Açların Şiddeti “Şiddetten hakka veya yasaya giden yol söz konusu olmuştur. Nedir bu yol? Tek bir yol olduğuna inanıyorum: Birleşen zayıfların, tekil bir bireyin üstün gücüne meydan okuyabileceği gerçeğinin gösterdiği yol… Tekil bireyin şiddetine tezat olarak, birleşenlerin gücü yasayı temsil eder.”- Sigmund Freud Belki biraz zorlama ama Freud’un yukarıdaki sözlerinden ben, Türkiyeli devrimcilerin yıllardır “halkın […]
Açların Şiddeti
“Şiddetten hakka veya yasaya giden yol söz konusu olmuştur. Nedir bu yol? Tek bir yol olduğuna inanıyorum: Birleşen zayıfların, tekil bir bireyin üstün gücüne meydan okuyabileceği gerçeğinin gösterdiği yol… Tekil bireyin şiddetine tezat olarak, birleşenlerin gücü yasayı temsil eder.”- Sigmund Freud
Belki biraz zorlama ama Freud’un yukarıdaki sözlerinden ben, Türkiyeli devrimcilerin yıllardır “halkın adaleti” adıyla dillendirdiği mefhûmu anlıyorum. Tümcenin içinde geçen “tekil bireyin üstün gücü” ifadesini de biz kendimize “birleşen güçlü küçük grupların kuvveti” diye çevirebiliriz.
Açık ki, Freud’un “zayıflar” diye andığı ezilen sınıf ve katmanlar ancak birleşerek, ortak bir mücadele marifetiyle güçlü azınlıktan iktidarı ve ekmeği alabilirler. İktidar ve ekmeğin zaptı için mücadelenin yolu da kimse kusura bakmasın ama örgütlenmiş şiddetten geçer. Ancak bu şiddet, alelade, hedefsiz bir şiddet değil, içinde matematiği ve estetiği barındıran, amaçları, tarzı ve yapısı belli, hesaplanıp, kitaplanmış, araçsal ve sınırlandırılmış, gerektiğinde kastre edilebilir bir şiddettir. Bu adalet için şiddettir. Daha bilindik adıyla devrimci şiddet. İncil’deki sözlerle söylersek; “güvercin kadar masum, yılan kadar temkinli” olanların şiddeti. Ya da “ağzında can havliyle çırpınan bir kuş gördükleri kediye karşı dizginlenemez bir şiddet arzulayanların” şiddeti.
Sınıflar, Örgütlenme ve Devrim
“Şurada burada güçlü adımlarla yol almaktansa, doğru yolda sekerek yürüme iyidir.”- Agustinus
“İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur!” iddiası bana pek anlamlı gelmiyor. Elbette ki bu söz, daha çok bir isteklendirme cümlesidir ve Marx’ın kendi kuramlaştırdığı ideolojide işçi sınıfına verdiği başat önemin özlü bir ifadesidir. Ancak her iddialı söz gibi bu hükmün de bâzı sorunları var gibi.
Bu meseleyi tartışmalı mıyım onu da tam olarak bilmiyorum ama her şeyin ekmek derdinde düğümlendiği bu dünyada şöyle yürekten bir “işçilerin kaybedeceği bir şey yok” diyebileceğimizi ben pek sanmıyorum. Mâlum, onların da en başta kaybedebilecekleri bir işleri var. Üstelik pek çok sanayi ve belediye işçisi, “küçük burjuva” katmanına mensup pek çok memurdan daha yüksek maaşlar alabiliyorlar. Söz konusu işçilerin ekonomik durumu, 750 liraya tamah etmeye hazır milyonların durumuyla karşılaştırılamaz bile. Şimdi peki kimin kaybedecek bir şeyi yok? İşçinin mi, yoksa işsizin mi? Kaldı ki, mücadeleye gözü kesmeyen tüm insanlar için de yahut tam tersi bir açıdan konuyu ele alıp meseleyi intihar bağlamında değerlendirirsek, yeryüzünde yaşayan herkes için de “kaybedilecek şeyler” pekâlâ bulunabilir: Öyle veya böyle bir yaşam, “özgürlük”, “gelecek”, anne baba, çoluk çocuk, eş, dost, sevgili, varsa bir ev, bir araba, toprak, iş… Ezilenin önünde her zaman içinde yaşadığı durumdan farklı, iki uçta duran iki seçenek bulunur: mücadele yahut intihar. Ne ki pek çokları içinde bulundukları statükonun devamı yönünde yol almaya karar verirler.
Devrimci mücadelede işçi sınıfının rolünü “ideolojik önderliğe” indirgediğim ve proletaryayı talileştirip, küçük burjuvaziye önem verdiğim düşünülebilir fakat olay o kadar basit değil. Ortada duran örgütlenme sorunu sadece işçilerle ilgili değil, onun müttefikleri olarak görülen tüm sosyal katmanlarla da ilgili olan kapsayıcı ve yakıcı bir sorun. Bu dünyanın hemen her yerindeki devrimci örgütlerin başında olan örgütlenip, genişleyememe, alternatif olamama derdi.
Kaldı ki, Türkiye’de bol işçi sınıfı vurgusuyla bilinen hiçbir örgüt, ’80 öncesi TKP’si dışında işçi sınıfı içinde elle tutulur bir varlık gösterememiştir. Türkiye’ye mikroskopla bakıp güçlü bir feodalizm keşfeden yapıların bile, işçi sınıfı içinde bu “işçici” yapılardan daha güçlü olmaları hayret vericidir. TKP ise, DİSK eliyle işçi sınıfı içinde önemli bir güç edindiyse de, hareketin yapısı açıkça -işçi aristokrasisinin ideolojisi olan- sağ oportunistçeydi. Yani bir örgütü ele aldığımızda onun bırakın yazılı metinlerinde kesif bir işçi sınıfı vurgusu olmasını, tabanının büyük ölçüde işçi olması bile onu tam olarak “devrimci”, “dört başı mamur Marksist, komünist” bir örgüt hâline getirmez. Asıl mesele ne dendiği ya da hareketi kimlerin oluşturduğu değil, o hareketin nasıl yönlendirildiği ve hedefinin ne olduğu mevzuudur. Yani en temeldeki mesele önderlik meselesidir.
Bu yüzdendir ki, büyük ölçüde plebyen kesimlerden gelenlerin önderliğini ve insani birikimini oluşturduğu, “daha Marksist gösteren” işçi sınıfı değinmeleri pek olmayan
THKP-C, bugün en Marksist akademik olanların bile teslim ettiği bir gerçeklikle “devrimcilikte ısrarcı” bir geleneği bugünlere taşıyabilmiştir.
Devrimin sorunu, hangi sınıfın daha çok payı olacağı, kırdan mı, kentten mi geleceği, öncü savaşı mı, halk savaşı mı, ayaklanma mı olacağı, parlamentonun kullanılabileceği mi vesaire değil, hedeftir. O hedefe giden yol envai çeşittir ve ithal şablonlara sığmaz. Her devrim özgün bir karakterdedir, siz devriminizi yaparsınız ve sonra döner bakarsınız, bu devrim nasıl yapılmış, süreçler içinde hangi aşamalardan geçmiş, hangi strateji ve taktikleri kullanmış, hangi sınıf ve katmanlara yaslanmış, kimlerle ittifak etmiş, kime karşı savaşmış, nasıl başlayıp, nasıl bitmiş, bunları devrim oluşu gerçekleşince tahlil edersiniz.
Bir “mutlak iyi” olarak halk vurgusu ve insan hakları?
Çoğumuz farkında olarak ya da olmayarak bir “mutlak iyi”nin toplam adı diye “halk” kavramını kullanırız. Hâlbuki tıpkı “insan” gibi “halk” da tek başına olumlu bir anlam ifade etmez, bu hiçbir şekilde politik bir ifade değil. Ancak Türkiye solunun hemen hemen tamamı “halk”ı yukarıda söylediğimiz şekilde genel bir “iyi” olarak algılar ve sunar. Devrimciler, halk için savaştıklarını söylerler. Ve solun bu bitmek tükenmek bilmez, çoğunlukla karşılıksız halk sevgisinin kökleri narodnizme dek uzanır.
Elbette ki sol örgütler, “halk” derken çoğunlukla bilinçli bir “ucuz halkçılık” kaygısıyla bunu yapmazlar. Burada bu kavramın içinin doldurulduğu şeyler itibariyle samimi de bir tutum söz konusudur. Fakat bir toplam olan halkın “kutsal” bir şey olamayacağını da teslim etmek gerek.
“Halk kültürü”, “halk ahlâkı”, “halktan insanlar” gibi sözler, devrimcilerin kafasında, her zaman eski Yunan’daki soylu heykellerine benzer biçimde idealize edilmiş bir halk algısından ileri gelir. Oysa bilinir ki, “halk kültürü”, “halk ahlâkı” gibi gerçekler içinde onlarca olumsuzluğu, çirkinliği, çifte standardı ve kötülüğü de barındırır. Bunların yerine konulması gereken şüphesiz “devrimci ahlâk” ve “sosyalist kültür”dür. Halkın kültürü ve ahlâkından üstün olan bu yaşayışların halka ulaştırılması ve benimsetilebilmesi gerekir. Yoksa çeşitli alanlarda halkın geri yönlerini aynen ya da yakın bir şekilde devrimci örgütlere taşımanın hiçbir olumlu anlamı olamaz.
“İnsan hakları” da şekilsiz, geriletici ve apolitik bir savunudur ve daha çok solun yenilgi dönemlerinde kullanıma sokulmuştur. “İnsan hakları” etrafındaki meseleler elbette ki yer yer savunulabilir -her türden işkenceye, hedefsiz şiddete, herhangi bir insanın aşağılanmasına vs. karşı olmak gibi-, bu bir araç olarak da kullanılabilir fakat eğer
“insan hakları” meselesi ana çizgi oluvermişse bunun örgütü ve kişiyi götüreceği en yakın durak liberalizmdir. Komünistler, hümanist olamazlar. Hümanizmin hemhâl olduğu yer “hiçbir şey için ölmeye ve öldürmeye değmez”, “her insan, insan olarak iyidir” gibi savunulardır, bununla sınıflı bir toplumun varlığından haberdar olanların ve o toplumda yoksulların kurtuluşunu arayanların işi olmaz. Devrimci bir düşünceye sâhip olan bir insan, insanı sırf insan olduğu için sevemeyecek kadar “sert” ve aç kalmış bir ayının derdiyle hüzünlenebilecek kadar da “ince” olabilmelidir.
Sık halk söylemi de yukarıdaki paragrafta anlattıklarımıza benzer bir biçimde kişiyi ya da organizasyonu sendeletebilir, zayıflatabilir ve geriletebilir. Çünkü devrimcileri linç eden de, gelinini ölen oğlunun kardeşine veren de, arazi için babasını vuran da, AKP’ye tutup % 51 oy veren ve Erdoğan’a âşık olan da aynı halktır ve hepsi insandır. Yarın eğer devrim olursa da, “benim neden daha iyi bir arabam, daha iyi evim, daha iyi işim yok!” diyen de yine halk ve insanlar olacaktır. Sözün kısası devrimcilerin, bu halkla onun çoğunluğunu bilinçlendirip, örgütlemeye çalışmak, onunla beraber savaşıp kurtuluşa ermek dışında pek bir derdi olmamalı, sol yapılar halka bir mutlak iyi olarak uhrevilik atfetmemeli. Bu arada burada halktan kastımız devrimcilerin de çoğunun içinden geldiği* kent ve kır proletaryası, az ve orta topraklı ve topraksız köylü, küçük burjuvazi ve işsizlerdir.
Buradaki sözlerim, bir tür “elitizm” olarak algılanabilir, ancak ben “pozitif ve gerçekçi bir elitizm” olarak değerlendirdiğim bu tavırda bir sakınca ve zarar görmüyorum. Kaldı ki, mevcut devrimci örgütlerdeki “gizli elitizm”in, bu satırların gariban yazarının sözlerinden katbekat zarar verici olduğu kesindir. Neyi kast ediyorum? Devrimcilerin örgütlü olduğu İstanbul ve Ankara’daki gecekondu mahallelerine bakın, hepsi, durumu görece daha iyi olan, erken dönemde kente yerleşmiş düzgün sayılabilecek evleri barkları, dükkânları hatta kirada ev(ler)i olanların mahalleleridir. Yakıcı bir yoksulluğun yaşandığı mahallelerde ise devrimcilerin hemen hemen hiçbir varlığı hissedilmez, buralar ne yazık ki gayrı meşruculara ve düzene terk edilmiş durumdadır!
Yazının ilgili başlığından itibaren “halk” vurgusunu eleştirdik, o hâlde yerine hangi ifadelerin kullanılabileceği hakkındaki önerilerimizi de yazıp, bu yazıdaki bahsi kapatalım. Önerilerimiz öyle bilinmedik, duyulmadık adlar, yepyeni ifadeler olmayacak elbette. “Halk” yerine işçi sınıfıyla birlikte devrimci mücadelenin taşıyıcısı olabilecek sosyal katmanları hep birlikte ifade edebilmek için sıradan sıfatlar gibi gözüken ezilenler, yoksullar, açlar gibi kavramlar daha uygundur diye düşünüyorum. Saydığımız üç ifade de kesinlikle apolitik değildir ve doğrudan sınıflı topluma, bozuk düzene vurgu yapar. Kezâ eğer ezilen varsa ezen, yoksul varsa varsıl, aç varsa tok da vardır.
İsmail Güney Yılmaz