ve eziyet olmaz” şekline düşünmekte; ama ”zor-lama”ya karşı gelmemektedir. Zahidin zühdü, hal ve şeraite göredir. Zikri de iktidarın kıblesine göre: Uygun haller hasıl olduğunda zor da olur zorlama da. Adı üzerinde zahit, iktidar demektir…
albatross82@hotmail.com